Bir deniz kazasında yaralanınca korsanlar tarafından esir alınan cesur Viking savaşçısı, Londra’ya getirilir. Bir sirkte, kafes içinde kilitli tutularak gezdirilmektedir. Dilini bilmediği bu ülkede, kafesin içinde sadece kendi dilinde konuşarak yardım istese de, hiç kimse onu anlamamaktadır. O güne dek…
Krista Hart, toplumsal sorunlar ya da sosyal adaletsizlikle ilgili yazmaktan çekinmeyen bir gazetecidir. Son zamanlarda şehrinde epey meşhur olmuş sirki görmeye gider ve duyduğu yabancı dildeki sözcükleri anlar. Çünkü o dili bilmektedir. Esir düşen Viking’in yardım çığlığını duyan Krista, onu kurtarmanın bir yolunu bulabilecek midir? Peki ya cesur Viking’in o kafesten çıkması, gerçekten kurtulduğu anlamına gelir mi?
Krista, adlandıramadığı bir çekim hissettiği bu adama yardım edebilmek için ne kadar ileri gidebilir?
***
1
İngiltere, 1842
Leif neredeyse çıplak olan vücudunu soğuğa karşı ısıtmak için sahip olduğu tek şey olan ince battaniyenin altında ürperdi. Henüz bahar gelmemişti; şehrin yollan çamurlu, hatta hâlâ yer yer buzluydu. Cılız güneş zaman zaman bulutlar arasından çıkıp kendini gösteriyordu.
Keskin bir rüzgâr battaniyenin kenarını savurdu ve Leif onu daha sıkıca sardı etrafına. Taştan yapılmış, alçak duvarlarla belirlenmiş, eğri büğrü yollar üzerindeki birkaç köyden oluşan bir kırsalda yol aldığı dışında, nerede olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Dört günden fazla bir zamandır buralardaydı. Gerçi zaman kavramını yitirmiş de olabilirdi. Kesin olarak bildiği tek şey küçük gemisi, buranın kuzeyinde bir yerde, dokuz arkadaşını suyun dibindeki mezara gönderip kendisini de hırpalanmış ve vücudundaki kırıklarla bırakarak, kayalıklı bir sahile vurmuştu.
Bir çoban onu buz gibi dalgaların arasında yatarken bulmuş ve evine alarak yüksek ateşten kurtulana kadar ona bakmıştı. Tacirler geldiğinde, Leif hayatla ölüm arasındaydı. Çobana gümüş sikkelerle ödeme yapıp, Leif’i sürükleyerek götürmüşlerdi.
Onu, bu yabancı topraklarda yaşayan tüm insanlardan farklı olduğu için istiyorlardı. Onların dilini konuşamıyor söyledikleri tek bir kelimeyi bile anlamıyordu. Görünüşe göre bu durum onları eğlendiriyor ve bir şekilde değerinin artmasına neden oluyordu. Erkeklerin birçoğundan en az on santimetre daha uzundu ve vücudu çok daha kaslıydı. Bazıları onun gibi sarışın olmalarına rağmen çok azı sakallıydı vc hiçbiri onunki gibi uzun ve kabarık değildi. Ve Leif’in saçları omuzlarını geçecek kadar uzunken, onlarınki kısa kesilmişti.
Leif, çobanın kulübesinden bir yük arabasının arkasına atılıp götürülürken zayıflı, kendini koruyabilecek durumda değildi. Gücünü kazanmaya başladıkça onu alıp götüren insanlar, korkmaya başlamıştı ve Leif’in elleriyle ayakları ağır demir şeritlerle zincirlenmişti. Onun boyutlarında ki bir adam için yeterince büyük olmayan bir kafese tıkılmıştı vc bir hayvan gibi yerdeki samanların üzerinde diz çökmek zorundaydı.
Bu düşman topraklarda bir mahkûm, acımasız bir eğlencenin aracı olarak insanlara sergilenecek bir gariplikti. Onu görmek için para ödüyorlardı, bunu biliyordu. Onu buraya getiren, yüzünde yara izi olan şişman adam kafesin etrafına doluşan insanlardan para topluyordu. Adam -adı Snively idi onu kışkırtmak için dövüyor ve kırbaçlıyordu. Görünüşe göre bu, onu görmek için para veren insanların hoşuna gidiyordu.
Leif, adamdan nefret ediyordu. Hepsinden nefret ediyordu.
Yaşadığı yerde özgür bir adamdı, halkı arasında önemli bir yere sahipti. Babası ona, güvende olduğu evini bırakmaması için yalvarmıştı ama o yaşadığı adanın dışındaki dünyayı görmek için yola çıkmıştı. O zamandan beri, kafesinin biraz dışını görebilmişti ve içindeki nefret, öfke aç bir canavar gibi benliğini kemirmekteydi.
Her gün tanrılara, kaçması içi yardım etmeleri ve o gün gelene kadar ona güç vermeleri için dua ediyordu. Bunun olacağına dair kendine söz veriyordu, gerçekleştireceğine yemin ediyordu ve bu aklını kaçırmasına engel olan tek şeydi.
Ama günler geçiyor, kaçmasına hiçbir fırsat yakalayamıyordu ve içindeki umutsuzluk derinleşmeye başlamıştı. Olmasını istedikleri hayvana dönüşmeye başladığını hissediyordu ve sadece ölümle huzura kavuşabilecekti.
Leif karanlık umutsuzlukla savaştı ve bir gün yine özgür olacağına dair küçük umuda sarıldı.
2
Londra. Ingiltere 1842
“Sana söylüyorum kızım, görevini yerine getirme zamanı!” Hampton Kontu damarlı ellerini masaya vurarak homurdandı.
Krista Hart bu sesle yerinden zıpladı. “Görevim mi? Tahammül edemediğim bir adamla evlenmek neredeyse hiç görevim değil!” Mansfield Dükü’nün konağında bir baloya katılmışlardı. Kütüphanenin duvarları arasından Krista, yukarıdaki bol aynalı balo salonunda çalan sekiz enstrümanlı orkestranın müziğini duyabiliyordu.
“Lord Albert’ın nesi var?” Gümüşi saçlı, uzun boylu adam – büyükbabası – hafifçe eğildi ve açık mavi gözlerini Krista’ya dikti. “Genç ve tipsiz de değil. Lindorf Markizi’nin ikinci oğlu, İngiltere’nin en seçkin ailelerinden birinin üyesi.” “Lord Albert su katılmamış bir ahmak. Adam kendini beğenmişin teki, burnu havada ve son derece bencil. Kendini bir şey zannediyor ama birazcık olsun zeki bile değil ve ben onunla evlenmekle hiç mi hiç ilgilenmiyorum.”
Büyükbabasının kırışık yüzü kıpkırmızı oldu. “Londra’nın tamamında seni memnun edecek bir adam var mı acaba Krista? Olmadığına inanmaya başlıyorum. Soyumuzun sürmesi için bana bir erkek torun vermek senin mesuliyetinde ve zaman akıp gidiyor!”
“Görevimi biliyorum büyükbaba, bana defalarca hatırlatıldı.” Doğrudan bir erkek varis olmadığından, merhum kralın özel bildirisi ile Hampton ismi, ailede kız tarafından ilk erkek çocuğa geçebilirdi. Annesi öldükten sonra bu varisi dünyaya getirmek Krista’nın görevi olmuştu. “Evliliğe gönülsüz değilim. Ben sadece… ”
“Sadece şu lanet gazeteni yönetmekle çok meşgulsün.” Gazete kelimesini söyleyişindeki hararet yüzünün kırmızı tonuna çok uyuyordu. “Baban, anneni sıradan biriymiş gibi çalışma hevesi konusunda şımarttı ve şimdi de seni şımartıyor. Tanrı aşkına, bizim sosyal statümüzdeki edepli kadınların hiçbiri çalışmıyor. Ya da senin saçma sapan dergini çıkarmak için yaptığın gibi düşük tabakadan insanlarla arkadaşlık etmiyor.”
“Kalpten Kalbe hiç saçma değil. Yazılarımız bilgi verici olduğu kadar eğitici de ve ben yaptığımız işle son derece gurur duyuyorum.”
Büyükbabası kuvvetlice öksürdü. “Lanet olası gazeten bir yana, artık geleceği düşünmenin zamanı. Yaşayan tek varisim olarak sorumluluklarını üstüne alıp bana ihtiyacım olan erkek varisi verme zamanı.”
Krista kütüphanedeki gösterişli masanın yanında duran büyükbabasına doğru yürüdü. Uzun etekli, mor, ipek elbisesinin içindeki tarlatan, bacakları hareket ettikçe hışırdıyordu. Daha önce birçok kez bu konuşmayı yapmışlardı ve hep aynı şekilde sonuçlanmıştı. Ama Krista, büyükbabasını seviyordu ve onu mutsuz etmek istemiyordu.
Büyükbabasına doğru eğildi ve onu solgun yanağından öptü. “Senin benim için istediğin kadar ben de bir eş ve bir aile istiyorum büyükbaba ama Lord Albert gibi bir adamla evlenmeyi reddediyorum. Zamanı gelince doğru adamla karşılaşacağıma eminim.”
Ve belki de çoktan karşılaşmıştı. Krista geçen hafta babasının, Matthew Carlton adındaki bir arkadaşı ile tanışmıştı.
Matthew, Lisemore Kontu’nun ikinci oğlu ve aynı zamanda bir doçentti. Tam da ailesinin evlenmesini isteyeceği tarzda bir adamdı ve Matthew gerçekten de ciddi bir ilişki sürdürmek istiyor gibi görünmüştü.
Yine de Krista, büyükbabasına bu konudan bahsetmeye cesaret edememişti çünkü kendisine ve belki de Matthew’a bile baskı yapacağından korkuyordu.
Kont, Krista’nın gözlerine baktı. “Mutsuz olmanı istemiyorum. Bunu anlıyorsun, değil mi?”
“Biliyorum. Merak etme zamanla işler yoluna girecek.” En azından umudu bu yöndeydi. Fakat sosyal statüsündeki diğer kadınlardan biraz farklıydı Krista. Modaya ayak uyduramayacak kadar uzun, daha balıketli ve çok daha özgürdü. Kapısının önünde bekleyen bir dolu talibi yoktu ve büyükbabası da bunu biliyordu.
“Zaman,” diye dudak büktü Kont, “Benim gibi yaşlı bir adamın sahip olmadığı bir şey.”
Krista eğildi ve büyükbabasının ince elini tuttu, “Bu doğru değil. Sen hâlâ çok güçlüsün, bunu inkâr etme.” Fakat ona baktığında yaşlandığını görebiliyordu. Yakın bir zamanda evlenip bir çocuk sahibi olmazsa unvan, Kont’un çok korktuğu gibi, uzaktan kuzenine geçebilirdi.
Yaşlı adam iç çekti. “Sabrımı zorluyorsun kızım,” diye söylendi.
“Özür dilerim büyükbaba. Elimden gelenin en iyisini yapıyorum.”
Krista daha fazla konuşmadı, büyükbabası da. Kütüphaneden çıkarken ona bir öpücük attı ve balo salonundan gelen eğlencenin sesine doğru yürümeye başladı. Ama artık dans edecek durumda değildi, sadece eğleniyormuş gibi yaptı.
Yine de büyükbabasına söz vermişti ve saat daha erkendi. Evin içinde babası ve baloda ona eşlik eden en iyi arkadaşı Carolee Whitmore’u aramaya başladı. Matthew Carlton’ı düşündü ve ihtimalleri merak etti.
Leif, içinde bulunduğu kafesin parmaklıklarına yaslandı.
Uzaktan, köye ne zaman gezici bir kumpanya girse, müzik çalmaya başlayan makinenin garip ve şiirsel sesini duyabiliyordu. Güneş doğmuştu ve onu biraz ısıtıyordu ama kafesi gölgedeydi ve buz gibi bir rüzgâr çıplak teninde tüylerini diken diken etmişti. Giydiği tek kıyafet bir hayvanın, anca kasıklarını kapatacak büyüklükteki benekli postuydu. Isıtma konusunda hiçbir işine yaramıyordu.
Kafesinin parmaklıklarından dışarı doğru baktı. Son birkaç haftadır artık ne kadar zamandan beri hapis olduğunun hesabını tutamaz olmuştu. Tekrar tekrar başındaki gardiyana saldırmış, özgürlüğü için deli gibi savaşmış fakat yine kelepçelenip zincirlere vurulmuştu. Kaçmak için gerçekten hiçbir şansı yoktu.
Aşağı doğru eğildi ve kafesinin zeminini kaplayan nemli yığının arasından bir kamış çekti. Kendi toprakları dışındaki dünyayı görmek istemişti. Elindekini tıkındı. Bu yabancı memlekette sayısız şaşırtıcı şey görmüştü. Varlığını bildiği hiçbir hayvana benzemeyen hayvanlar, memleketindeki köyünün tamamından bile daha büyük evler görmüştü. Her biçimden ve ebattan farklı renklerde insanlar vardı. Eğer bu kafeste kilitli olmasaydı, bu yeni ve tuhaf dünyada gördüğü yerler ve manzaralar onu büyüleyebilirdi. Ama bunun yerine hâlâ bir mahkûmdu, kafese kapatılmış ve canavarmış gibi davranılan bir mahkûm.
Tutsak edildiği günden beri insanlar ona gülmüş, alay etmiş, taş atmış ve dövmüşlerdi. Deli olduğunu sanıyorlardı ve bazı günler buna o da inanmıştı. En kötüsü ona acıyanlardı. Acı çekmesine neden olan zalimliklere ağlayan kadınlar görmüştü. Onların merhametini istemiyordu ama bu durum dünyadaki bütün insanların, onun özgürlüğünü çalanlar gibi olmadığını düşünmesini sağlamıştı. Belki bir gün ona yardım etmek isteyen birini bulabilirdi. Keşke onlarla konuşabilseydi, anlamalarını sağlayabilseydi.
Her gün yaptığı gibi tanrılara sessizce dua etti, ona yardım etmeleri için yalvardı.
Belki bir gün ederlerdi. Bugün bile olabilirdi.
Kafesi etrafında kalabalık oluşmaya başlarken Leif bu düşüneeyc tutundu.
Bu gece gökyüzü bulutsuzdu, dolunay Londra sokaklarını aydınlatıyordu. Atların nallarının çıkardığı tıkırtıları dinlerken arabanın kadife koltuğunda arkasına doğru yaslandı Krista ve gecenin bitiyor oluşuna memnundu.
“Tanrım, büyükbabamın katılmam için ısrar ettiği bu partilerden nefret ediyorum.” Yaklaşık bir ay önce Mansfield Dükü’nün kütüphanesinde tartıştıkları geceden beri, Krista davetiyesini aldığı her balo ve ev partisinde hazır bulunuyordu. Şu anda da Camden Markizi tarafından verilen bir müzikalden eve dönmekteydi.
Büyükbabası onun bir koca bulmasını istiyordu. Bunu gerçekleştirmek yükümlülüğü vardı.
Matthew Carlton’un görüntüsü ve geçen birkaç hafta boyunca onun Krista’yı elde etmek için gösterdiği çaba canlandı kafasında. Uğraşları artık sonuç veriyor olabilirdi.
Yumuşak bir ses arabanın içine doğru fısıldadı. “Bence parti harikuladeydi.” Yanındaki koltukta, Briarhill Akademisi’ndeki günlerinden beri en iyi arkadaşı olan Coralee Whitmore, arabanın kadife minderine yaslandı, “Eğer yarın yapacak işlerimiz olmasaydı, gün doğana kadar dans edebilirdim.”
Upuzun ve sarışın olan Krista’nın aksine, Coralee minyon yapılı, koyu bakır saçlı ve yeşil gözlüydü. Küçük, hatları belirgin bir yüzü vardı. Dans etmeyi, partileri çok severdi ye hiçbir zaman yorulmazdı. Ama Krista ve babasının sahibi olduğu Kalpten Kalbe adlı haftalık dergi, her ikisi için de öncelik haline gelmişti. Bu Londra’nın en sosyetik balolarından birini, gece yarısından hemen sonra terk etmek anlamına gelse bile.
Daha uzun görünse de, Krista’nın annesi Margaret Chapman. Hart ailesinin isteklerine ve kadının toplumdaki yerini belirleyen yazısız kurallara karşı gelerek dergiyi kuralı 6 yıl olmuştu. Üç yıl sonra annesi hastalandı ve uzun, sancılı bir sürecin sonunda Krista’yı sarsılmış ve kederli, babasını ondan daha da bedbaht bir şekilde bırakarak vefat etti.
Kilisenin avlusunda bulunan annesinin mezarı başında durduğu o gün Krista, on sekiz yaşına henüz girmişti. Babası yanında sessiz sessiz ağlıyordu. Gazetenin annesi için ne kadar önemli olduğunu bildiğinden yönetimi ele almıştı. Sonradan bunun ona bir yaşama amacı verdiğini ve iyileşmesine yardım ettiğini fark etmişti. Kalpten Kalbe‘yi başarıya ulaştırmakta kararlıydı Krista ve buna ulaşmak için ne yapması gerekiyorsa yapacaktı.
Arabanın karşı tarafından bir ses geldi ve Krista babasının yumuşak horlamasına gülümsedi. Sör Paxton Hart, kraliçe tarafından gizemli dillerin araştırılmasına yönelik katkılarından ötürü şövalye unvanı verilmiş emekli bir tarih profesörüydü. İlk İskandinav göçmenlerin konuştuğu eski Norveççe babasının uzmanlık alanıydı. Viking kültürü profesörün branşıydı ve karısı öldüğünden beri kendini tamamen işine vermişti.
“Babamın bu geceden ne kadar zevk aldığını görebilirsin,” dedi Krista, Corric’ye, babasının koltuktaki duruşuna bakarken. Başı kırmızı kadife mindere garip bir açıyla dayanmaktaydı. Düz, neredeyse çok uzun bir buruna ve griye dönmekte olan kahverengi saçlara sahip, uzun boylu, ince bir adamdı.
“Baban yaptığı çalışmalardan çok daha fazla zevk alıyor.”
Krista koltukta doğruldu. Açık yeşil, tafta balo elbisesi altında, belini sıkıştıran korseyi unutmaya çalışıyordu, “Babam büyükbabamla birlikte bana bir koca bulmak için bu kadar kararlı olmasaydı baloya kesinlikle gelmezdi.”
“Ve sanırım en son aday da Matthew Carlton,” diye takıldı Corrie. “Bu gece onunla en az üç kere dans ettin. Sana teklif etmek için babandan izin istediğini duydum.”