Anton Çehov, oyun yazarı olarak ün kazanmış olmasına rağmen, esasen öyküleri ile tüm dünya edebiyatında tanınmış bir yazardır. “Vanya Dayı”, “Üç Kız Kardeş”, “Martı” ve “Vişne Bahçesi” adlı oyunları ile tanınan Çehov, kendi adı ile anılan bir öykücülük tarzı da oluşturmuş ve bu nedenle tüm dünyada kabul gören bir kuramcı olmuştur. Çehov Tarzı öykücülüğün, Türk edebiyatındaki en önemli temsilcileri Sait Faik ile Memduh Şevket Esendal’dır.
Anton Çehov’un öyküleri, klasik vaka planı ile yazılmış öyküler değillerdir. Bu öyküler, belirgin bir olayın değil, bir anlık durumun veya düşüncenin etrafında oluşan duygu ve düşünceleri anlatır. Çehov’un öyküleri, kahramanlarını doğal ortamlarında ele alarak, başı ve sonu belli olmayan kesitler sunar.
Çehov’un “Acı Çekenler” adlı öyküsünde, birbirlerini çok seven ve birbirlerini aşırı düşünen bir karı-kocanın aşkları ve bağlılıkları konu edilmektedir. Karı ve kocanın bir tiyatro kumpanyasında çalışan kişiler olmaları, Çehov’un tiyatro yazarlığı özelliğinin bu öyküye de yansımasına neden olmuştur. Çehov, bu öyküyü tiyatro çevresinden ve tanık olduğu tiyatrocuların yaşamından esinlenerek yazmıştır.
Öykünün ana fikri, “gerçek sevgili canından çok sevgilisini düşünen kişidir” düşüncesidir. Ancak öykünün son cümlesi, öykünün diğer bir ana fikri olarak “Sağlıklı ruh sağlıklı bedende bulunur” ifadesini sunar.
Öykünün konusu, Lizoçka adında genç bir tiyatro oyuncusunun hastalanması ve kocası Vasya’nın ona olan düşkünlüğüdür. Lizoçka’nın “Ölürsem kocam ne yapar?” diye üzülmesi, kocasının da onun başından ayrılmadan iyileşmesini beklemesi öykünün merkezinde yer alır.
### Acı Çekenler
Lizoçka Kudrinskaya adındaki genç bayan aniden ciddi bir şekilde hastalanır. Kocası Vasya, o gün işe gitmez ve annesine telgraf çeker. Lizoçka hastalanmasını şöyle anlatır:
“Lesnoye’deki teyzemin yanına gitmiştim. Orada bir hafta kaldım, sonra hep birlikte kuzenim Varya’nın evine konuk olduk. Varya’nın kocası umacının, zorbanın biridir. Gene de hoşça vakit geçirdik. Birincisi, ‘Soylu Bir Ailede Rezalet’ adında bir amatör piyeste rol aldım. Ah, Hrustalev öyle güzel oynadı ki, görmeliydiniz! Perde arasında konyak karıştırılmış buz gibi limonata verdiler. Konyaklı limonata tıpkı şampanyaya benzer. Eh, ben de biraz içtim, ama başlangıçta bir şeyim yoktu. Ertesi gün temsilden sonra Hrustalev’le bir araba tutup gezintiye çıktık. Hava biraz rutubetliydi, rüzgâr esiyordu. İşte o sırada üşütmüş olmalıyım. Üç gün sonra ‘Eve gideyim de biricik Vasya’mı göreyim, bakalım neler yapıyor? Bu arada çiçekli ipek entarimi de alayım.’ dedim. Vasya’cığımı evde bulamadım. Praskovya’ya semaveri koyup çay yapmasını söylemek için mutfağa gittiğimde masanın üstünde körpe turplar, havuçlar gördüm, tıpkı oyuncak şeylere benziyorlardı.
Tuttum, bir havuç yedim, bir de turp. Sakın çok yediğimi sanmayın! Birden mideme bir bıçak sapandı sanki. Buruldu, buruldu, buruldu. Öleceğim sandım. Vasya işinden geldi o sırada. Beti benzi attı zavallıcığın, canının sıkıntısından saçlarına sarıldı, koşup doktor getirdi.
Anladınız, değil mi, neredeyse ölecektim!”
Lizoçka, doktorun müdahalesiyle biraz rahatlar. Saat gece iki olmuştur. Mavi abajurdan gece lambasının fersiz ışığı süzülmektedir. Lizoçka hâlâ yataktadır. Dantelli beyaz başlık bağladığı başı yastığın koyu kırmızı zemini üzerinde daha da göze çarpmaktadır. Solgun yüzüne, yuvarlak, biçimli omuzlarına abajurun nakışlı gölgesi düşmüştür. Kocası Vasili Stepanoviç ayakucunda oturuyor. Zavallıcık, karısı eve döndü diye öylesine mutludur ki, ama hastalandığı için çok korkmaktadır. Karısının uyandığını görünce;
— “Liza’cığım, kendini nasıl hissediyorsun?” diye sorar.
— “Şimdi daha iyiyim,” diye inler Liza’cık. “Midemdeki kasılmalar geçti, ama uyku tutmuyor gözümü, uyuyamıyorum.”
— “Meleğim, koyduğumuz kompresi değiştirelim mi?”
Liza’cık ağır ağır doğrulur, bu sırada acı duyduğunu göstermek istercesine yüzünü buruşturur, başını zarif biçimde yana eğer. Vasili Stepanoviç kutsal bir iş yapıyormuş gibi, parmaklarını karısının ateşten yanan tenine dokundurmaya korkarak kompresi değiştirir. Lizoçka büzüşür, soğuk su tenine değdikçe gıdıklanıp gülür, sonra yeniden yatağına yatar.
— “Benim yüzümden sen de uyumadın,” der kocasına.
— “Uyumasam da olur.”
— “Benimkisi sinirden, Vasya’cığım. Sinirli bir insanım. Doktor midem için ilaç yazdı, ancak ben onun hastalığımı anlamadığı kanısındayım. Midemden değil benim sorunum, sinirden; yemin ederim sinirden! Şimdi bütün korktuğum nedir, biliyor musun? Hastalığım daha da kötüleşirse ne yaparız?”
— “Yok, Liza’cığım! Göreceksin, yarın bir şeyin kalmayacak!”
— “Hiç sanmam! Ben kendim için korkuyor değilim… Bana hastalığım vız geliyor, ölmeye bile hazırım. Asıl acıdığım sensin! Beni yitirince yalnız kalmandan korkuyorum.”
Vasya’cık karısıyla sık sık birlikte olamadığı için yalnızlığa alışmıştır, ancak Liza’nın bu sözleri onu gene de kaygılandırır.
— “Sen neler söylüyorsun, Tanrı aşkına! Bu can sıkıcı düşüncelerin nedenini bir anlayabilsem!”
— “Başa gelen çekilir… Biraz üzülürsün, ağlarsın, sonra alışırsın. Hatta evlenirsin de…”
Dertli koca üzüntüden saçlarını yolur.
— “Peki, peki, sen dediklerime bakma!” diye yatıştırır Liza onu. “Sen her şeye hazır olmaya çalış gene de…”
Genç kadın gözlerini kapar, “Gerçekten bir de ölüverirmişim…” diye geçirir içinden. Ölümü gelir gözlerinin önüne. Döşeğinin çevresini annesi, kocası, kuzeni Varya, akrabaları, yeteneklerine hayran olanlar almıştır; son nefesini vermeden “Bağışlayın!” diye fısıldar. Hüngür hüngür ağlar herkes. Ölüsü nasıl da soluk yüzlü! Ona pembe giysilerini giydirirler (bu ona çok yakışır), çiçeklerle dolu, ayakları yaldızlı, pahalı bir tabuta koyarlar. Günlük kokusu yayılır çevreye, mumlar çıtır çıtır sesler çıkarır. Kocası tabutunun başından ayrılmaz, hayranları gözlerini ondan alamazlar. “Tıpkı canlı gibi! Tabutun içinde nasıl da güzel duruyor?” derler. İşte kiliseye götürülür. İvan Petroviç, Adolf İvanıç, Varya’nın kocası, Nikolay Semyonıç, ona konyaklı limonata içmeyi öğreten kara gözlü üniversite öğrencisi tabutunu taşır. Tek üzüntüsü, müzik çalınmamasıdır.
Cenaze ayininin bitiminde yakınlarından teker teker ayrılır. Tabutunun püsküllü kapağı kapanır üstüne. Gün ışığından tümüyle kopar Liza’cık.