“Yaptığımın cevapsız kalan bir sürü soruya yenisini eklemekten başka bir şey olmadığının farkındayım” diyor Erkek Nedir Bilmezdim’in gizemli kahramanı. “Sadece, o gün içinde yaşadığım, hala da yaşamaya devam ettiğim dünyaya mutluluk adında yeni bir kavram getirdiğimin bilincindeydim. Birçok sorunun cevapsız kaldığı bu dünyada ilginç bir kavram mutluluk.”
Kırk kadının, tepkisiz ve her türlü iletişimden kaçan sessiz gardiyanların gözetiminde bir mahzene hapsedilmesinin sebebi nedir? Hayatta kalmak için verdikleri mücadeleyi, hangi yasalar düzenlemektedir? Romanın anlatıcısını henüz küçücük bir kızken bu yetişkin kadınların arasına atan bir rastlantı mıdır yoksa tasarlanmış bir şey mi? Hiçbir şey hatırlamamasına, hiçbir şey bilmemesine rağmen zaman kavramını, düşünmeyi ve cinsel arzuyu keşfeden de odur.
Başkaldırmayı, tutsakların kendilerine yeniden saygı duymasını sağlayan isyanı da ilk kez o yaşayacaktır. Bu “mantık gerilimi”ndeki özgün anlatı düzeni, okurun, esrarengiz bir çölde ve çaresiz bir yalnızlık içinde, yılmadan aramaya devam eden anlatıcıyla özdeşleşerek onunla birlikte insan olmanın temeline ulaşmasını sağlayacaktır.
Dışarıya pek çıkmıyorum, zamanınım çoğu bir koltukta, eski kitapları yeniden okumakla geçiyor Son günlerde önsözler ilgimi çeker oldu. Yazarlar nedense kendilerinden söz etmekten hoşlandıklarından, önsözlerinde eseri kaleme alma nedenlerini tüm ayrıntılarıyla açıklamayı severler, insanların eski hayatımdaki dünyada bildiklerini paylaşmaktan kaçındıklarım görmek beni şaşırtıyor. Yazarlar, eserleriyle övünmedikleri için, adeta özür dileyerek yarattıklarıyla yücelmediklerini kanıtlamak isterler sanki. Israrlara dayanamayıp çaresiz kalmışlar, kitabı yazmayı neredeyse zorla kabul etmişlerdir. Ne tuhaf! Bundan da insanların öğrenmek, bilgilenmek için dayanılmaz bir istek duymadıkları ve birikimlerini paylaşmak istemenin de bir suç olduğu anlamı çıkmıyor mu? Çevirmenler işte eski çevirilerde şurada şöyle bazı eksiklikler bulduklarını, bu yüzden örneğin Shakespeare’i yeniden çevirmeye gereksinim duyduklarını açıklarlar. Oysa yabancı dilleri öğrenip eserlerin tümünü aracısız okumak varken çeviriye ne gerek var, bir türlü anlamış değilim. Bütün bunlar aklımı karıştırıyor. Cahilim, biliyorum ama, şimdi sandığımdan da bilgisiz olduğunu anlıyorum. önsözlerde bir de yazarların gelişmesine yardımcı olanların ve değişik konularda bilgilenmesini sağlayanların adları sıralanır. Ne dediklerini anlamadığım için genellikle önsözlerden hiç etkilenmem. Ama dün, birdenbire gözlerim doldu, Thca’yı düşündüm ve içimi büyük bir hüzün kapladı. Şiltenin kenarına ilişmiş hali gözümün önüne geldi. Dizleri İnildik, büyük bir sabırla, örülmüş saç (ellerinden oluşan, durmadan kopan o kötü iplikle bir yandan dikiş dikiyor, bir yandan da sık sık başını kaldırıp yüzüme bakmaktan kendini alamıyordu. Cehaletim karşısında şaşkın, kıt bilgisini bana aktarmaya hazırdı içimi büyük bir acı kaplıyor ve hıçkırıklara boğuluyorum. Daha önce hiç ağlamamıştım. Kalının tıpkı kanserin mideme sapladığı ağrılar kadar şiddetli bir acıyla kıvranıyor, söylediklerimi duyan olmadığı için çoktandır konuşmaktan vazgeçildim halde ona seslenmeye, arka arkaya Thoa! Thea! diye bağırmaya başlıyorum. Yanımda olmayışını, beceriksizce savılan zavallı kollarımın arasında ölüme boyun eğişini kabullenemiyorum. Gücünün tükendiğini hissettiğimde neden onu terk ettiğimi anlamıyorum ve kendimi hiç affetmiyorum. Hayatım boyunca hep tas gibi sen ve dimdik olduğuma göre, ölüme de kaskatı gideceğim herhalde. Ona sımsıcak bir kucak açmayışıma, kalbimin sesini dinlemeyişime, aptallığınla, bu denli çaresizliğime İsyan ediyorum.
İlk kez böylesine altüst oldum. Daha önce söyleseler başıma böyle şeylerin gelemeyeceğine yemin ederdim. Kadınların avaz avaz bağırarak akladıklarına şahit olmuştum, ama acılarına hep yabancı kalmıştım. Davranışlarını anlamaz, yanlını çağrılarını hep yanıtsız bırakırdım. Aslında hepimiz aynı korkunç dramın eşit önemde rollerini paylaşan oyuncularıydık Bizimki, öylesine güçlü, öylesine kapsamlı bir tragedyaydı ki. onun dışında herhangi bir şeyi düşünmeye imkân vermiyordu. Yine de ben kendimi diğerlerinden biraz farklı bulurdum. Oysa şimdi, hıçkırıklarla ağlarken birden benim de sevdiğimi, benim de acı çektiğimi ve sonuçta benim de insan olduğumu anladım. Ne yazık ki artık geçti, çok geçti.
Bu acı hiç dinmeyecek sandım. Anık başka hiçbir duyguya yer bırakmayacak şekilde tüm benliğimi kaplayacağım kabullenerek kaderime razı oldun. Meğer pişmanlıkla kavrulmak buymuş, diye düşünüyordum. Bundan böyle ne yerimden kalkabilecek ne yemeğimi pişirebilecektim. Kendimi yavaş yavaş ölüme terk etmekten başka bir seçeneğim kalmamıştı. Böylesine derin bir Ümitsizlik içinde kıvranmaktan neredeyse haince bir haz duyduğumu fark ettiğini sırada, birden bedenimi sarsan dayanılmaz sancıyı hissettim. Afin o denli şiddetliydi ki, ruhumu kıvrandıran derin arıyı bir anda yok etti. Olayları eğlenceli bulmak gibi bir alışkanlığım yoktu, ama bedensel ve ruhsal acılarınım aniden yer değiştirmesi Öylesine gülünçtü ki, bir anda kendimi iki büklüm
kahkahalar atarken buldum.
Sanrılarım azaldığında daha önce hiç gülmüş muydum diye zihnimi yokladım. Kadınlar sık sık gülerdi. Sanırım zaman zaman onlara katıldığım da olurdu. Emin değildim Birden hiç geçmişi düşünmediğimi, benim için yaşamın birbirine bağlı, yaşanan anlar dan sonsuza dek uzayıp giden bir zincir olduğunu fark ettim. Kendi geçmişimi unutuyordum. Tam olaysız, yaşanmamış bir hayalı unutmaktan ne çıkar deyip omuz silkmek üzereyken, bu düşüncemden utanç duydum. Ben de insandım, benim yaşamını da en az şu William Shakespeare denen yazana en ince ayrıntısına ka dar yazma zahmetine katlandığı Kral Lear’in veya Hamlet’in hayatı kadar önemliydi. Ani bir karar almıştım: ben de Shakespeare gibi yapacaktım. Yazar olacaktım. Bir süre sonra su gibi okumaya başladım, ama is yazmaya gelince, işim çok daha zordu. Oysa hiçbir güçlüğün yıktırmadığı bir yapıya sahip olduğumu hesaba kat mantistim. Kâğıdım, kalemim vardı, belki zamanım azdı ama, son zamanlarda uzun gezilere çıkmadığım için hiçbir sorumluluğum yoktu. Öyleyse derhal işe koyulmalıydım. Acıktığımda hazır yemek bulmak için depoya inip et çıkardım ve çözülmeye bıraktım.
Sonra da büyük masanın başına geçerek yazmaya koyuldum.
Şu satırları yazdığım sırada hikâyem sona erdi. (/evremde her şey düzenli, son görevimi de yerine getirdim. Hikâyemi yazmak bir ay surdu, belki de hayatımın en mutlu ayıydı bu. Oysa bunu anlamakta güçlük çekiyordum: kaleme alırken zevkle hatırladığım olay lan yaşarken nedense hiç keyif almamıştım, Yoksa anıların içinde kendi kendini besleyen bir mutluluk mu gizli? Ya da hatırlanan yaşanmıştan daha mı önemli’.’ Al sana cevapsız kalmaya mahkûm somlardan bir demet. Beynim bu tür sorular üretmekle usta sanki.
Uzaklara, geçmişe dönüp baktığımda, kendimi hep mahzende görüyorum. Anı dedikleri bu mu, bilmiyorum. Kadınlar, geçmişlerini paylaşmaya razı oldukları nadir anlarda, hayallerinde ki en önemli olayları anlatırlar, koşuşturmalardan ve erkeklerden söz ederlerdi. Oysa benim anı dediğim hep aynı yerde, hep aynı insanlar arasında, yemek, dışkılamak, uyumak gibi hep aynı şeyleri yapmaktan ibaretti. Çok uzun bir süre günler birbirine benzer şekilde akıp gitmişti. Sonra bir gün düşünmeye başladım, işte o
An her şeyi değiştirdi.Daha önceleri hayat birbirinden farksızdı.yeknesak hareketlerin tekrarından ibaretti. Büyüdüğümü, yılların geçmekte olduğunu fark etmek bir yandan aklımı karıştırsa da, yine de zamanı durağan, hareketsiz bir kavram olarak algılıyordum. Anılarımı doğuran öfkem oldu.
Tabiî ki o sırada kav yaşında olduğumu bilmiyorum. Buluğ çağına girmek üzereydim. Bunu kadınların beklentilerinden seziyordum. Benim dışımdaki tüm kadınlar erişkindi. Ama ben bir genç kızın gelişme çağındaki değişimlerinden sadece birkaçını tanıdım. Koltukaltlarımda ve pubisimde tüyler çıktı, göğüslerim belli belirsiz şişti, soma birden her şey durdu. Hiçbir zaman âdet görmedim Kadınlar, kanamayacağımı, şilteleri kirletmemek için çaba sarf etmeme gerek kalmadığını, tutturacak hiçbir şey verilmediği için, sadece kaslarını sıkıştırarak güçbela bacak aralarında tutmaya gayret ettikleri paçavraları onlar gibi her ay yıkamak zorunda kalmayacağımı ve genç kızların sık sık başına gelen karın ağrılarını da çekmeyeceğimi söyleyerek ne kadar şanslısın, diyorlardı. Ama ben söylenenlere inanmıyordum. Hepsi âdet görüyordu. Herkesin tattığı bir şeyden mahrumken nasıl şanslı olunurdu? Bunu anlayamıyordum. Beni kandırdıkları açıktı.
O tarihlerde merak etmenin ne olduğunu da bilmezdim Adet görmenin neye yaradığını sorgulamak aklımın köşesinden bile geçmezdi. Belki doğuştan suskundum, ama nadiren sorduğum kısacık somlara kadınların çok yüreklendirici yanıtlar verdiğini de söyleyemem. Çoğunlukla iç çekerek bakışlarım benden kaçırırlar ve “Bilmek ne işine yarayacak?” gibi bir soruyla karşılık verirlerdi. Ben de onları rahatsız ettiğimi, canlarını sıktığımı düşünürdüm. Somlarımın ne işe yarayacağı konusunda en ufak bir fikrim olmadığı için ben de ısrar etmezdim. Thea’dan âdet görmenin ne olduğunu öğrenmem çok sonraya rastlar. Bana kadınların işçi, sekreter veya tezgâhtar gibi anlamlarını bilmediğim mesleklerden geldiklerini, eğitimsiz olduklarını, hiçbirinin benden daha bilgili olmadığını söylemişti. Ne var ki daha sonra her şeyi öğrendiğimde, kötü niyetli oldukları için beni bilgilendirmekten kaçındıklarım düşünmeye başladım ve fena halde öfkelendim. Thea, hırslanmakla haksız değilsin, dediyse de kadınların davranışlarını hafifletici nedenler bulmaya kalktı. Unutmazsam bu konuda neler söylediğine ilerde değinirim, ama şimdi o andan söz etmek istiyorum. Kudurmuş gibiydim. Aşağılanmıştım, demek ki yanıtlarını anlamaktan âciz bir zavallı gibi görüyorlardı beni. Oysa ne kadar az soru soruyordum ! O günden sonra hiçbirine ilgi göstermeyeceğime yemin ettim.
Asık suratlı, neşesiz ve keyifsizdim, ama bu davranışları karşılayan terimlerden habersiz olduğumdan ruh halimi isimlendiremiyordum. Kadınlar gündelik hayatımızın zorunlu birkaç işini görmek için gidip gelirken hiç yardım istemezlerdi. Ben ise bir kenara çöker etrafı seyrederdim. Şimdi, seyredecek ne vardı diye düşünüyorum da… hiçbir şey yoktu. Onları hep oturmuş çene çalarken görür gibiyim. Ya da yemek hazırlarken. Zamanla tutuklu olduğumuz kafesin etrafında hiç durmaksızın dolaşan gardiyanlarımızla ilgilenmeye başladım. Üç kişi birbirlerinden birkaç adım geride bizi gözetleyerek dolanırlardı. Bizler de onları görmezden gelmeyi âdet edinmiştik. Oysa ben yavaş yavaş meraklanmaya başladım. İçlerinden birinin farklı olduğu gözüme çarptı. Daha boylu, daha inceydi. Bir süre sonra daha da genç olduğunu anladım. Birden çok ilgimi çekmeye başladı. Kadınlar neşeli olduklarında kıkırdayarak erkeklerden, aşktan bahsederler, neye güldüklerini sorduğumda da benimle alay ederlerdi. Bildiklerimi toparlamaya çalışımı. Dudak dudağa öpüşmelerden, sarılmalardan, göz göze gelmelerden, sonunda da ne olduğunu hiç anlamadığım bulut hıra yükselten büyük bir coşkudan söz ederlerdi. Hiç bulut görmediğim, gökyüzü nedir bilmediğim için bu konuyu fazla önemsemezdim. Arkasından da erkeklerin ne kadar hoyrat olduğunu, verdikleri acıyı, kadınların duygularım önemsemediklerini, insanı gebe bıraktıktan sonra; Bu çocuğun benden olduğuna nasıl emin olabilirim?” diyerek arkalarına bakmadan kaçtıklarını söylerlerdi. Bazen burada bulunmakla hiçbir şey kaybetmiyoruz derler, bazen de ağlayarak eski günleri ararlardı. Ben ise bakire kalmaya mahkûmdum. Günün birinde bütün cesaretimi toplayarak, yaşlıların içinde en yumuşak görünen Dorothe’yi sorgulamaya karar verdim.
Zavallı ulaklık!
Sonra derin derin birkaç iç çekiş ve alışılmış cevap:
Hiç yaşayamayacağın bir şeyi bilmek neye yarar?
Öğrenmeme yarar, dedim öfke içinde, işte o anda öfkemin nedenini anladım.
Kadınlar insanın işe yaramayacak bir bilgiyi neden öğrenmek istediğim anlamıyorlardı. El değmeden bu dünyadan göçüp gideceğim kesin, ama en azından öğrenmiş olurum, diye düşündüm. Oybirliğiyle bana hiçbir şey söylememekte neden direniyorlardı? Sakladıkları sır herkes tarafından bilindiğine göre sır filan değil, diyerek kendimi avutuyordum. Yoksa sırları benden sakladıkça değer mi kazanıyordu? Onları zengin bir hazinenin anahtarını ellerinde tutan insanlar gibi gören bilgiye susamış küçük bir kızın karşısında suskun kalarak, hepsinin bildiği için sır olmaktan çıkan sırlarını yaldızlayarak zavallılıklarından az da olsa sıyrıldıklarını mı düşünüyorlardı? Buna bahane olarak utanmalarını gösterseler de fısıldattıkları, kıkır kıkır gülüştükleri, uygunsuz davranışlar sergiledikleri anlarda hiç de utanıyor gibi görünmüyorlardı. Benim sevişmenin ne olduğunu öğrenemeyeceğim ne kadar kesinse onların da bunu bir daha tadamayacakları o kadar kesindi. Demek ki eşittik. Belki ellerindeki tek silah bu konuda bildikleriydi; beni bu bilgiden malınım ederek eşitliğimizi bozuyorlar, böylece kendilerine üstünlük sağlamış oluyorlardı.
Çoğu akşam, uyumadan önce o genç gardiyanı düşünürdün). Hayallerimi süsleyecek malzemem kıttı. Öteki dünyada olsak yanıma oturur, sonra beni dansa kaldırır, adını söylerdi. Benim de ona söyleyecek bir adım olurdu, sonra konuşmaya başlardık, birbirimizden hoşlanmışsak ele ele dolaşırdık. Belki de onu ilginç bulmazdım. Altı gardiyanın en nemiydi o, belki ondan başka hiç genç erkek tanımadığım için hoşgörülü davranıyordum. Kim bilir. Hiç tanımadığım u hayatla neler konuşabileceğimizi merak ediyordum. Sizce yarın hava bugünkü gibi güzel olacakını? Komşunun kedisinin küçük yavrularım gördünüz mu? Teyzeniz uzun bir yolculuğa çıkacakmış, öyle mi ? Oysa ben hiç kedi yavrusu görmemiştim, güzel havanın ne anlam taşıdığından haberim yoktu. Hayal kurmam kısa sürerdi Öyle olunca ben de öpüşmelere odaklanırdım. Gardiyanın dudaklarını en ince ayrıntısına kadar gözümün önüne getiriyordum. Ağzı büyüktü. Bazı kadınlarda gördüğüm fazla dolgun dudaklardan hiç hoşlanmazdım, ama onun belirgin, hafif dolgun dudakları içimi okşuyordu. Hayalimde dudaklarımı dudaklarına yaklaştırırdım. Ama bilgisizliğimden olacak, hiçbir şey hissetmezdim.
Bir akşam hariç. Hiç gerçekleşmeyecek öpüşmelerin hayalini kurmaktan usanmıştım, tam uykuya dalacağım sırada aklıma kadınların uzun zamandır yapılmadığını söyledikleri sorgulamalar geldi. Duyduğum kısacık cümlelerden yeni hayaller üretmeye başladım: kadınlardan birini zorla götürdüklerini, onun da korku içinde çığlıklar attığını duyar gibi oldum. Giden geri gelmez demişlerdi. Zaman zaman sürükleyerek götürdükleri kadını, bir gün sonra yaralı olarak, inleyerek aramıza atarlarmış. Çoğu ertesi güne çıkmazmış, içimden; alı! keşke sözünü etlikleri o sorgulamalardan şimdi yapsalar, diye geçirdim. Beni gelip o alacaktı, ben de tüm yaşamımı geçirdiğim bu mahzenden ilk kez dışarıya çıkmış olacaktım. İliç görmediğim, tanımadığını koridorlardan sürükleyerek götürdüğü sırada beklenmedik bir olay yaşanacaktı.
Beynim inanılmaz bir hızla çalışıyor: azimle beni sürükleyen genç, köşeyi döner dönmez değişiyor. Yalnız kaldığımızdan emin olmak için etrafına bakmıyor, bana dönüyor ve gülümsüyor. Sonra, korkma, diyor ve beni kollarına alıyor. İşte o anda içimi yüce bir duygu kaplıyor, benliğimi de aşan bir yükselişe şahit oluyorum, bedenim olağanüstü bir ışıkla patlıyor sanki, nefesim kesiliyor ne yazık ki bu coşku çok kısa sürüyor, nefesim hızla normale dönüyor.
O günden sonra iç dünyam tamamen değişti, başkalaştı…