“Sarayın taş döşeli odaları, buz mavisi mermerleri, abanoz kapıları, oymalı sütunları, görkemli direkleri ayaza çaldı. İnce yüzlü cariyeler, aslan yapılı çeriler, şahin bakışlı kapıkulları, kalın burma bıyıklı çorbacıbaşı, aydınlık yüzlü şehzade, mağrur çehreli valide sultan sarayın soğuğundan ürperdi. Hüzün, gecenin ayazıyla birleşip gün ağarıncaya kadar haşmetli sarayın tek tek bütün odalarını dolaştı. Tan yeri ağarırken gelip sultanın karşısına diz çöktü.”
Kimilerine göre “saltanat”, zebercet kakmalı altın tahtlar, elmas taşlı ışıltılı taçlar, samur kürkler, murassa kılıçlar, yedi cihana hükmetme, üç deryaya söz geçirmeler mânâsını taşımaktadır. Oysa Osmanlı hanedan mensupları için saltanata talip olma, çoğu zaman yağlı kementler, dilsiz cellatlar, kafes ardında kalma, her an ölümle burun buruna yaşama, tahttan indirilmeler, zindanlar, sürgünler, isyanlar anlamındadır.
Zannedilenin aksine hanedan sahiplerinin nasibine çoğu kez acı gülüşler, nizam-ı alem uğruna can verişler düşmüştür. Bütün bunların ötesine erişip padişahlık elbisesini kuşanan ise, peşinen ince bir yürek sızısını da kabullenmiştir.
Yürek sızısı, ince ince saltanat mensuplarının sol yanında her zaman sızım sızım sızlamış, halkın ferahı adına en büyük bedeli hep ödeyen Osmanoğulları olmuştur. Hakkın huzurunda hesap verme düşüncesiyle, zerre miktar haksızlık etmekten tir tir titreyen Osmanoğulları, aldıkları sorumluluk altında iki büklüm hale gelmişlerdir…
***
İÇİNDEKİLER
Önsöz 7
Giriş 15
Osman Bey / Han Yağması 17
Orhan Gazi / Hükümdarın Elinden Yenen Yemek 31
I. Murat / Sultan’ın Duası 45
Yıldırım Beyazıt / Rüzgara Vurulan Kelepçe 59
Yavuz Sultan Selim / En Büyük Zafer. 71
I. Ahmet / Baş Tacı 83
Melek Ahmet Paşa ile Esmahan Kaya Sultan / Mor Salkımlı Cennet Bağları 93
III. Selim / Ney Sesi 103
I. Abdülhamit / Özi Katliamı 113
Abdülaziz Han / Korku Dolu Gözler. 127
II. Abdülhamit / Ertuğrul Gemisi 139
Sarıkamış 157
Çöl Kaplanı / Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaası 165
Sultan Vahdettin / Son Padişahın İçine Akıttığı Gözyaşları 173
Orhan Mehmet Osmanoğlu / Memleket kokusu 185
ÖNSÖZ
GAYRIN NAZARINDA “saltanat”, zebercet kakmalı altın tahtlar, elmas taşlı ışıltılı taçlar, samur kürkler, murassa kılıçlar, yedi cihana hükmetme, üç deryaya söz geçirmeler manasını taşımaktadır. Oysa Osmanlı hanedan mensupları için saltanata talip olma çoğu zaman yağlı kementler, dilsiz cellatlar, kafes ardında kalma, her an ölümle burun buruna yaşama, tahttan indirilmeler, zindanlar, sürgünler, isyanlar anlamındadır.
Ağyarın zannettiğinin aksine hanedan sahiplerinin nasibine çoğu kez acı gülüşler, nizam-ı alem uğruna can verişler düşmüştür. Bütün bunların ötesine erişip padişahlık elbisesini kuşanan ise peşinen ince bir yürek sızısını da kabullenmiştir.
Yürek sızısı ince ince saltanat mensuplarının sol yanında her zaman sızım sızım sızlamış, halkın ferahı adına en büyük bedeli hep ödeyen Osmanoğulları olmuştur. Hakkın huzurunda hesap verme düşüncesiyle zerre miktar haksızlık etmekten tir tir titreyen Osmanoğulları aldıkları sorumluluk altında iki büklüm hale gelmişlerdir.
Osman Bey, halkının üzerine kanat gererken kendi üzerindeki elbiseyi çıkartıp fakir fukaraya giydirecek kadar âlicenaptır. İmaretler açan Orhan Bey, kendi elleriyle kepçe kepçe yemek dağıtacak kadar yüce gönüllü, yaptırdığı camilerin kandillerini yakacak kadar da mütevazıdır. Sultan Murat, savaş meydanlarında halkının kurtuluşu adına dua dua yakarırken kurban olarak kendi canını almasını Rabbinden niyaz etmiştir.
Kızıl elma düşüncesi sarmıştır saltanatın taliplerini, kızıl elma Allah adını ulaştırma adına varılacak en uzak diyardır. Kızıl elma yalım yalım, alev ateş bir çerağdır. Bu çerağın ışıltılarından aydınlanan sultanların gözlerini uyku mahmurluğu tutmamış, idealleri adına çektikleri sıkıntı en sevimli yoldaşları olmuştur. Mavi zülüflü geceler sırdaşları, sırma ışıltılı gündüzler yoldaşlarıdır, zaman sedeften kasnağını gererken, onlar sürekli yeni gayretler içindedir.
İstanbul kapılarını bu kutlulara açmış, Makedonya düz ovalarını önlerine sermiştir. Atları Tuna’nın sularından içerken kana kana, akıncıları Belgrat önlerinde türküler söylemiştir. Barbaros şişire şişire yelkenlerini Akdeniz’de çalımla dolaşmış, Mısır’da, Şam’da, Acem’de Osmanlı sultanları adına hutbeler okunurken, şarktan garba memleketlere çil çil kubbeler serpilmiştir. Sultanların kucağından çağlayan pınardan nasipliler kana kana içmiş, Fuzulî’ler, Itrî’ler, Sinan’lar, Dede Efendi’ler, Baki’ler hep bu bereketli topraklarda yetişmiştir.
Sultanların yüreği her daim titrek, her daim sızılıdır. Yuvasının başında pervaz eden kuş misali çarpıntılıdır. En güzel devirlerde, en parlak, asude dönemlerde onların yüreğinin sızısıyla halkın yüzünde pembe beyaz mutluluk çiçekleri açmıştır. Ama zaman değişip devir başkalaşınca, palazlanıp güçlenen Avrupa devletleri, akıl almaz oyunlar, sonu gelmez hesaplarla durmadan üzerimize saldırınca, bahtımıza hep savaş, hep gözyaşı düşünce, cepheden gelen haberler içimizi kor edip eritince, saltanat makamında bulunanların sızısı daha da artmış, yara merhem vurulmaz, yakılar işe yaramaz, ıstırap dayanılmaz hale gelmiştir. I. Abdülhamit Özi’de katledilen insanının acısına dayanamayıp felç geçirerek ruhunu teslim etmiş, II. Mahmut üzüntüsünden verem olup vefat etmiştir. Saraydaki kıymetli eşyalar darphaneye gönderilip eritilerek cephedeki askerin ihtiyacı karşılanmaya çalışılmıştır.
Dış sıkıntılar iç sıkıntıları da tetiklemiş, mutluluk diyarı denen Dersaadet çalkantılar diyarı haline gelmiş, Boğaz’ın billur suları gittikçe boz bulanık akmaya başlamıştır. Çığlıklar, Topkapı’nın taş odalarında defalarca yankılanmış, ihtiraslar fırtına olup da eserken önüne masumları katıp sürüklemiştir. II. Osman 18 yaşında Yedikule zindanlarında boğulurken boş yere cellatlarıyla dövüşmüş, III. Selim, Kabakçı’nın adamları tarafından şehit edilirken elindeki neyle nafile kendisini savunmaya çabalamıştır. Abdülaziz, hunharca katledilirken bileklerinden akan kan bütün bir devri lekelemiş, Sultan V. Murat olanlara dayanamayıp kahrından akıl nimetinden vazgeçmiştir.
İçlerindeki yürek sızısıyla bütün dünya Müslümanlarını toparlamaya gayret eden padişahlar her şeylerini ortaya koymuşlar, aşılmazları aşma, edilmezleri etme derdine düşmüşlerdir. Yavuz Sultan Selim, Safevilerin kalbine bir bıçak sokmuş, 13 günde Sina Çölü’nü aşmış, halifeliği Osmanlı’ya bağlamış, II. Abdülhamit dünyanın dört köşesine İslamî heyetler yollamış, üniversiteler açtırmış, Hicaz demir yolunu inşa ettirmiş, Ertuğrul gemisini Japonya’ya göndermiştir.
Saltanatın mensupları hep bir yürek sızısıyla yaşarken asker evlatları da bir cepheden bir cepheye sürülmüş, Balkanlar’da, Trablusgarp’da, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Yemen’de nur yüzlü civanlar yitip gitmiştir.
Ne yazık ki altı yüz yıl boyunca milletinin felahı adına kendinden geçen, canını kurban eden, gecelerini feda eden, her daim kalbi yaralı gezen saltanat mensuplarına güneş guruba kayıp, Osmanlı dünya sahnesinden çekilmeye hazırlandığında da hicranların en büyüğü düşmüş, uğruna her şeylerini verdikleri memleketlerinden ayrılmak zorunda bırakılmışlar, vatansız ve imkansız sürgün yaşadıkları yabancı diyarlarda canlarını teslim etmişlerdir.
…
Günümüzde zaman zaman medyada kasıtlı olarak Osmanlı Hanedanı karalanmaya çalışılmakta, yaptıkları fedakarlık dikkate alınmadan farklı mülahazalar içine girilmektedir. Kitabımda zannedilenin aksine hanedan üyelerinin zevk ve safa içerisinde değil, ağır bir sorumluluk duygusuyla alabildiğine hassas, milletinin başına gelen sıkıntılar karşısında tarifsiz bir endişe ve hüzün içerisinde yaşadıklarını vurgulamaya çalıştım.
Maalesef günümüzde de müslümanlar türlü zulümlere uğramakta, masum insanlar en ağır işkencelere maruz kalmakta, çocukların çığlıkları göklere yükselmektedir. Dünyanın gözü önünde yapılan bu vahşet karşısında insanlığın ne kadar duyarlı olduğu sorulmaya değer. Bu durum göz önüne alınarak milletinin katledildiği haberini alınca felç geçirip vefat eden, halkının ıstırabından uykuyu kendine haram eden, verem olup yataklara düşen ecdadımız bir kez daha minnetle anılmaya hak kazanmaktadır.
İnsanlığın huzura ermesi ve ferahı adına kendi rahatını feda eden, bir mum gibi her daim başı yanık gezen, kendi mutluluğunu başkasının mutluluğa ermesinde bulan hasbi ve fedakar kalplerin artması dileğiyle.
Teşekkür: Yoğun çalışma temposuna rağmen ilk okurum ve ilk editörüm olan eşim Prof. Dr. Salim Aydüz’e, çalışmalarımda her zaman destek ve yardımını esirgemeyen Zafer Yayınevi editörü Özkan Öze’ye, Zafer Yayınevi genel müdürü Ergün Ür’e, ayrıca kitabın size ulaşmasını sağlayan Zafer Yayınevi’nde emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunarım.
Zehra Aydüz
Manchester, 2012
Bu kitabı
Kıbrıs gazisi rahmetli babam
Mustafa Aygül ile,
her zaman metaneti, sabrı
ve fedakârlığıyla
bana örnek olan annem
Hatice Aygül’e
ithaf ediyorum.