Batının İslam dünyası üzerine bu yoğun saldırıları, iki uygarlığı günümüzde yeniden karşı karşıya getirdi. Görülecektir ki bu, Batı uygarlığının, bütün insanlığın büyük bir toplum olarak birleştirilmesini ve modern Batı tekniğini kullanabildiğimiz yerdeki, gökteki, denizdeki herşeyin denetimini isteyen büyük hırsının bir parçasıdır. Batının bugün İslam’a yaptığını İslam da sırasıyla, hala canlı olan Ortodoks Hristiyan, Hint, Uzakdoğu uygarlıklarına ve tropik Afrika’ da köşelerine çekilmiş ilkel toplumlara yapmakta… Onun için İslam ve Batının çağdaş karşılaşması, geçmişteki ilişkilerinden yalnızca daha canlı ve içten olmakla kamamış; Batılı adamın dünyayı “Batılılaştırma” eylemini açığa çıkaran bir olay olmuştur – iki dünya savaşını görmüş bir kuşağın tarihinde -, bu gerçekten en ilginç ve en önemli olaylardan biri sayılmalı.
Bu yüzden İslam bir kez daha Batıyla karşılaşıyor. Ne var ki bu kez kozlar, Haçlı seferlerinin en kritik dönemlerindekinden daha çok aleyhinde; çünkü çağdaş Batı, ona karşı yalnızca silah yönünden değil aynı zamanda silah sanayiinin son derece bağlı olduğu ekonomik yaşam biçimi konusunda da ve hepsinin üstünde ruhsal kültürde – uygarlık denilen ve kendi kendine dışa dönük ürünleri yaratan ve besleyen o deruni güçte – de üstün.
Birinci Bölüm; TARİH GÖRÜŞÜM
Tarih görüşüm gerçekte tarihin küçük bir parçasıdır; ayrıca bana değil, daha çok başka insanlara Özgü bir tarihin; çünkü bilim adamının bir ömür boyu yaptığı iş. kendi kovasındaki suyu başka sayısız kovanın besleyip büyüttüğü bilgi ırmağına eklemektir. Kişisel tarih görüşümün aydınlık ve anlaşılabilir kılınması için, kaynaklarının, gelişmesinin, toplumsal ve kişisel temellerinin göz önünde bulundurulması gerekir.
İnsan aklının evrene açılmasını sağlayan birçok pencere var. Ben neden düşünür ya da fizikçi değil de tarihçiyim? Çayı, kahveyi neden şekersiz içiyorsam onun için. Bu iki alışkanlık da. çocuk iken annemden öyle gördüğüm için oluştu. Ben bir tarihçiyim, çünkü annem de tarihçiydi; ama bununla birlikte anneminkinden başka bir okuta bağlı olduğumu da biliyorum. Neden her şeyiyle annemi izlemedim acaba?
Birincisi, annemden sonra gelen bir kuşağın içinde doğmuşum. Bu nedenle, tarih benim kuşağımı 1914’teki darboğaza doğru sürüklerken, daha düşünecek durumda değildim, ikincisi, benim gördüğüm eğitim, annemin gördüğü eğitimden daha eski bir eğitimdi. Annem, İngiltere’deki ilk üniversiteli kadınlar kuşağından olduğu için, çağdaş Ban tarihi konusunda son moda bir eğitim görmüştü. Bu eğitimin temelini İngiltere’nin kendi ulusal tarihi oluşturuyordu, Bense, erkek olduğum için eski eğilim veren bir İngiliz okuluna gittim ve hem orada hem de Oxford’da tam anlamıyla Yunan ve Lâtin klâsiklerine dayanan bir öğretim gördüm.
Klâsik eğitim, özellikle günümüzde doğan “olası tarihçiler için kanımca değer biçilmez bir olgudur. Eğitim temeli olarak YunanRoma dünyası tarihinin kolayca görülebilecek bazı üstünlükleri var. En başta, Yunan Roma tarihine belli bir uzaklıktan bakıyoruz. Artık “tamamlanmış” olduğundan, onu bütünlüğü içinde görebiliyoruz. Oysa sonunun ne olacağını hâlâ bilemediğimiz, bitmemiş bir oyun olan Batı tarihimiz böyle değildir. Gelip geçirir oyuncular olarak yer aldığımız kalabalık ve karışık sahneden baktığımız zaman şu andaki genel görünümün ne olduğunu bile kestiremiyoruz.
İkinci olarak, Yunan Roma tarih alanı bilgi yığınıyla kaplanıp örtülmediğinden ve YunanRoma toplumunun yok oluşuyla bizim toplumumuzun doğumu arasındaki evrede, her şeyin gerçeği bütünüyle ortaya çıktığından, tek tek ağaçları değil de bütün “orman” ı görebiliyoruz. Hem sonra, o dar görüşlü prenslikler, yakın tarihte bizde olduğu gibi, tonlarca belgeyi üst üste yığmak yerine iş görecek kadar belge bırakmakla yetinmişlerdir. Bir Yunan Roma tarih çalışması için elimizde bulunan belgeler sayıca yeterli, nitelikçe seçkin olmalarının yanında, özellikleri bakımından da oldukça dengeli bir dağılım gösteriyorlar. Heykeller, şiirler, felsefî eserler, burada yasa ve anlaşma metinlerinden daha çok işe yarıyor; bu ise YunanRoma tarihiyle beslenmiş bir tarihçinin kafasında bir orantı duygusu doğuruyor. Çünkü zamanın kazandırdığı perspektiften geçmişe bakınca, kendi kuşağımızın yaşadığı zamana bakıp çıkartamayacağımız bir gerçeği görüyoruz: Sanatçıların, edebiyatların eserleri, iş adamlarının, askerlerin ve devlet adamlarının yaptıklarından daha uzun Ömürlü oluyor. Şairler ve düşünürler, tarihçilerden daha uzun bir süre hatırlanırken, peygamberler ve azizler hepsinden üstün ve uzun ömürlüdürler. Agamemnon ve Perikles’in hayalleri günümüze ancak Homeros ve Thukydides’in büyülü sözleriyle gelebilirken, Homeros’la Thukydides arlık okunmaz olduğunda, İsa’nın, Buddha’nın Sokrates’in düşünülemeyecek kadar uzaktaki kuşakların belleklerinde hâlâ taptaze yaşayacağını düşünmek hiç de zor değil.
Yunan-Roma tarihinin üçüncü ve belki de en önemli üstünlüğü ise, dar ve sınırlı olmak yerine, geniş ve evrensel bir görünüş taşır olmasıdır. Atina, Isparta ve Roma kent devletlerini gölgede bırakmış olabilir. Kaldı ki, baştan beri Helen dünyası, Atina eğitim sisteminin etkisi altındaydı. Roma ise, ömrünün sonlarına doğru, bütün Yuna- Roma dünyasını tek bir ülke durumuna getirmişti. Yunan Roma tarihi baştan sona incelendiğinde, “birlik” temasının egemenliği sezilir ve ben bu büyük senfoniyi duyar duymaz, artık her gece annemden beni yatırırken bölümler olarak dinlediğim ve bir zamanlar beni büyülemiş olan ülkemin o dar tarihinin ıssız ve taşralı müziğinden etkilenmek tehlikesinden kurtuluvermiştim. Annemin kuşağının yalnız İngiltere’deki değil, bütün Batı ülkelerindeki Önde gelen tarihçileri, insanların yaşayışlarıyla yakından ilgili olduğu kuruntusuyla ulusal tarih çalışmasını alabildiğine yüreklendiriyorlardı. Onlara göre böyle bir çalışma, nedense başka yerlerin ve dönemlerin tarihinden daha önemliydi… Oysa İsa’nın Filistin’i ve Platon’un Yunanistan’ı, İngiliz erkeklerinin ve Viktorya Çağı kadınlarının yaşamında, Alfred’in ya da Elizabeth’in İngiltere’sinden daha etkiliydi.
İngiliz tarihinin babası saygıdeğer bedenini ruhuna tam anlamıyla aykırı olarak kişinin doğduğu ülkenin tarihini yüceltmesi biçiminde beliren bu yanlış çıkışlı Viktorya yüceltmesine karşın, Viktorya İngiliz’in tarih karşısındaki tutumu. hâlâ bütünüyle tarihin dışında kalmış birinin tutumu gibiydi. Zaman denen o kesintisiz ırmak, başkalarını yuttuğu gibi onu yutmayacaktır. Viktorya döneminde yaşayan bir İngiliz, tıpkı bir Ortaçağ İtalyan tablosundaki durumlarından hoşnut cennetliklerin, cehennemdeki lânetlilerin acısını seyretmesi gibi, kendi ayrıcalıklarına bürünmüş, kendinden güvenli bir davranışla, tarihin akışına kapılmış giden, birbirleriyle boğuşan, batıp boğulan insan yığınlarına bakmaktadır: İlgiyle, sevecenlikle; ama korkmadan… Birinci Şarl tarihte yaşamıştı ne şanssızlık.Sir Robert Walpole ise azgın dalgaların elinden kıl payı kurtulmayı başarabilmişti. Bize gelince… Biz, yüksekteydik, sular bizim oralara kadar gelemezdi, güvenlik içindeydik. Belki eski çağdaşlarımız hâlâ sularla boğuşmaktadırlar, fakat bunun bizimle ne ilgisi olabilir?
İyi hatırlıyorum, 1908 1909 Bosna bunalımı sırasında Profesör L. B. Namier (ki o zamanlar Balliol’da üniversite öğrencisiydi ve Avusturya’nın Galiçya sınırındaki evlerinde geçirdiği tatilden yeni dönmüştü) bize ve Öteki Balliol’lilere çok havalı bir tutumla ( belki de bize havalı gelmiştir) ” Avusturya ordusu babamın malikânesinde seferber olmuştu… Rus ordusu ise sınırın karşısında, bir buçuk saatlik yolda hazırdı”.demişti. Bu bize ” kurşun askerler” den bir sahne gibi gelmişti, fakat anlayışsızlık tek yanlı değildi. Uluslararası gelişmeleri gözleyen keskin bakışlı bir Orta Avrupalı, Galiçya’da başlayan yangının kendi evlerine de sıçrayacağını göremeyen bu İngiliz öğrencilerin kav ray iş sizliğini inanılmayacak bir şey gibi görüyordu.
Üç yıl sonra, Yunanistan’ın engebeli topraklarında Epaminondas’la Philopoemen’in ardında dolaşıp, köy kahvelerindeki konuşmaları dinlerken, Sir Edward Grey’in dış politikası denilen bir şeyin varlığını öğrendim. O zaman bile, bizim de tarihin içinde yer aldığımızı kavrayabilmiş değildim. 1913 yılında bir gün, sessiz ve kül rengi Kuzey Denizi’nin Suffolk kıyısında yürürken, tarihi Akdeniz’e karşı duyduğum özlem duygusunu hatırlıyorum. 1914 Savaşı beni, Balliol’de Literae Humaniores ardındaki öğrencilere Thukydides’i yorumlarken yakaladı. Birdenbire her şey aydınlanıvermişti. Şu anda biz de, Thukydides’in kendi döneminde yaşadığı bir deneyi yaşıyorduk. Artık Thukydides’i yepyeni bir gözle, kelimelerin altındaki anlamı, sözün gerisindeki duyguları serinleyerek okuyordum. Anlıyordum ki, ona eserini yazdıran tarihsel buna I un m içine düşmeden önce onu hiç anlamamıştım. Artık açıkça görülüyordu: Thukydides bu aşamayı daha önce geçirmişti. O ve onun kuşağı, bizim yeni yeni vardığımız bu yere çok daha Önceden varmışlardı. Gerçekte onun yaşadığı “an” benim geleceğim olmuştu. Ama bu durum, benim dünyamı “modern” Thukydides’in dünyasını ise “eski” diye nitelendiren kronolojik yaklaşımı anlamsız duruma getirivermişti. Kronoloji ne derse desin, Thukydides’in dünyasıyla benim dünyamın felsefî anlamda “çağdaş” oldukları kanıtlanmış oluyordu. Yunan Roma uygarlığıyla Batı uygarlığı arasındaki ilişki gerçekten böyleyse, bildiğimiz bütün uygarlıklar arasındaki ilişkiler de böyle değil midir?
Bende yeni olan bu ” bütün uygarlıkların felsefi çağdaşlığı” düşüncesi, modem Batı biliminin bazı buluşlarıyla da iyice güçlendi. Günümüzde jeoloji ve kozmogoni tarafından açıklanan zaman cetvelinde bizim “uygar” dediğimiz insan topluluklarının ilk Örneklerinin ortaya çıkmasından sonra geçen beş ya da altı bin yıl, günümüze kadar gelen insan ırkının yaşıyla, bu gezegendeki yaşamla, bu gezegenin kendisiyle, güneş sistemimizle, içinde bir toz parçası gibi durduğumuz galaksi ile ya da uçsuz bucaksız ve yaşlı yıldızlar sisteminin bütünüyle karşılaştırıldığında son derece küçük bir zaman aralığıdır. Bu zamansal büyüklük aşamalarıyla karşılaştırdığımızda, M. Ö. 11. bin yıllık devrede ortaya çıkmış (Yunan Roma uygarlığı gibi), M. Ö. IV. bin yıllık devrede ortaya çıkmış (Eski Mısır gibi) ve Hristiyanlığın ilk bin yılında ortaya çıkmış (bizimki gibi) uygarlıkların birbirinin gerçekten çağdaşı olduğunu görmekteyiz. Böylece, uygarlık denilen insan topluluklarının tarihlerinin toplamı anlamında olmak üzere “tarih”, birbirine paralel, çağdaş bir yorumlar demeti olarak ortaya çıktı, insan, kendi kendisi olduktan sonra, yüz binlerce yıldan beri, ilkel yaşam koşullarını aşabilmek için bir dizi atılımlar yaptı. Günümüzde, Yeni Gine’de, Terra del Fuego’ da ve Sibirya’nın kuzeybatı ucunda kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerde hâlâ ilkel yaşamlarını sürdürenler var. Bunlar bugüne kadar diğer insan topluluklarının saldırgan öncülerinin yok etme ve sindirme saldırılarına tanık olmadılar. Değişik topluluklar arasındaki şaşırtıcı kültür farklılıkları, California Üniversitesi profesörlerinden Teggart’ın eserleriyle ilgimi çekti. Bu derinlere uzanan fark, gerçekte hep şu son beş altı bin yıl içinde oluştu. Burada, sub specie temporis (zaman içinde) evrenin gizlerini araştırırken umut verici bir nokta ortaya çıkıyor. Uygarlık dediğimiz eylemi başlatan birkaç toplumun, böylesine uzun bir aradan sonra, yakınlarda yeniden, yepyeni ve sonu bilinmez bir eyleme girmelerinin anlamı neydi? İnsan topluluklarının büyük çoğunluğunun hiç uyanmadıkları o uykudan onları uyandıran neydi? Bu soru, 1920 yazında Profesör Namier, elime Oswald Spengler’in Untertang des Abendlendes adlı eserini tutuşturana kadar kafamın içinde dönüp duruyordu. Kitabı okumaya başladığımda, bütün tarih sezgimi aydınlatan bir ışıkla karşılaşmış gibi oldum. Başlarda, karşılıklar bir yana sorduğum soruların bile ken…