Bir Budistin olağanüstü öyküsü..
Hayatınızı değiştirecek olan kişiyle karşılaşacağınız an için kimse hazırlamaz sizi. Ben burada biriyle karşılaşıp aşık olmak ve evlenmek gibi bir şeyden söz etmiyorum. Hayatınızı tamamen değiştiren ve sizi hiç ummadığınız bir yola saptıran bir insandan bahsediyorum. Hayatımı değiştiren adam Geoff idi ve Geoff’tan öğrendiğim bir şey varsa, o da şudur; fikrini değiştirmeye başladığın zaman her şeyi değiştirmeye başlarsın..
İnsan hayat için soyut bir anlam aramamalıdır. Başarılması istenen somut bir görevin yerine getirilmesi için hayatta herkesin belirli bir işi ya da misyonu vardır. Onun misyonunu başkası yapamaz ve yaşamı da tekrarlanamaz. Böylece herkesin görevi ve bunu yerine getirmek için eline geçecek olan fırsat tektir.Hayatta her durum insan için bir meydan okuma ve çözülmesi gereken bir sorun olduğuna göre, hayatın anlamı sorusu da aslında tersine çevrilebilir. Sonuç olarak, insan ‘hayatın anlamı nedir’ diye sormamalı, aslında sorulanın kendisi olduğunu kabul etmelidir. Tek kelimeyle, her insan hayat tarafından sorgulanır; ve hayata sadece kendi hayatı için cevap vererek yanıtlayabilir…
‘Tutkulu… enerji dolu, sıradışı ve beklenmedik bir bestseller’
Daily Express
BöLüm Bir
Hayatınızı değiştirecek olan kişiyle karşılaşacağınız an için kimse hazırlamaz sizi. Ben burada biriyle karşılaşıp aşık olmak ve evlenmek gibi bir şeyden söz etmiyorum. Hayatınızı tamamen değiştiren ve sizi hiç ummadığınız biryola saptıran bir insandan bahsediyorum.
Hayatımı değiştiren adam Geoff İdi. Aslında ben değişmek, yeni biryola girmek istemiyordum. Hiçbir şey istemiyordum, istediğim sadece bir içkiydi.
Berbat bir gün geçirmiştim, aslında korkunç bir haftaydı o hafta. Pazartesi günü iki buçuk yıllık sevgilimden ayrıldım. Aslına bakılırsa giderilmesi olanaksız bazı farklılıklar yüz ünden o terk etti beni bunların en büyüğü de benimle, hayatını paylaşmamı istediği zengin, yakışıklı ve nazik adam arasındaki farktı. Ben de ondan sonra yokuş aşağı gitmeye başladım.
Ö günlerde, yani 2000 yılının yaz aylarında güneşli Holloway’de bir bilgisayar şirketinde, aslında ıtsthebusiness.com adresli bir site için çalışıyordum. İnternet bağlantıları korkunçtu ama biz yine de onlarla rahatça başa sıkabiliyorduk. Aslında benim görevim yazılan yazılan okumak ve bizim web sitesine gitmeden önce gereken düzeltmeleri yapmaktı, yani düzeltmendim. Ama resmi olmayan görevim, gelen saçma sapan yazıları düzeltip okunabilir hale getirmek ve sonra da yazılarında bir virgülün bile değişmesini istemeyen öfkeli yazarların ateşine karşı savunmaya geçmek oluyordu. Aslına bakarsanız bu adamların çoğu virgülün nereye konacağını bile bilmiyorlardı.
Bunlar profesyonel yazarlar değillerdi elbette. Oh. hayır efendim. Parlak editörümüz Martin yeni bir fikir atmıştı ortaya, pazarlama oyunumuza göre ilginç yazılar işadamları tarafından ve işadamlar. için yazılacaktı. Yani kendi tarzlarında, kendi lügatlerine göre yazacaklardı adamlar, [illerine mektup imzalamak dışında kalem almamış olanlar bile akıllarına geleni yakabilirlerdi. Bazıları bunun riskli bir oyun olduğunu söyleyebilirdi ama hiç kuşkusuz ucuz bir oyundu bu. Editörümüz sitenin finansmanıyla ilgili olarak birçok zengin işadamını ikna edebilmek için böyle parlak bir fikir geliştirmişti İşte.
Aslına bakarsanız ıtsthebusiness.com adresli sitemiz boş yere övünmek isteyenlerin sitesiydi ama benim için tam bir baş ağrısıydı. Şu anda en büyük baş ağrısı, bizi yanlış yorumlar nedeniyle mahkemeye vermekle tehdit eden West Brotmvich’Ü bir linolyum üreticisiydi. Sağ olsun Martin bütün suçun bende olduğunu söylüyordu—sözde ben bu adamın yazısını tanınmayacak kadar değiştirmiştim, lîu durumda elbette ben de birden kendimi kaybettim ve söylememem gereken bazı şeyler söyledim. Böylece resmen uyarılmıştım ve şu anda da reklam bölümünden arkadaşım Steve ile birlikte The Three Crowns’a gidiyordum.
İlk biramı bitirdikten sonra Martin’e söylenmeye başladım; Adamın beni suçlamaya hiç hakkı yoktu, ben onun taliınaiına göre hareket ediyordum, korkak bir hergeleydi o herif. İşe yaramaz fikri yüzünden paralarını kaybettiğini zengin arkadaşlarına söyleme cesaretini bulamıyor, bana çatıyordu adam. Bana göre elindeki fırsatları kullanmasını beceremeyen bir adamdı o. Daha fazlasına da cesaret edemiyordu, sonunda işini bile kaybedebilirdi.
“Belki de hepiniz Öyle olacaksınız.”
Oraya girdiğimiz zaman Geoff’u görmemiştim. Belki de çok öfkeliydim. Barın sonunda oturmuş gazete okuyor ve bir sarma sigara içiyordu. Tepesi açılmış, ellili yaşlarında, hafif göbekli ve teni güneşten yanmış, yıpranmış bir adamdı. Aslında olağanüstü bir adam değildi, dikkat çekecek bir yanı da yoktu.
nsı dostum,” dedim ve tekrar Steve’e döndüm, ama o tuvalete gidiyordu galiba.
Geoff, “özür dilerim, konuşmanıza istemeyerek kulak misafiri oldum,” dedi ve gülümsedi.
“önemli değil.” Biraz sonra biramı bitirdim ve barmenden bir tane daha istedim—bu sinirli halimle geri dönmek ve Martin’in eline bana karşı yeni bir koz vermek istemiyordum.
O sırada Stcve tuvaletten geri geldi ve bana baktı, suratı sapsarıydı. “Tanrım, tuvalet leş gibi kokuyor, girmek hiç kolay değil! Büroya geri dönene kadar beklemem daha iyi olacak galiba.”
Barın sahibi olan kadın özür diledi, dışarıdaki ağaç kökleri kanalizasyon borusunu patlatmıştı. Tamircileri çağırmıştı ama onlar da ancak iki gün sonra gelebileceklerdi. Şu anda yapabileceği bir şey yoktu . . . kadın üzgün bir İfadeyle Geoff’a baktı. O da yüzünü buruşturdu ve başını çevirdi.
“Onu tamir ettirmelisin Shirley. Hem de iyi onarılmak, tamam mı?”
“Tamam, tamam, biliyorum, elbette tamir edilecek orası.
Ama şimdilik yani, Geoef, ne olur!”
Geoff ona bakarak İçini çekti, sonra gazetesini bıraktı ve barın arkasındaki kapıdan çıkıp gitti.
Bartn sahibi olan kadın. “Müthiş bir adam bu GeofF,” dedi. “Her işi hemen hallediveriyor.”
Geoff bir süre sonra geri döndü ve elindeki bahçe hortumunu göstererek, “Şimdi bir gönüllü istiyorum,” dedi.
Steve ile birbirimize baktık, bizden bir destek beklememeliydi adam. Fakat içeride bizden başka sadece birkaç genç kız ve köşede köpeğiyle birlikte uyuklayan şu yaşlı adam vardı.
“Korkmayın canım, sadece musluk açacaksınız.”
Steve yerinden bile kımıldamadı ve başını iki yana salladı.
Geoff o zaman başını bana doğru salladı ve “O halde sen gel bakalım,” diyerek erkekler tuvaletine gitti.
Başımı iki yana sallayarak Steve’e baktım.
O da bana baktı ve “Derin bir nefes al,” diye öğüt verdi.
Dediğini yaptım ve Geoff’un arkasından gittim. Adamın mırıldanması canımı sıktı ama içerisi gerçekten iğrençti. Erkekler tuvaletinin içi tam bir rezaletti, kirli beyaz yer parkelerinin İyice temizlenmesi, değişmesi gerekiyordu—insan zorlanmadıkça böyle bir yerde bir saniye bile kalmak istemezdi. Geoff kollarını sıvamış, döşemenin ortasındaki metal kontrol kapağıyla uğraşıyordu.
“Şunu musluğa takar mısın?”
Hortumun bîr ucunu bana uzattı ve ben de onu köşedeki çatlak lavabonun soğuk su musluğuna taktım. Dönüp etrafa baktım ama birden midem bulandı.
GeofF kontrol kapağını kaldırdı ve döşemedeki kare şeklindeki çukura baktı; çukurun içi lağım suları ve pislik doluydu. Pis su ve insan dışkılarının içinde yüzen tuvalet kağıdı parçalan da vardı. Bir de prezervatif gördüm. Geoff yere diz çökerek kol saatini çıkardı ve cebine koydu. Sonra hortumun diğer ucunu alarak çukurun içine soktu ve dibine doğru itti, kolu dirseğinin üstüne kadar o korkunç pisliğin içine batmıştı.
Sonra bana, “Musluğu sonuna kadar aç,” dedi.
Dediğini yaptım, musluğu sonuna kadar açtım ve çukurdaki su yavaşça yükselmeye başladı, biraz sonra tuvaletin zeminine yayılacaktı pis sular. Biraz sonra gurultuya benzer bir ses duyuldu ve suyun yüzünde büyük bir su kabarcığı, baloncuk meydana geldi. Fakat çukurdaki su yükselmeye devam ediyordu. Geoff biraz daha temiz olan havayı solumak için başını yana doğru çevirdi. Sonra hortumu biraz daha derine itti.
Kolu koltuk altına kadar suya gömüldü ve “Daha çok aç,” diye bağırdı.
Musluğu çevirmeye çalıştım ama sonuna kadar açmıştım, “Daha fazla açılmıyor,” derken boğazımın kuruduğunu hissettim. Midem bulanıyor, içtiğim bira boğazıma doğru geliyordu. Ama kanalizasyon suyu hâlâyükseliyordu.
Geoff bir şeyler homurdandı, pis kokuya yüzünü buruşturdu ve biraz geri çekildi. Yine homurdanarak hortumu birkaç kez çekip itti, sonunda gülümsedi ve “Tamam işte, oldu bu iş” dedi. Çukurun içindeki pis sular önce yavaşça, sonra hızla çekilmeye, gitmeye başladı ve Geoff elinde basınçlı su veren hortumu çukurun içinde gezdirerek dipteki deliği iyice açtı. Çok geçmeden çukurun içi aniden tamamen boşaldı. Geoff çukurun içindeki kolunu geri çekti ve kirlenen kolunu diğer elindeki hortumla iyice yıkadı. Bana bakarak gülümsedi ve “Teşekkür ederim,” dedi. “Sen artık birana geri dönebilirsin.”
Koşarak çıktım oradan ve bardaki yerime döndüm, gördüğüm manzara şaşırtmıştı beni. Saçmalıktı bu . . . kahramanlık denemezdi buna. Geoff un yaptığı iş gerçekten cesaret isterdi ve adeta şoke olmuştum. Steve’e neler olduğunu anlatıyordum ki Geoff çok geçmeden yanımıza geldi. Bira bardağını aldı ve bir hamlede hepsini içti.
Ona baktım ve “Umarım o pis kolunu sabunla yıkamışsındır.” dedim.
Kolunu sıvadı, sağa sola çevirerek bize gösterdi ve sonra sırıtarak, “Bir bebek poposu kadar temiz,” dedi.
“Kolunu tüm o pisliğin içine sokarken miden bu lan m adı
Omzunu silkti. “Ama bunun yapılması gerekiyordu, değil
mi?”
“Evet ama sen yapmak zorunda değildin.”
“Elbette hayır, ama o zaman Shirley iki gün daha bu pisliği çekmek zorunda kalacaktı. Ama adamlar iki gün sonra da gelmeyebilirler. Zavallı kadın müşteri kaybedebilirdi. Yani orası onarılana kadar gülmezdim ben buraya. Siz gelir miydiniz peki?”
Steve’le beraber aynı anda başlarımızı iki yana salladık.
“Pekala, onu o halde bıraksaydım bana ne derdiniz acaba?”
“Bunun normal olduğunu herhalde.”
Adam güldü. “Cesur olmadığımı da söylerdiniz ama, değil mi?”
Başımı salladım.
Geoff tekrar güldü ve “Aslına bakarsan, çözebileceğin bir sorunu zamanında çözmezsen daha sonra çok daha kötü şeyler olabilir,” dedi. “Yani senin işyerindeki durumun da buna benziyor gibi geldi bana.”
Steve’le bakıştık.
Geoff tütün kutusunu aldı ve “Evet, artık gitmem gerekiyor,” dedi. “Yardımın için teşekkür ederim sana.” Shirley’i başıyla selamladı ve çıkıp gitti.
Barda derin bir sessizlik vardı. Köşedeki yaşlı adam ve köpeği hâlâ uyuyorlardı. Kızlar gitmişti. Shirley’ye baktım ve “Kimdi bu adam?” diye sordum.
Kadın gülümsedi ve “Oh. Geoff, bizim Buddha’mızdır o,” dedi.
Ondan sonra bir hafta boyunca Geoffu düşündüm, özellikle benim şirketteki durumumu bardaki lağım çukuruna ben/etmesinİ unutamıyordum. Adam belki de bunu kastetmemişti ama ben öyle anlamıştım. Aslında büroda berbat bir koku vardı. Benim Martin’e neler söylediğimi ve uyarı aldığımı herkes biliyordu. Kısıtlı bir yerde olmamıza rağmen aramıza mümkün olduğunca fazla meşale koymaya bakıyorduk—hepimiz sürekli klavye seslerinin duyulduğu, tahta duvarlarla altı küçük büroya ayrılmış büyük bir salonda çalışıyorduk, tş konusunda Martinle konuşmak zorunda kalsak bile rahatsız oluyor, gayet resmi bir tavır takınıyorduk. Benim için hava hoştu, ama ikimiz de diğer arkadaşların rahatsız olduğunu ve yeni bir patlama beklediklerini biliyorduk. Çalışma yerimizde gergin bir hava esiyordu. Fakat ben bu durumu düzeltmek için kolumu çukura sokup sokmama konusunda tereddüt içindeydim. Martin’e kötü sözler söylemem elbette doğru bir şey değildi ama Linolyum üreticisi adamla ilgili olarak tamamen beni suçlamasına dayanamamıştım, orada haksızdı Martin. Adam bize dava açmaktan vazgeçince işler biraz düzelir gibi oldu—zaten dava açması için bir neden de yoktu. Fakat adam bizimle olan üyeliğini iptal etti ve bizi CBI’ye, DTI’ye ve West Midland’deki tüm Ticaret Odalarına şikayet edeceğini söyledi. Martin’e göre buna neden olan da bendim.
Bu arada belki Bay GeofTla tekrar karşılaşırım umuduyla The Three Crowns’a bir iki kez daha gittim. O adam sanki durumumla ilgili olarak bana bir fikir verebilirmiş gibi bir his vardı içimde. Fakat Shirley bana onun çok seyrek geldiğini ve Öğle saatlerinde ise pek uğramadığını söyledi. Shirley’den Geoflf hakkında bilgİ almak istedim ama kadın da pek fazla bir şey bilmiyordu onun hakkında; sadece adam Budist’ti —lakabı da oradan geliyordu iyi bir insandı, insanlara karşı nazikti ve iyi bir dinleyiciydi. Kadının söylediğine göre Geoff çok da pratik bir adamdı—sadece kanalizasyon onarımı konusunda söylemiyordu bunu ve tuvaletini de iyice tamir ettirmiş, temizletin işti.
Fakat Shirley onun gerçekten Budist olduğuna pek inanmıyordu; çünkü adam sigara, içki içiyordu, bir gün barda kıymalı börek yemişti ve bir gün adamın birine kızmış, küfürler etmişti. “Aslında Budistler’in barışçıl, sakin İnsanlar olduğunu söylerler, öyle değil mi?” Kadına haklı olduğunu söyledim ve çıktım oradan.
Fakat birkaç gün sonra tamamen şans eseri, işten çıkmış Metroya doğru yürürken Geoff’un bir dükkandan çıktığını gördüm ve çok sevindim, “Hey, canlı kanal açma makinesi!” diye seslendim ona.
Birkaç saniye tanıyamamış gibi boş gözlerle baktı bana ve sonra, “Vay canına, benim muhteşem asistanım!” dedi. “İşler nasıl gidiyor bakalım?” Neden bilmiyorum birden içimi dökmeye başladım ona. İşlerin berbat gittiğini, Martin’le aramızın bir türlü düzelmediğini, takdir edilmediğimi, kendimi yaln.z ve yorgun hissettiğimi ve Angie’nin beni terk etmesiyle mah-volduğumu anlattım ona . . . utanmasam ağlayacaktım onun önünde. Kendimi patlamak üzere olan bir baraja benzettim.
Geoff berbat bir halde olduğumu anladı ve birer bira içmemizi teklif etti.
Bir an düşündüm ve teklifini hemen kabul ettim, “Pekala, neden olmasın?” dedim. Bir birahaneye girdik. Şimdi düşünüyorum da o günün dönüm noktası olduğunu anlıyorum.
Birinci biramızı içerken Geoff, “Biliyor musun Ed?” dedi. ‘Aslında sorun olan şey sorunlar değildir.” “Nasılyani?” Geoff sırıtarak yüzüme baktı. “Yanİ demek İstiyorum ki
bizi üzen şeyler aslında sorunlar değildir. Biz kendi kendimizi üzer. başımıza dert açarız.”
Onu anlamakta zorlanıyordum.
“Aslında her şey bizim olaylara bakış açımıza, genelde kendimiz ve hayat hakkındaki duygu ve düşüncelerimize göre değişir. Bir de bunlar hakkında ne yapacağımıza göre elbette.”
“Pekala…” Onunla aynı fikirde olduğum söylenemezdi ama adamı biraz zaman tanımalıydım—henüz yeni başlamıştı konuşmaya.
“Diyelim ki kendini berbat hissediyorsun. Kendine olan inancını yitirdin, hiçbir işin yolunda gitmiyor, bir türlü toparlanamıyorsun. Yani hayatın çekilmez bir halde devam ediyor. Bu dediklerim sana bir şey ifade ediyor mu?”
“Hem de çok şey ifade ediyor.”
“Tamam, işte böyle hissederken karşına bir sorun çıktığında içindeki tüm olumsuzluklar dışarı çıkar, tamam mı? ‘Tanrım, yine mi? Neden bunlar hep benim başıma gelir ki?’ dİye söylenirsin.”
Başımı salladım, “işte hayatımın hikayesi.”
“Tamam. İşte böyle hissettiğin an her şey daha da berbatlasın Bu korkunç durumdan asla kurtulamayacağını, her şeyini kaybettiğini düşünürsün.”
Tekrar başımı salladım, adam haklıydı.
Geoff. “Ama aslında sorun olan şey sorunun kendisi değildir,” dîye devam etti. “Sorun olan şey senin onu nasıl gördüğün, nasıl tepki gösterdiğindir.”
“Hımm . . . Pekala.”
“Çünkü temelde kendine inanıyor ve güveniyorsan -ben buna yüksek yaşam durumu diyorum- aynı sorun seni biraz üzebilir, kafanı karıştırabilir ama sonuçta bunun için bir çözüm, bir çıkış yolu bulabilirsin—doğru mu? Ve yaşam durumun çok yüksekse sorun sana hiç de ağır gelmeyecektir.”
…..