Roman (Yabancı)

Bozkırda Bir Kral Lear Paylaştır3

BOZKIRDA BİR KRAL LEAR

Bozkırda Bir Kral Lear’in hazırlanmasında, MEB Rus Klasikleri dizisinde yayınlanan birinci baskısı temel alınmış ve çeviri dili günümüz Türkçesine uyarlanmıştır.

Yayına hazırlayan : Egemen Berköz

Dizgi : Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.

Baskı : Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti.

Şubat 2000

Rusçadan çevirenler:

Erol Güney – Oğuz Peltek

 

Bir kış gecesi, altı yedi kişi, eski bir üniversite arkadaşımızın evinde toplanmıştık. Konuşma döndü dolaştı, Shakespeare’e, yarattığı tiplere, bu tipleri doğrudan doğruya insanın “öz”ünü derinden kavrayıp doğru bir biçimde canlandırdığına geldi. Bizi en çok, onların yaşamdan alınmış, adım başı raslanabilir olmaları şaşırtıyordu. Her birimiz, karşılaştığımız Hamletleri, Othelloları, Falstaffları; dahası, duruma göre III. Richard ve Macbeth olabilecek tipleri anlatıyorduk birbirimize. Yaşlıbaşlı bir adam olan ev sahibi  arkadaşımız:

– Ben de baylar, dedi, bir zamanlar bir Kral Lear tanımıştım.

Hepimiz:

– Nasıl olur? diye sorduk.

– Öyle işte. İsterseniz anlatayım…

– Lütfen! diyerek anlatmasını istedik.

Arkadaşımız da hemen öyküsüne başladı.

I

On beş yaşıma dek bütün çocukluğum, köyde, *** ilinde geniş toprakları olan annemin yurtluğunda geçti. Artık geçmişe karışmış olan bu zamandan bende kalan en unutulmaz anı, yakın komşumuz Martin Petroviç Harlov’un anısıdır. Gerçekten böyle bir anı kolay kolay unutulamazdı. Harlov’a benzeyen birine yaşamım boyunca bir daha raslamadım. Gözlerinizin önüne dev gibi bir adam getirin! Kocaman  gövdesinin üstünde boyunsuz, korkunç, bir az da eğri duran bir kafası vardı. Hemen gür kaşlarından başlayan sarımtırak kır renkte bir yığın saç, kafasında dimdik duruyordu. Derisi tüyü olunmuş bir tavuğu andıran koca yüzünde iri, etli bir burnu vardı. Gök mavisi küçük, ama tepeden bakan iki gözü; yüzüyle bir renkte, eğri, çatlamış, küçük bir ağzı vardı. Bu ağızdan boğuk da olsa çınlayan bir ses çıkıyor; bu ses, kötü kaldırımlı bir sokak üzerinde demir çubuklar taşıyan bir arabanın gıcırtısını andırıyordu. Harlov, her zaman rüzgârlı bir havada, geniş bir yarın öte yanındaki bir adamla konuşuyor gibi bağıra bağıra konuşurdu. Yüzünden neler okunduğunu anlatmak oldukça zordu. Çünkü bu yüz, öyle bir bakışta iyice görülemezdi. Yalnızca bu hoşa gitmeyen bir yüz de sayılmazdı; onda bir büyüklük de göze çarpmaktaydı, ama ne de olsa görülmemiş, şaşırtıcı bir yüz. Ya ellerine ne dersiniz: her biri yastık gibiydi. Ya parmakları, ya ayakları! Anımsıyorum, Martin Petroviç’in iki arşın enindeki sırtına, değirmen taşını andıran omuzlarına saygılı bir korkuyla bakardım; ama en çok kulakları tuhafıma giderdi. Yanaklarının yukarı doğru ittiği girintili çıkıntılı kulakları, bizim “kalaç” dediğimiz ekmeklere

benziyordu. Martin Petroviç, kış yaz belinden bir Çerkez kuşağıyla bağlanmış yeşil çuhadan bir Kazak ceketi, ayaklarına da katranlı çizmeler giyerdi. Hiç boyunbağı takmazdı, hem nereye takacaktı ki? Bir boğa gibi, ağır ağır ve güçlükle soluk alırdı. Bir odada, her şeyi kırmaktan, devirmekten sakınır gibi yavaş, dikkatli, sinsi sinsi ve yan yan yürürdü. Gerçekten Herkül gibi güçlüydü; bunun içindir ki bizim oralarda büyük bir saygı kazanmıştı. Halkımız,  babayiğitlerin önünde bugün bile saygıyla eğilir. Onun için bir takım söylenceler de uydurulmuştu: Bir kez ormanda karşısına çıkan bir ayıyı elleriyle yere sermiş; bir kez de otlağında gördüğü hırsız bir köylüyü arabasıyla, atıyla birlikte çitin üzerinden atmış…

Kısacası, buna benzer daha birçok şey! Kendi gücüyle hiç böbürlenmezdi; “Elim kolum güçlüyse, bu Tanrı vergisidir,” derdi. Gene de gururlu bir adamdı; ama gücüyle değil, soyu sopuyla, akıllılığıyla övünürdü.

– Soyumuz, diyordu, Siveç (İsveç sözünü böyle söylerdi) Harlos’tan gelir. Bu Harlos, pek eski zamanlarda Prens Kara İvan Vasilyeviç döneminde Rusya’ya gelmişti; işte bu Siveç Harlos, kendi yurdunda bir Fin kontu olarak kalmaktansa bir Rus soylusu olmak istemiş, adını soyluların altın kitabına yazdırmıştı. Görün bakın, biz Harlovlar nereden gelmişiz? Bunun içindir ki biz Harlovlar hep sarı saçlarla, açık renkli gözlerle, ak pak yüzlerle dünyaya geliriz. Gerçekten kar altında büyümüşüzdür.

Bir gün ona karşı çıkma cüretini gösterdim; dedim ki:

– Ama Martin Petroviç, Kara İvan Vasilyev diye biri yoktur; Korkunç İvan Vasilyev vardır, “Kara” sanı büyük Prens Vasiliy Vasilyeviç’e verilir.

Harlov, hiç istifini bozmadan:

– Saçlamama, dedi, ben öyle söylüyorsam öyledir.

Bir gün annem, gerçekten pek tok gözlü olduğunu söyleyerek onu yüzüne karşı övmeye kalkıştı.

Harlov, bayağı canı sıkılarak:

– Eh, Natalya Nikolayevna, bunun için de insan övülür mü hiç? dedi. Biz soylular, başka türlü davranamayız ki! Bize bağlı herhangi bir köylünün bizim için kötü şeyler düşünmemesi gerekir. Benim soyum, Harlov’un soyu, pek yükseklerden gelir.

(Bu sözleri söylerken parmağıyla tavanı gösterdi.) Bizde onur olmaz olur mu hiç?

Olmamasına olanak var mı?

Bir kez bizde konuk olarak kalan önemli bir kişi, Martin Petroviç’le alay etmek istedi. Martin Petroviç, Rusya’ya gelen o Siveç Harlos sözüne başlayınca, bu önemli kişi sözünü kesti:

– Şu Goroh Çar (*) zamanında gelen, değil mi? dedi.

Öteki karşılık verdi:

– Hayır, Büyük Prens Kara İvan Vasilyev zamanında, dedi.

– Bence soyunuz sopunuz çok daha eski olsa gerek. Mastodontların, megaliterlerin yaşadığı Nuh tufanı öncelerine dek bile çıkar…

Bu bilimsel terimler Martin Petroviç’e pek yabancı geliyordu. Ama önemli kişinin alay ettiğini anladı.

– Belki, gerçekten soyum pek eskidir, dedi. Atam Moskova’ya geldiği zaman derler ki, orada ekselansınızdan pek aşağı olmayan bir budala yaşıyormuş. Böyle budalalar

da ancak bin yılda bir dünyaya gelir.

Önemli kişi, küplere bindi: Harlov ise başını arkaya doğru attı, çenesini ileri uzatarak homurdandı, çıktı gitti. İki gün sonra yine geldiğinde annem ona çıkışmak

istedi, ama Harlov annemin sözünü keserek:

– Yooo hanımefendi, dedi, ona ders olsun! Karşısında kim olduğunu öğrenmeden bir daha insana sataşmaya kalkışmasın. Daha genç, öğrenmesi gerek.

Önemli konuk, Harlov’la hemen hemen yaşıttı. Ama bu dev adam, herkesi delikanlı yerine koyuyordu. Kendisine pek çok güveni vardı, kimseden de korkusu yoktu. Arada bir:

– Bana bir şey yapmak, kimin haddine düşmüş, öylesi daha anasından doğmamıştır,

der, kısık ama insanı sağır edecek denli gür bir sesle gülmeye başlardı.

II

 

Annem, dostluklarında pek titiz davranırdı; yalnızca Harlov’u ayrı bir sevgiyle kabul eder, kusurlarına da aldırış etmezdi. Yirmi beş yıl önce atların yuvarlandığı derin bir çukurun hemen başında arabayı durdurarak annemin yaşamını kurtarmış.

Dizginlerle koşumlar paramparça olmuş, ama Martin Petroviç tırnaklarının altından kan fışkırdığı halde gene de tuttuğu tekerleği bırakmamış. Annem onu, evinde yetiştirdiği on yedi yaşında öksüz bir kızla evlendirmişti. Martin Petroviç, o zaman kırk yaşlarındaydı. Karısı ince yapılıydı; onu evine avucu üstünde götürmüş, derlerdi. onunla kısa bir süre yaşadı. Bununla birlikte, kadın ona gene de iki kız çocuğu doğurmuştu. Annem kadının ölümünden sonra da Martin Petroviç’i korumayı sürdürdü. Büyük kızını soyluların gittiği kız sanat okuluna yerleştirdi; sonra da ona bir koca buldu. İkinci kızı için de bir kısmet hazırlamıştı. Harlov, işlerine iyi bakardı. Elinde üç yüz hektar kadar toprak vardı, yavaş yavaş da bu toprağın üzerinde birtakım yapılar yükseltmişti. Köylülerine gelince; onu nasıl saydıklarını söylemeye gerek yoktur. Ağır gövdeli olduğu için hemen hemen iç yürümez, “Toprak beni taşıyamaz” derdi. Her yere alçak, küçük arabasıyla gider, otuz yaşındaki, yaşlı ve cılız kısrağı kendisi sürerdi. Kısrağın boynunda bir yara izi vardı. Bu yarayı Borodino Savaşı’nda Muhafız Süvari Alayı’ndan bir başçavuşun astıyken almıştı. Bu kısrak, sanki dört ayağıyla aksarmış gibi yürürdü. Yürüyüş bilmezdi, bozuk bir tırısla giderdi. Yolun kıyısındaki mis otlarıyla pelinleri yerdi. Bu zavallı arık atın böyle bir ağırlığı nasıl taşıdığına hep şaşar dururdum.

Komşumuzun kilosunu söylemeye cesaret edemiyorum. Arabada, Martin Petroviç’in arkasında Kazak kılıklı, esmer küçük uşağı Maksimka da vardı. Bütün vücuduyla, yüzüyle efendisine abanırdı. Çıplak ayaklarıyla arka tekerleklerin dingiline basınca, önündeki koca kitleye rasgele yapışmış bir yaprağı ya da bir böceği andırırdı. Gene bu çocuk, haftada bir Martin Petroviç’i tıraş ederdi. Bunun için de bir masanın üstüne çıktığı söylenirdi. Kimi şakacılar da bir yandan bir yana geçmek için efendisinin çenesi çevresinde koşmak zorunda kaldığını söylerlerdi. Harlov, uzun uzun evde oturmayı sevmezdi. Bu yüzden emektar arabasıyla, bir elinde dizgin (dirseğini biraz yukarı kaldırarak öbür elini dizinin üstünde tutardı), kafasının  tepesinde kalan küçücük eski kasketiyle sık sık yollarda görülürdü. Ayı gözlerigibi küçük gözleriyle çevresine erkekçe bakar, rasladığı bütün köylüleri, tüccarları, zanaatçıları gür sesiyle selamlar, hiç sevmediği papazlara yakası açılmadık sövgüler savururdu. Bir gün elimde tüfekle yolda bana rasladığı sırada yolun kıyısındaki tavşanı görünce: “Kaçırma! Tavşan!” diye öyle bağırdı ki akşama dek kulaklarım çınladı durdu.

Devamı için kitabı satın alabilirsiniz… Tanıtım amaçlı yayınlanmıştır.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Herman Melville – Benito Cereno

Editor

Notre Dame’ın Kamburu

Editor

Direksiyon Adam

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası