ROMANDA ADI GEÇEN ÖNEMLİ KİŞİLER
Una Nancy Owen: Adanın sahibi
Lawrence Wargrave: Yaşlı bir yargıç.
Vera Claythorne: Genç bir öğretmen.
Philip Lambard: Ordudan ayrılmış bir yüzbaşı.
Emily Brent: Altmış beş yaşında bir ihtiyar kız.
General McArthur: Yaşlı bir emekli general.
Dr. Armstrong: Çok zengin, çok yakışıklı, orta yaşlı bir adam.
Tony Marston: Uzun boylu, yakışıklı, genç bir serüvenci.
Blore: Eski bir polis müfettişi.
Uşak Rogers: Konukları odada karşılayan adam.
Bayan Rogers: Uşağın karısı.
Giriş
I
Yargıç Wargrave birinci mevki kompartımanda purosunu tüttürerek The Times gazetesinin politika haberlerini dikkatle okuduktan sonra gazeteyi bırakıp camdan dışarı baktı. Somerset’den geçiyorlardı. Daha iki saatlik yolları vardı.
Zenci Adası hakkında şimdiye kadar gazetelerde okuduklarını düşünmeye başladı. Adanın deniz ve yat meraklısı bir Amerikalı milyoner tarafından satın alındığını, Devon sahillerine yakın olan adaya modern ve lüks bir köşk yapıldığını biliyordu; ama, anlaşıldığına göre, Amerikalı milyonerin yeni evlendiği üçüncü karısı denizi sevmiyordu ve adayı satışa çıkarmıştı. Satış için gazetelerde birçok ilan çıkmıştı. Sonunda adanın Owen adında biri tarafından satın alındığı duyulmuştu. Bu haberden sonra gazetelerin dedikodu yazılarının fısıldaşmaları başlamıştı. Zenci Adası aslında Gabrielle Turl adında Hollywood’lu bir film yıldızı tarafından satın alınmıştı. Yıldızın bu adada kimse tarafından rahatsız edilmeden birkaç ay geçirmeyi düşündüğü ileri sürülmekteydi. Başka bir yazar ise, Zenci Adasının bazı gizli deneyler için İngiliz Amirallik Dairesi tarafından satın alınmış olduğunu iddia ediyordu.
Tahminlerin doğru olmadığı bir yana, Zenci Adasının son zamanlarda çok sözü geçen bir yer olduğu kesindi.
Wargrave cebinden bir mektup çıkardı. Yazının epey okunaksız olmasına rağmen, bazı sözcükler hayret edilecek kadar açık seçik yazılmıştı. Sevgili Lawrence… yıllardan beri senden haber alamadım… Zenci Adasına gelmelisin… çok esrarengiz ve romantik bir yer… konuşacak o kadar çok şey… eski günler… doğayla baş başa… güneşi doya doya… Paddington’dan 12.40… seni Oakbridge’de karşılarım. Mektubu yazan, altına imzasını Constance Culmington olarak atmıştı.
Wargrave belleğini zorlayarak Lady Constance Culmington’u en son ne zaman görmüş olduğunu hatırlamaya çalıştı. Yedi, sekiz yıl önce olmalıydı. O sırada Lady Culmington doğayla baş başa kalmak için İtalya’ya gidiyordu. Daha sonraları Suriye’ye geçmiş olduğunu işitmişti. Onu oraya güneş ve doğa mı, yoksa yeni bir aşk macerası mı sürüklemişti, bilmiyordu.
Constance Culmington, acayip bir ada satın alıp etrafına bir esrar perdesi gerecek kadar garip bir kadındı. Mantığının vardığı sonucu onaylarcasına başını iki yana sallayan Yargıç Wargrave bu buluşundan sonra biraz kestirmek için kendine izin verdi…
Uyumuştu…
II
Vera Claythorne kendisinden başka beş yolcunun daha bulunduğu üçüncü mevki kompartımanda başını geriye yaslayarak gözlerini yumdu. Bu sıcakta tren yolculuğu ne kadar güçtü. Deniz kıyısına gideceğine seviniyordu. Bu işi bulması gerçekten büyük şanstı. Tatil için iş arandığında bir yığın yaramaz çocuğun peşinden koşmayı göze almak gerekti. Tatilde sekreterlik gibi işler bulmak oldukça güçtü. İş bulma kurumunun bile fazla umudu yoktu.
Ama sonunda o mektup gelmişti:
“Adresinizi iş bulma kurumundan referanslarınızla birlikte aldım. İstediğiniz ücreti ödemeye hazırım. 8 Ağustosta işe başlayabileceğinizi ümit ederim. Saat 12.40’da Paddington’dan kalkan trene binecek olursanız Oakbridge istasyonunda karşılanacaksınız. Yol masraflarınız için mektupla birlikte 5 sterlin postalıyorum.
Sevgilerimle,
Una Nancy Owen.”
Mektup kâğıdının üzerinde şu adres bulunuyordu… Zenci Adası, Sticklehaven, Devon…
Zenci Adası… Son zamanlarda gazetelerde bu ada hakkındaki dedikodulardan başka bir şeye rastlanmaz olmuştu. Vera Claythorne, bu dedikoduların çoğunun asılsız olduğunu biliyordu, ama, adadaki köşkün bir milyoner tarafından yaptırıldığı ve çok lüks bir köşk olduğu kesindi.
Yorucu bir okul devresi geçirmiş olan Vera Claythorne kendi kendine düşünüyordu. “Üçüncü sınıf bir okulda öğretmen yardımcılığı yapmak hiç de çekici bir iş değil. Daha iyi bir okulda iş bulabilsem…”
Sonra kalbinde soğuk bir ürperti ile düşündü: “Ama bu işi bulduğuma şükretmeliyim. Hakkında adli kovuşturma yapılmış birine hiç kimse iş vermek istemez. Sonunda suçsuz olduğu ortaya çıksa da…”
Hatırladığına göre, o olayda gösterdiği cesaret ve gayretten dolayı tebrik bile edilmişti. Bayan Hamilton da kendisine çok iyi davranmıştı. Yalnızca Hugo… Hugo’yu hiç düşünmese daha iyi olacaktı.
Kompartımandaki sıcağa karşın üşüdüğünü hissetti, sonra deniz kenarına gitmekte olduğunu düşünerek ürperdi. Gözünün önünde bir sahne canlanıvermişti. Cyril başı suya batıp çıkarak kayalığa doğru yüzmeye çalışıyordu… Kendi de düzenli kulaçlarla ona doğru yüzüyordu. Ama bu hızla ona vaktinde yetişemeyeceğini biliyordu.
Deniz… mavi ve sıcak derinlik… Hugo… Kendisine âşık olduğunu söyleyen Hugo… Sıcak kumlarda geçen sabahlar…
Artık Hugo’yu düşünmemesi gerekiyordu.
Gözlerini açtı ve karşısındaki adama baktı. Uzun boylu yanık tenli bir adamdı. Parlak gözleri birbirine oldukça yakındı ve zalim ifadeli bir ağzı vardı.
Kendi kendine, “Bahse girerim ki, bu adam dünyanın en ilginç yerlerini dolaşmış ve başından pek çok serüven geçmiştir,” diye düşündü.
III
Philip Lombard karşısında oturan genç kızı incelerken düşünüyordu: İlkokul öğretmeni kılıklı, ama oldukça güzel. Ne istediğini bilen bir tipe benziyor. Gittiğim yere onu da götürebilseydim keşke.
İçinden kendi kendine azarlar gibi söylendi. Böyle şeyler düşünmemeliydi. İş için yola çıkmıştı. Aklını işten başka bir şeye vermemeliydi.
Acaba ne var? diye düşündü. Şu ufak tefek Yahudi bilmece gibi konuşmuştu.
“Kabul edip etmemekte özgürsünüz Yüzbaşı Lombard,” demişti.
O da düşünceli bir sesle, “Yüz sterlin ha!” demişti. Bunu sanki yüz sterlinin onca hiçbir değeri yokmuş gibi söylemişti. Oysa cebindeki son kuruşu bir gün önce yediği yemeğe harcamıştı. Takındığı tavrın Yahudiyi aldattığını pek sanmıyordu, zaten Yahudilerin en kızdığı yanı da para konusunda aldanmamalarıydı. Karşılarındakinin durumunu hemen anlarlardı.
Sonra daha uysal bir sesle sormuştu.
“Bu iş hakkında bana daha fazla bilgi veremeyecek misiniz?”
Isaac saçsız başını kesin bir ifadeyle iki yana sallamıştı. “Hayır, Yüzbaşı Lombard. Size vereceğim bütün bilgi bundan ibaret. Söylediğim gibi, ününüz hakkında bilgi sahibi olduğu anlaşılan müşterim, işi kabul ederseniz size yüz sterlin ödemem için talimat verdi. O kadar. Oakbridge istasyonunda karşılanacak, oradan da otomobille sizi Zenci Adasına götürecek olan motorun beklediği Sticklehaven’e gideceksiniz. Zenci Adasında müşterimin emrinde olacaksınız.”
“Ne kadar zaman için?”
“İşin bir haftadan fazla süreceğini sanmıyorum.”
Philip bunun üzerine bıyığıyla oynayarak, “Kanunsuz bir iş ise kabul etmeyeceğimi tahmin edersiniz,” demişti sertçe.
Isaac Morris’in ince dudaklarında anlamlı bir gülümseme belirmişti.
“Size yasalara aykırı bir öneride bulunurlarsa geri dönmekte özgürsünüz.”
Kahrolası herif, böyle gülümsemekle Lombard’ın eskiden yaptığı işlerin hepsinde yasaları ön plana almamış olduğunu bildiğini ima eder gibiydi.
Bunları düşünürken Lombard’ın dudaklarında garip ve zalim bir gülümseme belirmişti.
Yasadışı davranışlar sonunda birkaç kez adaletin pençesine düşmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı, ama her seferinde tam zamanında geri çekilmeyi bilmişti.
Hayır, bu bakımdan endişe etmesi gerekmemişti. Zenci Adasında hoşça vakit geçireceğinden emindi…
IV
Aynı trenin başka bir kompartımanında Emily Brent her zamanki gibi, dimdik oturuyordu. Altmış beş yaşına gelmişti, ama yaşlılığı hâlâ kabul etmezdi. Eski terbiyeyle yetişmiş bir albay olan babası çok tutucu bir adamdı.
Ona göre yeni kuşak utanç verici ölçüde saygısızdı. Trende, sokakta, her yerde… Kızların, vücutlarının her yanını belli edecek elbiseler giymeleri, hele yazın deniz kenarında yarı çıplak dolaşmaları… Geçen yaz tatilini anımsayan Emily, dudak büktü. Bu yıl çok daha değişik bir tatil geçirecekti. Zenci Adasında.
Daha önce birçok kez okuduğu mektubu bir daha kafasından geçiriyordu:
“Sayın Bayan Brent, Beni anımsayacağınızı ümit ediyorum. Birkaç yıl önce Belhaven konukevinde 1 Ağustosu birlikte geçirmiş ve birbirimizle gayet iyi anlaşmıştık.
Devon sahillerindeki Zenci Adasında bir konukevi açıyorum. Eski nesilden seçme konuklar ve iyi hazırlanmış yemeklerle hoş bir dinlenme yeri olacağını tahmin ediyorum. Civarda çıplaklar ve gramofon meraklıları da bulunmayacak. Tatilinizi Zenci Adasında geçirmek nezaketinde bulunursanız beni minnettar bırakacaksınız. Tabii, konuğum olarak. Ağustos başı sizin için uygun mu? Uygunsa, 8 Ağustosta gelmeye çalışın.
Saygılarımla.
N. N. Ö ”
Mektubu yazanın adı neydi? İmzanın okunması oldukça güçtü. “Herkes imzasını o kadar da okunaksız atıyor ki…” diye düşündü.
Belhaven’de tanıştığı kimseleri anımsamaya çalıştı. Oraya üst üste iki yaz gitmiş, birinde de orta yaşlı, hoş bir kadınla tanışmıştı. Adı neydi? Babasının subay olduğunu söylemişti. Yoksa Ormen miydi? Hayır, hayır, Oliver’di. Evet, Oliver’di kadının adı.
Zenci Adası. Gazetelerde Zenci Adası hakkında çok şey okumuştu. Bir sinema artisti hakkında… Yoksa Amerikalı bir milyoner hakkında mıydı okudukları. Ne önemi vardı, bedava bir tatil geçirecekti ya…
Geliri oldukça azalmış, buna karşılık ödenmek için sıra bekleyen faturaların sayısı artmıştı. Şu Bayan Oliver hakkında bir şeyler hatırlayabilseydi keşke.
V
General MacArthur kompartımanın penceresinden dışarı bakıyordu. Tren aktarma yapacağı Exeter istasyonuna gelmek üzereydi. Şu lanet olası ara trenleri de ne kadar ağır gidiyordu. Aslında şu Zenci Adası denilen yer hiç de uzak bir yer değildi.
Owen’in kim olduğunu tam olarak kestiremiyordu. Deniz aşırı ülkelerden birinde edindiği bir arkadaş olabilirdi.
“…Silah arkadaşlarınızdan birkaçı da gelecek. Eski günlerden söz etmekten hoşlanacağınızı sanıyorum,” yazılıydı aldığı mektupta.
Eski günlerden söz etmek hoşuna giderdi tabii. Son zamanlarda herkesin kendisinden kaçmakta olduğu duygusuna kapılmıştı. Bunun nedeni çirkin bir dedikoduydu. Üzerinden bunca zaman geçtiği halde hâlâ unutulmamıştı. Otuz yıl oluyordu neredeyse. Herhalde Armitage gevezelik etmişti. O Tanrı’nın belası kukla, o iş hakkında ne bilebilirdi ki? İnsan bazen her şeyden kuşkulanıyordu. Sanki sırrını herkes biliyormuş gibi geliyordu generale.
Zenci Adası herhalde ilginç bir yerdi. Hakkında bir sürü dedikodu dolaşıyordu. Ayrıca, söylenenlere bakılırsa, Amirallik Dairesi ya da Hava Kuvvetleri adayla ilgilenmekteydi.
Amerikalı milyoner genç Elmer Robson milyonlar harcayarak adada bir köşk yaptırmıştı. Evin son derece lüks olduğu söylenmekteydi.
Tren Exeter’e gelmişti. Aktarma için bir saat beklemek gerekiyordu, ama general Zenci Adasına bir an önce varmak için sabırsızlanıyordu.
VI
Dr. Armstrong, Morris marka otomobilini Salisbury yolunda sürüyordu. Oldukça yorgundu… Başarısının karşılığını yorgunlukla ödüyordu. Bir zamanlar Harley Street’teki modern muayenehanesinde saatlerce hasta bekler, başarıya ulaşıp ulaşamayacağını endişeyle düşünürdü.
Ama sonunda başarıya ulaşmıştı. Artık bütün günleri doluydu. Kendine çok az vakit ayırabiliyordu. Bu ağustos sıcağında Londra’dan ayrılıp adaya gittiğine seviniyordu. Tatile gitmiyordu aslında. Bay Owen adında birinden oldukça belirsiz bir ifadeyle yazılmış bir mektup almıştı. Mektubun içinden de yüklü bir çek çıkmıştı. Owen’ler para içinde yüzüyorlardı besbelli. Küçük bir dertleri vardı. Bayan Owen’in sinirleri çok bozuktu. Kocası, onun iyi bir doktor tarafından muayene edilmesini istiyordu.
Sinir… Doktorun kaşları yukarıya kalkmıştı. Şu kadınların siniri… Neyse, pek işine yaramıyor da değildi. Tedaviye gelen kadınların yarısından fazlasının can sıkıntısından başka bir dertleri yoktu. Ama, bunu onlara söylese kızarlardı. Bu yüzden uygun bir teşhis konması gerekiyordu. Pek sık rastlanmayan uzun ve karışık bir hastalık adı uydurulacak, önemli bir şey olmadığı konusunda güvence verilecek, basit ve kısa bir tedavi gerektiği söylenecekti.
On beş yıl önce başına gelen o olaydan sonra kendini iyi toparlamıştı. Tehlikeden iyi sıyrılmıştı. Bütün geleceği berbat oluyordu az daha. Geçirdiği şok onu kendine getirmişti. İçkiyi tamamen bırakmıştı o yüzden. Gerçekten büyük bir tehlike atlatmıştı. Hem de…
Kafasındaki düşünceler Dalmain marka bir spor otomobilin kulaklarını yırtan sesiyle dağılıverdi. Otomobil yanından hemen hemen 130 kilometre hızla geçip gitmişti. Dr. Armstrong az daha hendeğe yuvarlanıyordu. Hızlı araba kullananlardan nefret ederdi. Neredeyse kaza çıkacaktı şu hız delisi budalanın yüzünden.
VII
Tony Marston altındaki spor arabayı daracık yolda son hızla sürerken bir yandan da kendi kendine düşünüyordu. “Kaplumbağa gibi giden arabalar artık yollarda ciddi bir tehlike haline gelmeye başladı. Yavaş gitmeleri bir yana, hep yolun ortasından gidiyorlar. Zaten İngiltere’de araba kullanmak zevkli bir şey olmaktan çıktı. Fransa gibi değil burası. Orada insan gaz pedalına sonuna kadar basabiliyor.”
Şurada durup bir şey içse miydi? Sadece 160 kilometrelik yolu kalmıştı. Soğuk bir bira içecek kadar vakti vardı pekâlâ. Hava da öyle sıcaktı ki…
Şu adada mutlaka iyi vakit geçirecekti. Tabii, hava böyle devam ederse. Owen’ler kimdi, çok merak ediyordu. Belli ki çok zengindiler. Bedger böylelerinin kokusunu almakta ustaydı doğrusu. Böyle olmaya da zorunluydu. Meteliği yoktu çünkü…
Herhalde kilerlerinde iyi içkileri vardı. Sonradan zengin olanlar, paralarını nereye harcayacaklarını bilemezlerdi. Buna öteden beri hayret ederdi. Gabrielle Turl’un Zenci Adasını satın aldığı haberinin doğru olmadığına üzülmüştü. Sinema dünyasının insanlarıyla bir tatil geçirmeyi çok isterdi.
Neyse, gittiği yerde işe yarar cinsten birkaç kız bulabilirdi belki. Birasını içtikten sonra yol kenarındaki dükkândan çıktı. Esneyerek duru mavi gökyüzüne baktı ve spor otomobiline bindi.
Birkaç genç kadın onu hayran hayran süzüyorlardı. 1.80 boyunda, vücudu biçimli, yanık tenli, mavi gözlü ve oldukça yakışıklı bir adamdı.
Ayağını debriyajdan çekerek gaza bastı, araba dar yola saldırdı. Yol kenarında oynayan çocuklar kendilerini hendeğe attılar.
Anthony Marston yeni başarılara doğru hızla ilerliyordu…