Kocasının ölümünden beri Cassie Robichaud’nun hayatı pişmanlık ve yalnızlıkla doludur. New Orleans’taki köhne Kafe Rose’da garsonluk yapan Cassie, her gece evinin yolunu tutup tek odalı dairesinin ıssızlığına sığınmaktadır. Ancak gizemli bir kadının kafede bıraktığı küçük defteri bulunca Cassie’nin dünyası sonsuza kadar değişir. Defterde okuduğu şaşırtıcı derecede açık itiraflar Cassie’yi sarsıp aklını başından alır ve en sonunda onu, kadınların en çılgın, en mahrem cinsel fantezilerini yaşamalarına yardım olmaya adanmış gizli bir dernek olan S.E.C.R.E.T’la tanıştırır.
Cassie kısa süre sonra kendini, muhteşem erkeklerle paylaştığı on esrik fanteziden oluşan heyecan verici bir yolculuğun içinde bulur. Çekingenliklerinden yavaş yavaş kurtulmaya başlarken, onu dönüştüren, ona tutkuyla yaşama cesareti veren yeni bir özgüven keşfeder kendinde. Eşit derecede kışkırtıcı, özgürleştirici ve duygusal açıdan güçlü olan S.E.C.R.E.T, fantezinin gerçek olduğu esrarlı bir dünyadır.
İstediğin her şey… İstemediğin hiçbir şey…
***
Nita’ya…
1
Garsonlar, beden dilini okumak konusunda ustadırlar. Huysuz bir ayyaşla aynı çatı altında yaşayan öfkeli eşler de öyle. Ben, her ikisiydim; on dört yıllık bir eş ve neredeyse dört yıllık bir garson. İşimin bir parçası da müşterilerin ne istediğini kimi zaman kendilerinden bile önce anlamaktı. Eski eşimle de bunu yapabiliyordum; daha kapıdan içeri girdiği anda onun ne istediğini tam olarak tahmin edebiliyordum. Ancak bu becerimi kendi üzerimde uygulamak, kendi ihtiyaçlarımı tahmin etmek istediğimde, yapamıyordum.
Garson olmayı planlamamıştım. Bunu planlayan var mıdır ki? Eski kocam öldükten sonra, Kafe Rose’da iş buldum. Bunu takip eden dört yıl boyunca, acıdan öfkeye, derken bir tür uyuşukluk haline geçerken hizmet edip durdum. İnsanlara hizmet ettim, zamana hizmet ettim, hayata hizmet ettim. Aslında, işimi seviyordum. New Orleans gibi bir kentte, Kafe Rose gibi bir yerde çalıştığınızda, gözde müşterileriniz, ya da iş arkadaşlarınıza kakalamaya çalıştığınız birkaç müşteriniz oluyor. Dell, doğru dürüst bahşiş vermedikleri için bölgenin eksantrik müşterilerine servis yapmaya tahammül edemiyordu. Ama ben en güzel hikâyelere kulak misafiri oluyordum. Bu yüzden bir anlaşma yapmıştık. O öğrencilere ya da çocuğu ve bebek arabası olan müşterilere servis yaparken, ben de eksantrikler ve müzisyenlerle ilgileniyordum.
En çok çiftleri seviyordum; özellikle bir çifti. Bunu söylemem garip olabilir ama onlar içeri girdiğinde, midemde kelebekler uçuşmaya başlıyordu. Kadın, otuzlarının sonlarındaydı; Fransız kadınlarının güzelliğine sahipti. Işıltılı bir teni, kısa saçları ve buna rağmen inkâr edilemez kadınsı bir havası vardı. Erkeği, yani sürekli birlikte geldiği adam, temiz yüzlü biriydi; kahverengi saçları çok kısa kesilmişti. İnce, uzun boyluydu; zinde görünüyordu, kadından biraz daha gençti sanırım. Adam da kadın da alyans takmıyorlardı; bu yüzden ilişkilerinin hangi boyutta olduğundan emin değildim. Ancak ne olursa olsun, derin ve özel bir ilişkiydi. Az önce sevişip gelmiş ya da öğle yemeklerini hızlıca yiyip sevişmeye gideceklermiş gibi görünüyorlardı hep.
Her oturduklarında aynı şey oluyordu. Adam dirseklerini masaya dayıyor, ellerini kadına doğru açıyordu. Kadın biraz bekliyor, sonra yavaşça dirseklerini masanın üzerine, adamınkilerin önüne koyuyordu. Ellerini avuçları açık halde ve birbirlerininkine üç santim uzaklıkta tutuyorlardı; sanki birbirlerine dokunmalarını engelleyen hafif bir güç vardı. Yalnızca bir saniye sürüyordu bu; büyüsünü kaybetmeden ya da benim dışımda biri tarafından fark edilmeden bitiyordu. Sonra parmakları kenetleniyordu. Adam, kadının kendi elleriyle sarılmış parmak uçlarını birer birer öpüyordu. Hep soldan sağa. Kadın gülümsüyordu. Bunlar çabuk, çarçabuk oluyordu; sonra ellerini birbirlerinden ayırıyorlar ve mönüye göz atıyorlardı. Onları izlemek ya da izlediğimi belli etmeden izlemeye çalışmak, içimde derin, tanıdık bir özlemi tetikliyordu. Sanki adamın eli benim elimi, kolumu, bileğimi okşuyormuş gibi, kadının hissettiklerini hissedebiliyordum.
Benim hayatımda böyle tutkular olmamıştı hiç. Şefkat nedir, bilmiyordum. Harareti de öyle. Eski kocam, Scott, ayıkken kibar, cömert ve düşünceli olabiliyordu. Ama boğazından içki geçtiği anda, bu özelliklerden geriye eser kalmıyordu. O ölünce, çektiği ve çektirdiği bütün acılar için ağladım; ama onu hiç özlemedim. Birazcık bile. İçimde bir şeyler köreldi, sonra öldü, derken son sevişmemin üzerinden beş yıl geçti. Beş Yıl. Bu tesadüfi bekârlığı, beni takip etmekten başka şansı kalmamış sıska, yaşlı bir köpek gibi görüyordum. Beş Yıl, gittiğim her yere benimle birlikte geliyor, dilini çıkarıyor, patilerinin üzerinde tırıs tırıs yürüyordu. Ben giysi denerken, Beş Yıl prova odasının yerinde dili dışarıda yatıyor, parlayan gözleri benim yeni bir elbise içinde daha güzel görünme çabamla dalga geçiyordu. Beş Yıl, isteksizce gittiğim her randevuda masanın altına kuruluyor, ayaklarımın dibinden ayrılmıyordu.
Çıktığım randevuların hiçbiri beni anlamlı bir ilişkiye götürmedi. Otuz beş yaşına geldiğimde, “bunun” bir daha asla olmayacağına inanmaya başladım. İstenmek, bu adamın bu kadını arzuladığı gibi arzulanmak, dilini asla öğrenmeyeceğim, altyazıları giderek bulanıklaşan yabancı bir filmden çıkma bir şeydi sanki.
“Üçüncü randevu,” diye mırıldandı patronum, beni şaşırtarak. Pasta tezgâhının arkasında, bardakların üzerindeki bulaşık makinesi izlerini silen Will’in yanında duruyordum. Benim çifti fark ettiğimi fark etmişti. Ben de her zamanki gibi onun kollarını fark etmiştim. Üzerinde kollarını dirseklerine kadar kıvırdığı kareli bir gömlek vardı. Kaslı kolları güneşte sararmış tüylerle kaplıydı. Onunla yalnızca arkadaş olmamıza karşın, zaman zaman, bunun hiçbir şekilde farkında olmadığı gerçeğiyle daha da güçlenen seksiliğinden biraz etkileniyordum.
“Belki de beşinci randevu, değil mi? Kadınlar flört ettikleri adamla yatmak için beşinci randevuyu mu bekliyorlar?”
“Bilmem.”
Will bana bakarak koyu mavi gözlerini devirdi. Artık benim kimseyle flört edemiyor olmam konusundaki yakınmalarımı hoş görmüyordu.
“Onlar ilk günden beri böyleler,” dedim tekrar çiftime bakarak. “Gözleri birbirlerinden başka bir şey görmüyor.”
“Onlara altı ay veriyorum,” dedi Will.
“Kötümser bir tahmin,” diye karşılık verdim başımı iki yana sallayarak.
Bunu sık sık yapıyorduk; iki müşteri arasındaki hayali ilişkiye dair tahminler yürütüyorduk. Bu bizim aramızda küçük bir oyun, bir zaman geçirme yöntemiydi.
“Tamam, şuraya bak. Şu genç kadınla bir tabak midyeyi paylaşan yaşlı adamı görüyor musun?” Will tedbirli bir şekilde, çenesiyle başka bir çifti işaret etti. Kendinden çok daha genç bir kadınla beraber olan yaşlıca adama açık açık bakmamak için boynumu eğdim.
“Onun en yakın arkadaşının kızı olduğuna dair bahse girerim,” dedi Will, sesini alçaltarak. “Kız nihayet mezun olmuş ve onun hukuk bürosunda çalışmak istiyor. Ama artık yirmi bir yaşında olduğu için, adam ona asılacak.”
“Iyy. Ya kız onun kızıysa?”
Will omuz silkti.
Salı günü için hayli kalabalık olan salona göz gezdirdim. Köşede yemeklerini bitirmek üzere olan bir çifti işaret ettim. “Şu ikisini görüyor musun?”
“Evet.”
“Bence ayrılmak üzereler,” dedim. Will bana hayal dünyasında fazla ileri gitmişim gibi baktı. “Aralarında hemen hiç göz teması yok. Ayrıca yalnızca adam tatlı siparişi verdi. Onlara iki kaşık götürdüm ama adam kadına bir lokma bile ikram etmedi. Kötüye işaret!”
“Bu her zaman kötüye işarettir. Bir erkek daima tatlısını paylaşmalıdır,” dedi Will göz kırparak. Gülümsemek zorunda kaldım. “Hey, şu bardakları silme işini sen bitirir misin lütfen? Benim Tracina’yı almam gerek. Yine arabası bozulmuş.”
Tracina geceleri çalışan ve Will’in bana çıkma teklifinde bulunup bir yere varamayacağını anlamasının ardından bir yılı aşkın süredir flört ettiği garsondu. Will’in bana olan ilgisi gururumu okşuyordu ama bundan etkilenip harekete geçecek durumda değildim. Patronumla flört etmekten çok bir arkadaşa ihtiyacım vardı. Ayrıca, arkadaşlığımız öylesine derinleşmişti ki, bütün çekime karşın, bazı şeylerin platonik kalmasını sağlamak o kadar da zor olmuyordu… onu gece geç saatlerde, gömleğinin üst düğmesi açılmış, kolları sıvanmış halde, parmaklarını gür, kır saçlarının arasından geçirerek çalışırken yakaladığım kimi zamanlar dışında. Ama silkelenip bu duygudan kurtulabiliyordum.
Sonra Tracina ile flört etmeye başladı. Bir keresinde onu Tracina’yı sırf onunla çıkabilmek için işe almakla suçlamıştım.
“Öyleyse ne olmuş? Patron olmanın tek tük faydalarından biri işte,” demişti.
Bardakları silmeyi bitirdikten sonra, çiftimin hesap fişini çıkardım ve ağır ağır onların masasına doğru ilerledim. Kadının bileziğini ilk olarak işte o anda fark ettim; küçük, altın süslerle bezenmiş kalın bir altın zincir.
Olağandışı, soluk sarı bir altındı bu. Süslerin bir tarafında Roma rakamları, diğer tarafında ise okuyamadığım sözcükler vardı. Zincirde bunlardan bir düzine kadar olmalıydı. Adam da bu mücevherden büyülenmiş gibiydi. Parmaklarını altın süslerin üzerinde gezdirirken bir yandan da iki eliyle kadının bileğini ve kolunu okşuyordu. Dokunuşu kesin ve kararlı, boğazımın sıkışmasına ve göbek deliğimin ardındaki bölgenin ısınmasına neden olacak şekilde sahipleniciydi. Beş Yıl.
“Buyurun,” dedim, sesim bir oktav yükselmişti. Hesabı, masanın üzerinde onların kollarının olmadığı tarafına bıraktım. Benim varlığım karşısında afallamış gibiydiler.
“Ah, teşekkürler!” dedi kadın doğrularak.
“Memnun kaldınız mı?” diye sordum. Neden onlardan utanıyordum ki?
“Her zamanki gibi mükemmeldi,” dedi kadın.
“Harikaydı, teşekkürler,” diye ekledi adam, cüzdanını karıştırırken.
“Bırak ben ödeyeyim. Hep sen ödüyorsun.” Kadın yana uzandı, çantasından cüzdanını çıkardı ve bana kredi kartını uzattı. Hareket ederken bileziği şangırdıyordu. “Al bakalım, canım.” Benimle aynı yaşlardaydı ve bana “canım” diyordu. Özgüveni bunu yapmasına izin veriyordu. Kartı aldığımda, gözlerinde bir merak kıvılcımının yanıp söndüğünü gördüm. Üzerimdeki lekeli kahverengi iş gömleğini mi fark etmişti? Üzerine bulaşan yemeğin rengiyle uyumlu olduğu için sürekli giydiğim gömleği? Birden görüntümün bilincine vardım. Aynı zamanda yüzümde hiç makyaj olmadığını da fark ettim. Ah Tanrım, ya ayakkabılarım… kahverengi ve düz. İnce çorap da giymemiştim, inanması zor ama soket çoraplarım vardı. Bana neler olmuştu? Ne zaman vaktinden önce orta yaşlı, rüküş bir kadına dönüşmüştüm?
Masadan uzaklaşıp kredi kartını önlüğümün cebine koyarken yüzüm yanıyordu. Yüzüme soğuk su çarpmak için doğruca tuvalete yöneldim. Önlüğümü düzeltip aynaya baktım. Kahverengi kıyafetler giyiyordum çünkü pratikti. Elbise giyemem. Ben garsonum. Dağınık atkuyruğuma gelince, saçlarım geriye doğru toplanmış olmak zorunda. Kural bu. Bir demet kuşkonmaz gibi, lastik tokayla şöyle bir toplayıvermek yerine daha düzgün tarayabilirdim ama. Ayakkabılarım, ayaklarına pek özen göstermeyen bir kadının ayakkabılarıydı; oysa ayaklarımın güzel olduğunu söylerlerdi hep. Düğünümden önceki geceden beri profesyonel manikür yaptırmadığım da doğruydu. Ama öyle şeyler para israfı. Yine de işin bu raddeye gelmesine nasıl izin vermiştim? Resmen kendimi bırakmıştım. Beş Yıl, bitip tükenmiş bir halde tuvaletin kapısına yaslandı. Kredi kartı slipini alarak masaya döndüm, onlarla göz göze gelmekten kaçınıyordum.
“Burada uzun süredir mi çalışıyorsunuz?” diye sordu adam, kadın slipe imzasını atarken.
“Yaklaşık dört yıldır.”
“İşinizde çok iyisiniz.”
“Teşekkür ederim.” Yüzümün yanmaya başladığını hissediyordum.
“Haftaya görüşürüz,” dedi kadın. “Burayı çok seviyorum. Eski ama güzel.”
“Daha iyi günleri oldu.”
“Bizim için mükemmel,” diye ekledi kadın, bana slipi uzatıp adama göz kırparak.
İmzasına baktım; gösterişli ve ilginç bir şey bekliyordum. Pauline Davis sade ve küçük görünüyordu; o anda bu bana güven verici geldi.
Gözlerim, masaların arasından geçip kafeden çıkan çifti takip etti. Dışarıda öpüştüler ve ayrıldılar. Kadın, camın önünden geçerken içeri, bana baktı ve el salladı. Orada durmuş, onlara bakarken ne kadar salak görünmüştüm kim bilir. Ben de tozlu camın arkasından ona hafifçe el salladım.
Yan masada oturan yaşlı kadının sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp kendime geldim. “O hanım bir şey düşürdü,” dedi, masanın altını işaret ederek.
Eğildim ve küçük, bordo defteri yerden aldım. Oldukça eskimişti ve deri gibi yumuşacıktı. Kapağında altın rengi harflerle P.D harfleri vardı; sayfaların kenarları da aynı altın rengiydi. Yavaşça ilk sayfayı açtım, Pauline’in adresini ya da numarasını arıyordum ki gözüm kazara içindekilere takıldı: … ağzı üzerimde… kendimi hiç bu kadar canlı hissetmemiştim… yanardağ gibi içimde patlıyor… dalgalar halinde geliyor… beni eğdi…
Defteri hemen kapattım.
“Belki onu yakalayabilirsiniz,” dedi kadın ağzındaki hamur işini ağır ağır çiğneyerek. Ön dişlerinden birinin eksik olduğunu fark ettim.
“Artık çok geç herhalde,” dedim. “Ben… defteri saklarım. Buraya sık sık geliyor zaten.”
Kadın omuz silkti ve kruvasanından bir lokma daha aldı. Defteri önlüğümün ön tarafındaki garson kesesinin içine tıktım; belkemiğimden yukarı doğru bir heyecan ürpertisinin yayıldığını hissediyordum. Vardiyamın geri kalanı boyunca, tepeden yaptığı atkuyruğunda sabırsızca hoplayan duran bal rengi bukleleriyle Tracina gelene kadar, ön cebimde defterin canlılığını hissettim. Uzun süredir ilk kez, New Orleans’ın akşam karanlığında kendimi o kadar da yalnız hissetmiyordum.
.
Eve dönerken yılları saydım. Scott’la birlikte her şeye yeniden başlamak için Detroit’ten New Orleans’a gelişimizin üzerinden altı yıl geçmişti. Burada evler ucuzdu ve Scott da otomobil sektöründe tutunmayı umduğu son işi henüz kaybetmişti. İkimiz de, kasırganın ardından yeniden yapılanmaya çalışan bir şehirde yeni bir başlangıç yapmanın, aynısını yapma umudu taşıyan evliliğimiz açısından iyi bir zemin olacağını düşünmüştük.
Başka genç insanların da akın ettiği Marigny, Dauphine Caddesi’nde sevimli, küçük, mavi bir ev bulduk. Şansım yaver gitti, ben Metairie’de bir hayvan barınağında veteriner yardımcısı olarak iş buldum. Ama Scott bulduğu birkaç işi çevirdiği dolaplar nedeniyle kaybetti; sonra da içki içmeden dolaştığı iki yılı, içmeye kalkıştığı bir gecenin iki haftalık içki âlemine dönüşmesiyle heba etmiş oldu. İki yıl içinde beni ikinci kez dövünce, her şeyin bittiğini anladım. Birden, sarhoş yumruğunu suratıma patlattığı o ilk seferden beri kendini bana vurmaktan alıkoymak için ne kadar büyük bir çaba sarf ettiğini fark ettim. Bunun üzerine baktığım ilk yere, birkaç blok ötedeki tek odalı bir daireye taşındım.
Birkaç ay sonra bir gece, Scott aradı ve onunla Kafe Rose’da buluşmamı istedi; davranışları için özür dileyecekti. Ben de kabul ettim. İçkiyi bu kez temelli bıraktığını söyledi. Ama özürleri çok sığ geliyordu kulağa; davranışları da hâlâ sert ve savunmacıydı. Yemeğin sonunda ben gözyaşlarımı bastırmaya çalışıyordum; o da tepemde dikiliyor ve eğmiş olduğum başıma doğru son “özür”lerini tıslarcasına fısıldıyordu.
“Ciddiyim. Sesimin pişman gelmediğini biliyorum ama Casie, yüreğimde her gün sana yaptıklarımla yaşıyorum. Bunu unutmanı nasıl sağlayacağımı bilmiyorum,” dedi ve koşarak dışarı çıktı.
Tabii hesabı ödemeyi de bana bıraktı.
Dışarı çıkarken, garson arandığını söyleyen ilanı gördüm. Uzun zamandır veteriner kliniğindeki işimi bırakmayı düşünüyordum. Orada öğleden sonra vardiyasında kedilerle ilgileniyor, köpekleri yürüyüşe çıkarıyordum ama Katrina kasırgası sonrasında evsiz kalan köpekleri kimse sahiplenmiyordu; bu yüzden işim daha çok herhangi bir sağlık sorunu olmayan hayvanların sıska bacaklarında küçük bir noktayı tıraş ederek onları ötenaziye hazırlamaktı. Her gün işe gitmekten nefret etmeye başlamıştım. O kederli, yorgun gözlere bakmaktan nefret ediyordum. O gece restoran için başvuru formunu doldurdum.
Bu aynı zamanda Parlange yakınlarında yolun sular altında kaldığı ve Scott’ın arabasını False Nehri’ne sürüp boğulduğu geceydi.
Bunun kaza mı yoksa intihar mı olduğunu elbette merak ettim ama neyse ki sigorta şirketimiz bunu sorgulamadı. Sonuçta, Scott sarhoş değildi. Yol kenarındaki bariyerlerin cıvataları da paslanmış olduğu için, belediyeden yüklü bir tazminat aldım. İyi de Scott gece vakti orada ne arıyordu? Hayatına görkemli bir şekilde son vererek beni omuzlarımda ağır bir suçluluk duygusuyla bırakmak tam ona göreydi. O öldüğü için mutlu olmadım. Ama üzülmedim de. Sonrasında üzerimden hiç atamadığım bir hissizlik haliydi bu.
Onun Ann Arbor’daki cenaze töreninden döndükten iki gün sonra -tören boyunca tek başıma oturmuştum çünkü Scott’ın ailesi onun ölümünden beni sorumlu tutuyordu- Will beni aradı. Önce sesi beni şöyle bir sarstı; ses rengi Scott’ınkine çok benziyordu, tabii Will’in konuşurken dili dolaşmıyordu.
“Cassie Robichaud ile mi görüşüyorum?”
“Evet. Siz kimsiniz?”
“Benim adım Will Foret. Kafe Rose’un sahibiyim. Geçen hafta bize özgeçmişinizi bırakmıştınız. Acilen kahvaltı ve öğle yemeği vardiyasında çalışacak birini arıyoruz. Sizin pek deneyimli olmadığınızı biliyorum ama geçen gün görüştüğümüzde sizden iyi bir elektrik aldım ve…”
İyi bir elektrik?
“Ne zaman görüşmüştük?”
“Siz, şey, özgeçmişinizi bıraktığınızda.”
“Özür dilerim, elbette, hatırlıyorum. Özür dilerim, evet, perşembe günü gelebilirim.”
“Perşembe çok uygun. On buçuğa ne dersiniz? Size yapılması gerekenleri gösteririm.”
Kırk sekiz saat sonra, Will ile el sıkışıyor ve onu hatırlamamış olduğum gerçeğiyle kafamı iki yana sallıyordum. O gecenin etkisinde olmamdandı bu. Şimdi bunun şakasını yapıyorduk (“Evet, sende bıraktığım ilk izlenimle aklını başından aldığım zaman… aklında bile kalmayan ilk izlenim yani!) Ancak Scott’la kavgamdan sonra öylesine kalın bir sis bulutunun içindeydim ki, Brad Pitt’le konuşsam onu bile fark etmeyebilirdim. Bu yüzden Will ile yeniden karşılaşınca, onun iddiasız yakışıklılığı karşısında afallamıştım.
Will çok para kazanacağımı vaat etmedi. Kafe, popüler mekânların olduğu yerin biraz kuzeyinde kalıyordu ve geceleri kapalıydı. Üst katı genişletmekten söz etti ama buna da daha yıllar vardı.
“Genellikle bu bölgenin sakinleri buraya takılıyor ve yemek yiyor. Tim ve Michael’ın bisikletçisinde çalışanlar. Lotta müzisyenleri. Bazılarını eşikte uyurken bulabilirsin çünkü bütün gece verandada çalmışlardır. Saatlerce vakit geçirmeyi seven civardan karakterler. Ama bol bol kahve içerler.”
“Kulağa iyi geliyor.”
Will’in mesleki eğitimi, bulaşık makinesini ve kahve değirmenini göstererek bunların nasıl kullanılacağı konusunda talimatlar verdiği, temizlik malzemelerinin nerede saklandığını gösterdiği isteksiz bir turdan ibaretti.
“Belediye, saçların arkada toplanmak zorunda olduğunu söylüyor. Bunun dışında, ben çok titiz ve mızmız değilimdir. Üniformamız yok ama öğle yemekleri sırasında burası çok hareketli oluyor, bu yüzden pratik ol.”
“ ‘Pratik’ benim göbek adım,” dedim.
“Burayı yenilemeyi planlıyorum,” dedi Will, benim yer karolarındaki çatlağı ve tavanda pek de sağlam görünmeyen pervaneyi fark ettiğimi görünce. Mekân hayli eski ama sıcaktı, evime de yürüyerek on dakika uzaklıktaydı. Will, bana Kafe Rose’un adını, New Orleans sokaklarında el arabasıyla kendi kahve karışımını satan eski bir köle olan Rose Nicaud anısına verdiğini söyledi. Onunla anne tarafından akraba olduklarını anlattı.
“Aile toplantılarımızın fotoğraflarını görmelisin. Birleşmiş Milletler’den fırlamış bir grup gibi sanki. Hangi rengi ararsan var… Evet? İşi kabul ediyor musun?”
Hevesle başımı salladım, Will de tekrar elimi sıktı.
O günden sonra hayatım, Marigny’de birkaç blokla sınırlı olmaya başlamıştı. Bazen Tracina’nın Maison’da çalışan arkadaşlarından biri olan Angela Rejean’ı dinlemek için Treme’ye gidiyordum. Ya da Magazine’de antika veya ikinci el eşya satan dükkânları dolaşıyordum. Ama bu mahallelerin dışına pek çıkmıyordum. Resim Müzesi’ne ve Audubon Park’a gitmeyi tamamen bırakmıştım. Hatta, bunu söylemek garip olabilir ama hayatımın geri kalanını şehirde, denizi bile hiç görmeden geçirebilirdim.
Yas tuttum tabii. Ne de olsa Scott, hayatımda birlikte olduğum ilk ve tek erkekti. Bazen otobüste ya da tam dişlerimi fırçalarken ağlamaya başlıyordum. Karanlık bir odada uzun bir şekerlemeden uyanmak daima gözyaşlarımı tetikliyordu. Ama yasını tuttuğum Scott değildi. Ben, onun bitmek bilmez aşağılamalarını ve yakınmalarını dinleyerek geçirdiğim hayatımın kayıp on beş yılının yasını tutuyordum. Elimde bu kalmıştı işte. Scott’ın yokluğunda kusurlarımı yüzüme vurmaya ve hatalarımın altını çizmeye devam eden eleştirel sesi nasıl susturacağımı bilmiyordum. Nasıl olur da bir spor salonuna kaydolmazsın? Hiç kimse otuz beşini geçmiş bir kadını istemez. Tek yaptığın televizyon izlemek. Birazcık çaba sarf etsen çok daha güzel olabilirsin. Beş Yıl.
Kendimi işe verdim. Koşuşturmaca bana iyi geliyordu. Caddede kahvaltı veren tek yer bizdik; ahım şahım bir şey de yoktu: yumurta, sosis, kızarmış ekmek, meyve, yoğurt, poğaça ve kruvasan. Öğlen yemekleri de özensizdi;