Felsefe-Sosyoloji-Psikoloji

Yitik Cennet

ÂDEM

Şeytan

Ademle Havva’nın Cennette öncesiz sonrasızmışçasına mutlu bir hayatı yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız Batının soluğu bize gelmeden önce. Bu soluk bize ne zaman geldi? Bu soluk geldiği için mi değişmeğe başladı yüzümüz? Bozuldu ve bir maskeye dönüştü? Dağlarda bilinmeyen bir bitkiyi yiyip de ondan gizli ve sürekli bir zehirlenmeyle yüzünün biçimini ve yaşamasının anlamım yitiren bir varlığa mı dönüştük? İlk soluk ve ilk ürperti anını ayırmak ne zor. Yabancı ve yalancı bir şafağın loş bir dudağa bıraktığı ilk kırağı, ilk çığ. Dışardan gelen soluğun belli belirsiz dokunuşu mu» yoksa iç ateşin dışarıya fırlattığı bir şüphe kabarcığı mı? Ne olursa olsun, ilk hücre ister içerden gelsin, ister dışardan konuk olsun, içerden gelenin dışardan geleni, veya dışardan gelenin içerden geleni sarıp sarmalayarak bir kanser hücresinin ölümcül hayat iştihasıyla büyümeye başlama sı Önemli. İçerden de gelse, dışardan da, bu imaj kuruyup gidecek bir sivilce değil, bir mevsim krizi değildi. Bir kültür alerjisinden fazla bir şey. Ben bunu Âdem’le Havva’nın Cennette şeytanla ilk karşılaştıklar» an imajıyla düşünüyorum. Şeytan içerden mi gelmişti, dışardan mı? Bence daha Önemlisi dışardan gelen şeytanın çağrışım dinleyen bir kulağın hemen içerde hazır oluşuydu. Doğruluk, güzellik, iyilik ideasına bir kontrpuan olarak.

İlâhiname’deki o şeytan öyküsünü hatırlıyorum burada birdenbire. Nasıl da dışarda olan şeytan, Havva’nın çocuk sevgisi ile Adem’in saflığının birleşmesinden faydalanarak ve görünüşte yenilerek insanın içine girmenin yolunu bulmuş ve sonunda Âdem’in içinden şöyle fısıldamıştı: “Şimdiye kadar dışındaydım ve her zaman için, yenilmem mümkündü. Ama şimdi içine girdim, etine ve kanına karıştım. Artık yenilmem mümkün de

Şeytanın bu kendine güvenli zafer sesi, acaba bir gerçeği mi ifade ediyor? Bu meydan okuyuşa kanıp susacak mıyız? Yoksa bu, insanda panik uyandırmak için bir oyunu mu şeytanın? Şüphesiz, şeytan büsbütün yalana dayanmaz, büsbütün hakikata dayanmadığı gibi. Bir psikolojik realiteden çıkar yola. Bir beneklik hakikati yalan bulutunda gezdirir; her toprağa, umulmadık her toprağa bir âbı hayat gibi düşürdüğünü sanır. Ama düşen âbı hayat değildir. Dirilten yağmurlar olduğu gibi çürüten yağmurlar da vardır. Şeytanın bu meydan okuyuşu incelenmeğe muhtaçtır. Eğer bir iççağrımız olmasaydı şeytan ne yapacaktı? İçimize girebilecek miydi? Şeytan bütün gücünü bizden alıyor, farkında değil. Bizden kopup yine bize gelen, bizden bir türlü ayrılmayan, ayrılamayan, aleve âşık bir pervane gibi ruhumuza koşan odur. Ama aleve düşen, o yüce aleve düşen de onu yakmaktır. Yakmadığı sürece kendi saflığını yitirecektir alev.

Evet, şeytanın bu meydan okuyuşu incelenmeğe değer. Kendi gücüne ne de kolay anıtlar dikiyor şeytan! Ne de çabuk zafer türküleri çağırıyor ruhumuzun o ağustos böceği! Tanrı’nın kendisine verdiği bir ödevden haberli mi değil? Kaderin bir gongu, bir alarmı, bir kamçısı olduğunu unutuyor mu? Yoksa kendi Özünden duyduğu utanç onu saklamayı mı istiyor? Şeytanda utanç mı? Ne paradoks. Bir aşağılık duygusu belki. Ve en doğrusu, insan önünde bir aşağılık duygusu. Yaradılışında yüreğine konan kıskançlık beneği. Ruh gecesinin silinmez izi.

Evet, şeytanın bu öğünme çırpınışını incelemeli. Kime karşı öğünmekte? Boşluklara, yokluklara, uzaya, taşlara, kayalara, yıldızlara ve güneşlere karşı mı? Hayır! İnsana karşı. Bu, ilk güçlü karşı çıkışta onun önünden kaçacağının ve paniğe kapılıp teslim olacağının gizli bir itirafı, ipso facto bir itirafı.

Şeytansız insan (Âdem) düşünülemediği gibi (düşünülürse o insandan ne eser kalır) başka uygarlıkların soluğuyla karşılaşmayan bir uygarlık da düşünülemez. Güçlü uygarlığın, Âdem’in şeytanla karşılaşması, yenilir gibi olup düşmesi, sonra tövbe yolunu tutup tekrar güçlenmesi gibi, başka uygarlıklarla büyük ve köklü karşılaşmalar yapması gereklidir.

Düşüş

Ah! Düşüşsüz insan! Benden övgü bekleme. Düşüşün tadım almayan insan! Senin, yücelerin serinliğinden, arılığından ne haberin vardır? Ruh gecesinin yedi katlı karanlığına batmamış yürek! Sana ışıklar ve aydınlıklar ne der? Ey zindanda bir gece geçirmemiş dost, güneşe doğru çılgın koşuyu yapacak çocuk olabilir misin? Ey yükseklerden büyük seslerle düşen su, bu yalçın kayalara bir şelâle borçlu olduğunu biliyor musun? Sessiz ve dilsiz duran mezartaşı! Kitabendeki çizgiler, İniş ve çıkışı derinleştikçe seni tarihin içine yerleştirir, farkında mısın?

Cennette hiç bir sarsıntıya uğramadan yaşayacak olan insanoğlu mu, yoksa ayağı kayarak yeryüzüne düşen ve orda âbı hayatı ararcasına karanlıklar arasında geçen, dünya çilesini çektikten sonra Tanrı’ya özlem duyan insan mı? Seçilmiş olan hangisidir? Şanlı olan hangisidir? Yurdunu hangi insan daha çok sevecektir: doğduğu yerden ölünceye kadar hiç ayrılmayan insan mı? Yoksa en genç çağında yurdundan ayrılarak savaşa gitmiş, esir düşmüş, bir daha dönme umudunu tam yitirmişken ansızın esen bir hızır yeliyle kendisini yine ülkesinde bulan insan mı? Artık bu insan, yurdunun taşlarına ve topraklarına ne sevgiyle bakar; güneşin kendi ülkesinde suya düşüp bin parça oluşunu ne kalb titreyişiyle izler? Bir çiftçiyi tarlasından koparmak ne demektir? Daha doğrusu kopardıktan sonra ona tarlasını iade etmek? Ona hayat bağışlamak budur işte. Ya sevdiği kadına hemen bir el uzanışıyla kavuşan insanla ona her uzanışında yere çarpılan, düşen, bataklıklara saplanan, sonra yine ölümden dirilmişcesine doğrulan, didine didine sevgilisine doğru giden, onu erişilmez bir yücelikte parlak bulan ve ona tekrar yaklaştığında Zatüssuver Kalesine yaklaşmışcasına büyülü burçların açılarak zehirli oklar yağdırdığını gören ve yine bitmez tükenmez Çin ülkelerine düşen, yine savaşa savaşa, ölüm ve korku devlerini kıra kıra, peri kördüğümlerini çöze çöze yeniden sevgi hedefine doğru yönelen insandan hangisi daha çok hayatın kabuğunda veya incisindedir? Düşen insandır, hayatın sesini işiten, iç sesini duyan… Hakikatlara kurban gibi başını uzatmış olan odur Tanrısal bıçağın parıltısını o görmüştür. Akmadan Önceki kanın şırıltısını o işitmiştir. Artık hayatı boyunca o şırıltı kulaklarındadır. Hayat, o şırıltıyla taze ve yenidir her an.

Düşmemiş medeniyet var mı? Olsaydı ne değeri olurdu? Önemli olan bir medeniyetin düşmeyişi değil, düşüşü dirilmesiz ölüme dönüşmeden doğrulmasını bilmesidir. Böyle olursa, düşüş, doğrulusun ve dirilişin bir bağışıklığı gibi o uygarlığın ömür boyu yeni düşüşlere karşı direnişini sağlayacaktır…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Tomasso Campanella – Güneş Ülkesi

Editor

Hakan Övünç Ongur – Tüketim Toplumu, Nevrotik Kültür ve Dövüş Kulübü

Editor

Cinselliğin Tarihi

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası