Eğlenceli, acıklı ve tamamen gerçek… Kitabı bitirdikten sonra bile karakterleri aklınızdan çıkaramayacaksınız.
Başka, bambaşka bir dünya…
Eski inanışlar, şeytan ormanı, kadınların sünnet edilmesi, fakirlik, petrol şirketleri, savaş, acı, umut, hayal kırıklıkları, hiçlik, umut, aitlik…
On iki yaşındaki Blessing için hayat oldukça keyifli ve kolaydı; ta ki babası annesini başka bir kadın için terk edene kadar… Blessing, işinden ayrılmak zorunda kalan annesi ve abisiyle birlikte Nijer Deltası’na, büyükannesiyle büyükbabasının yanına gider. Lagos’ta yetişmiş olan Blessing’i fakir, zorlu ve tehlikelerle dolu bir köy olan Warri’de hiç bilmediği bir yaşam beklemektedir ve buradaki yaşamında tutunduğu tek şey bilge büyükannesidir.
Blessing’in büyüleyici sesiyle kaleme alınan Uzaktaki Küçük Güneş Kuşları bir ailenin her şeye rağmen hayata tutunma çabasının anlatıldığı, zaman zaman gülünç, bazen dokunaklı ve ara ara da trajik bir hikâye… Dile gelen bu karakterleri asla ama asla unutamayacaksınız.
“Yalnız hayatta kalmak için değil, saygınlık için de savaşan güçlü karakterler eşliğinde Nijerya’daki günlük hayatın incelikli portresi sunulmuş. İnanılmaz bir anlatıcı olan Blessing’in canlı ve etkileyici izlenimleri Watson’ın hikâyesine renk katmış.”
-Publisher Weekly-
***
Birinci Bölüm
Babam gürültücü bir adamdı. Odaya kendisi girmeden önce sesi girerdi. Yatak odamın camından geniş bahçede oturduğunu, Mercedes marka arabalarla dolu otoparkta yürüdüğünü, güvenlik görevlisinin kabininin yanında ya da kapının önünde durduğunu duyabilirdim.
Her hafta kapının üstünde asılı duran farklı bir tabela olurdu:
İşportacı Giremez!
İşportacılar yalnızca apartman sakinleri tarafından çağırıldıklarında girebilir.
Bahçede barbekü yapmak yasaktır!
Gece misafirleri yasaktır: Arkadaşlarınızın aynı zamanda silahlı birer hırsız olabileceklerini unutmayın!
Bir keresinde annem tabeladaki yazıyı görüp babamdan tabelayı çıkarttırmasını istemişti. Babam tabeladaki yazıyı görünce o kadar sesli gülmüştü ki evin duvarları sallanmıştı:
Bahçede Cinsel İlişkiye Girmek ve Bahçeye Kaka Yapmak Yasaktır!
Ikeja’daki Ailen Caddesi’nde bulunan “Yaşam Konakları” adındaki apartmanın dördüncü katında oturuyorduk. Penceremin camından caddeyi izlemeyi severdim. Cadde boyunca, kafalarındaki rengârenk kova, sepet ve tepsileri dengede tutmaya çalışarak yürüyen seyyar satıcılar vardı. Bu seyyar satıcılar her zaman “Chin-chin,chin-chin,” “Parmak arası terlikler,” “Piller” ya da “Schnapps,” diye bağırırlardı. On iki yaşındayken penceremin camından baktığım istisnasız her gün, daha önce hiç görmediğim şeylerin satıldığını gördüm: Ayakkabı çekeceği, St. Michael iç çamaşırları, ithal edilen Hello! dergileri. Şemsiyelerinin altına sıkışmış kadınları izlemek hoşuma giderdi. Bacaklarını, kalçalarına batırılmış kalın patates dilimlerine benzetirdim. Ya da BMW’lerinin kaputuna oturan boynu sarı altından yapılmış kolyelerle dolu adamları izlerdim. Bu adamların etrafında, onları sanki ayın çevresindeki yıldızlarmış gibi çevreleyen Batılı tarzda giyinmiş kadınlar olurdu. Kadınlar kıyafetlerle dolu butikleri gezerken, erkekler de tüm gün boyunca her an para çıkarmaya hazırmış gibi bir elleri ceplerinde, bar ya da Çin restoranlarına girip çıkarlardı.
Ara sıra annem aniden odaya girip beni camın önünden kaldırarak camı sonuna kadar açar ve sıcak havanın içeri girmesini sağlardı. Sıcak havayla birlikte odama yan taraftaki marketin, açık oluklardaki kanalizasyonun, taze balık, çiğ et, akara puff-puff ve suyanın kokusu sinerdi. Bu kokular hem beni hasta eder hem de kendimi aç hissetmeme neden olurdu. “Şu adam lara bakma!” derdi annem. “Keşke paralarını harcayabilecekleri başka yerlere gitseler.”
Ama başka bir yer yoktu. Ailen Caddesi birçok dükkânın olduğu Ikeja’nın en zengin caddesiydi. Eğer harcayacak paranız varsa Ailen Caddesi onu harcayabileceğiniz en uygun yerdi. Eğer bizim gibi daha da zenginseniz orada yaşardınız. Allen Caddesi’ndeki her ev ve apartmanın bir jeneratörü vardı. Bu jeneratörlerin çıkardığı uğultu gece gündüz değişmezdi. Caddemizi çevreleyen yollardaysa neredeyse hiç elektrik yoktu. Ağabeyim Ezikiel’e göre, burada yaşayan insanlar çok sayıda çocuğa sahip olabilmek için güneş batar batmaz yatağa giriyorlardı. Ama Ailen Caddesi kesinlikle aydınlıktı. İnsanlar çarçur edecek paralarının çok olduğunu göstermek için tüm gece boyunca tele-vizyon ve radyolarının sesini açık bırakırlardı.
“Hey, hey sen! Sabuna ihtiyacım var ”
“En kaliteli sabun. Antibakteriyel. Çok iyi, cilde de iyi gelir. Sizi hem sakinleştirecek hem de cildinizin pürüzsüz görünmenizi sağlayacak bayan. Çok meşhur bir sabun. Amerika’dan ithal edildi.”
Annem, elindeki mavi-beyaz sepeti tıka basa sabunla dolu, güvenlik görevlisinin olduğu kapıya doğru yavaşça yürüyen uzun boylu kadına işaret etti. Kadın hızlanmadı. Hiçbiri hızlanmazdı Annemin sabun aldığını gören, harcayacak parası olduğunu fark eden diğer seyyar satıcılar bile hızlanmazdı. Pencereye doğru bakıp tepsi ya da sepetlerinde olan malzemelerinin isimlerini bağırarak söylerlerdi: “Portakal, saf su, yabani hayvan eti, çalar saat, kombinezon, Gucci çantalar.”
Ama oturduğum yerden onların bağırışlarını duymaya ihtiyacım yoktu.
Her şeyi görebiliyordum.
Babam, Lagos’un merkezinde, devlet bakanlarıyla dolu bir ofiste muhasebeci olarak çalışıyordu ve yoğun trafiğin olduğu saatlere denk gelmemek için çok erken saatlerde evden ayrılması gerekiyordu. Ezikiel, on dört yaşında olmasına ve erken kalkmayı sev-memesine rağmen babam işe gitmeden önce, onu biraz olsun görebilmek için ondan önce uyanırdı. Yatağın babama ait olan kısmında, titizlikle yerleştirilmiş iş kıyafetlerinin yanına oturup onun giyinmesini, kravatını bağlamasını, kol düğmeleriyle saatini takmasını izlemeyi severdi. Annem yastığına gömülüp sesli şe-kilde inler, sonra uzun bacaklarını yatağın dışına çıkarırdı. “Seninle uyumak bir avuç toplu iğneyle uyumaya benziyor,” diye sataşırdı babam. “Tüm gece boyunca beni dürten keskin ve kemikli bir şey.” Annem daha yüksek sesle inleyip bazen de dişlerini gıcırdatırdı. O da erken uyanmayı sevmezdi.
Hep beraber kahvaltı ederdik. Babam kahvaltıda sadece sıcak şeyler yerdi. Ezikiel ve ben mısır gevreği ya da annemin Royal Imperial Otelindeki işinden getirdiği reçelli kreplerden yerdik. Annem deniz mavisi eteği ve beyaz gömleğini giyip dudaklarını boyadıktan sonra babamın çok şekerli, ılık sütlü kahvesini hazırlardı. Sonra onu dudaklarından öperdi. Bazen iki kere öperdi. Annemle öpüştükten sonra babamın da dudaklarında aynı kırmızı rujdan olurdu ve sesini inceltip bayan taklidi yaparak bizi güldürürdü. Ama en sesli yine kendisi gülerdi Ağzı yemekle dolana ya da sabah dokuzdan önce çalışmaya başlamayan yan komşumuz duvara vurana kadar olmak üzere en çok kahvaltıda kahkaha atardı.
Annem ve babam işe gitmek için evden ayrıldıktan sonra Ezikiel ve ben, geleceğin liderlerini yetiştiren parlaklığından dolayı zemininde kendi yansımamı görebildiğim uluslararası bir okula yürürdük. En iyi arkadaşım Habitat ve ben öğle arasında çeşme kenarında oturup ayakkabı ve çoraplarımızı çıkararak ayaklarımızı soğuk suya daldırmayı severdik. Ezikiel ise kulüp ve topluluklara katılmaktan hoşlanırdı: Satranç kulübü, Latin kulübü, fen kulübü. Ama ikimiz de okula gitmeyi severdik. Okulun mermer yerlerini, serin havasını, havalandırmasını ve sonsuza kadar uzanıyormuş gibi görünen geniş koşu sahasını severdik.
Babam neredeyse gece yarısında eve gelirdi. Penceremin kapalı olmasına ve klimanın en yüksek ayarda çalışmasına rağmen babamın yürürken çıkan ayak sesini, kapı deliğine anahtarı yerleştirmesini ve kapıyı açmasını duyardım. Ezikiel okuma yaptığı yatağın üstünden atlar, okuduğu sayfa açık kalacak şekilde kitabı yere bırakırdı. Açık bıraktığı sayfada yüzü olmayan, iç organları oklarla işaretlenmiş bir adam olurdu. Okların ucunda organların isimleri yazardı: İnen kolon, onikiparmakbağırsağı, karaciğer.
Babamın ayak sesleri kapımız daha açılmadan, koridorun başından itibaren duyulurdu.
“Neredesiniz çocuklar? Neredesiniz yaramaz çocuklar?”
Annem, babamın bize çocuklar diye seslenmesinden nefret ederdi.
Ezikiel ve ben aceleyle babamı salona giden koridorda takip ederken o da bir yandan kravatını çözerdi.
“Heceleme yarışmasında birinci oldum ve öğretmen Latincedeki en başarılı öğrenci olduğumu söyledi Şimdiye kadar gördüğü en başarılı öğrenciymişim.” Ezikiel o kadar hızlı konuşuyordu ki neredeyse nefes almıyordu. Burun delikleri konuşma hızından genişlemişti.
Ezikiel’in sırtına doğru yaklaştım. Benden sadece iki yaş büyük olmasına rağmen Ezikiel neredeyse bir kafa boyu kadar benden uzundu. Gözlerim, boynunun en kemikli yerine denk geliyordu. Babamın dizlerinin üzerine çöktüğünü göremiyordum, ama biliyordum. Her gün dizinin üstüne çöker ve böylece biz de omuzlarına tırmanırdık. İkimizi de birer omzuna alıp bizi tavana kadar kaldırırdı. Eve döndüğü zaman genelde iyi olurdu.
Babam yavaşça doğrulup güçlükle ayakta duruyormuş ve neredeyse bizi düşürecekmiş gibi yapardı, ama ben onun ne kadar güçlü olduğunu bilirdim. Ezikiel, şoförümüz Zafi arabanın tekerleğini değiştirebilsin diye babamın tek elle arabayı havaya kaldırdığını gördüğünü söylemişti.
Babamın kulaklarının arkasını gıdıklayıp kahkahalar atardık. Kahkahalarımız odanın içinde aç bir sineğin sesi gibi yayılırdı. Kendi kahkaham kulaklarımda öyle bir çınlardı ki annemin sesini güçlükle duyardım.
Annen. geceliği ve kırmızı gözleriyle yatak odasından çıkıp, “Onları aşağı indir Tanrı aşkına! Artık bebek değiller. Belini inciteceksin! Bu çok tehlikeli!” derdi.
Biz küçükken bile, annem babamın omuzlarına oturmamızı istemezdi. Biz yere düşecek olursak bizi yakalamaya çalışma düşüncesinden hoşlanmadığını söylerdi. Ama eminim ki asıl görmemizi istemediği şey başının üstündeki kellik, üst raflara sakladığı bir teneke meyankökü ya da henüz bize gösterilmeyen fotoğraf albümüydü.
Ezikiel aniden hırıldamaya başladı. Hırıltı o kadar barizdi ki televizyonda gösterilen Nollywood filminden bile daha fazla duyuluyordu. Jeneratörün çıkardığı sesten bile daha belirgindi. Ba-bamın kahkahalarından daha sesliydi. Ezikiel doğrulunca kafasını tavana çarptı. Onu kolundan yakaladım.
Annem, “Gördün mü bak, ne oldu!” diyerek öne atıldı.
Babam dizlerinin üstüne çökünce ben aşağı atlayıp Ezikiel aşağı düşerken arkasında durdum. Öksürüyor ve göğsüne vuruyordu. Nefes alıp vermesi çok hızlıydı. Annem eğilip Ezikiel’in arkasına oturarak kollarını sırtına doladı. Annemin gözlerindeki kırmızılık geçmiş, sanki Ezikiel’in gözlerine sıçramıştı.
Ayağa kalkan babama, “Çabuk!” diye bağırdı. Ezikiel’in saçlarını okşuyor, kulağına bir şeyler fısıldayıp vücudunu ileri geri hareket ettiriyordu.
Bir dakika içinde babam dolap kapağını açıp içinden mavi renkte bir inhaler çıkardı. İnhalerin kapağını açıp anneme uzattı, annem de Ezikiel’in ağzını açıp aletin üstüne iki kere bastı.
Ezikiel’in altdudağının içi maviydi.
Annem, “Hemen mutfak tezgâhının üstündeki kesekâğıdını getir,” deyip inhaleri tekrar sıktı, bir yandan da Ezikiel’i sallamaya devam ediyordu.
Hemen mutfağa koştum. Mutfak tezgâhının üstündeki kesekâğıdının içi biberle doluydu. Başka bir kesekâğıdı var mı diye etrafa bakındım, ama yeterince iyi göremiyordum. Gözlerimle mutfağı tarıyordum, fakat her şey bulanıklaşmaya başlamıştı. Ezikiel’in nefes alışını duyabiliyordum ve annemin paniğini ensemde hissediyordum.
Başka bir torba yoktu. Ne yapmalıydım? On iki yaşındaydım. Biberlere dokunma konusunda dikkatli olunması gerektiğini bilecek yaştaydım. Onlara baktım ve henüz tek parça olduklarını gördüm. Derin bir nefes alıp biberlerin acısının dağılmamış olmasını umarak kesekâğıdığını boşaltıp odaya koştum.
Ezikiel inhalerin üstüne çökmüştü. Annem arkasında onu tutmaya çalışıyordu ve babam da annemin arkasına geçmiş, onu tutuyordu. Babamın kolları her ikisini de sarmalamıştı. Yanlarına koştuğum zaman beni de kollarının arasına aldı.
Annem elimdeki kesekâğıdını kapıp Ezikiel’in ağzını ve burnunu içine alacak şekilde yüzüne kapadı. Gözlerindeki kırmızı ağaç dallarının büyümesi birkaç dakika aldı ve gözyaşları küçük yapraklar gibi torbanın üstüne dökülmeye başlayınca Ezikiel kesekâğıdını itti.
Annem öne eğilip kesekâğıdını kokladıktan sonra bana, “Aptal kız!” dermiş gibi baktı.
Ben hiçbir şey diyemedim.
Babam anneme doğru eğilip annemin alnında çatık kaşlarından dolayı oluşan çizgileri okşayarak kendinden çok emin çıkan gür sesiyle, “İyi olacak,” dedi. Annemin çatık kaşları biraz daha düzelmişti. Babam kollarıyla beni sardı.
Babam haklıydı. O her zaman haklıydı. Ezikiel’in nefes alıp verişi yavaşça düzene girdi. Gözlerindeki ağaçlar kayboldu ve hırıltı yavaşladı. Annem kesekâğıdını kokladıktan sonra Ezikiel’in burnuna götürdü ve yalnızca inhaleri kullanacağı zaman yüzünden çekti. Ezikiel’in nefesi düzene girdi. Derisi artık boğazı sıkılmış gibi gözükmüyordu. Son kez burun deliklerinin büyüyüp küçülmesini izledim. Teni gün ışığından akşam karanlığına, akşam karanlığından geceye doğru yavaş yavaş renk değiştiriyordu.
Babam gürültücü bir adamdı. Komşumuz Dr. Adeshina’nın evine gittiğinde, onunla birlikte futbol konusunda tartışmalarını ve güçlükle ayakta duracak kadar çok Remy Martin içtiğini duyardım. Kurtuluş Kilisesi’nden dönerken bindiği otobüsün yanında yazan, “İsa Yukarı Şeytan Aşağı” yazısından yaptığı şarkıyı söylemesini duyardım. Babam dördüncü kata çıkar çıkmaz söylediği şarkıyı işitirdim. Penceremden, otobüs şoförü ve Papaz King Junior’un, ayağa kalkacak durumda olmadığı için babamı apartmana taşımalarını izlerdim.
Babam ayağa kalkacak durumda olduğu zaman işler daha da kötüleşirdi. Etrafta sessizce dolaşmanın nasıl bir şey olduğu hakkında bir fikri yokmuş gibi gözükürdü. Annem gürültüden…