Roman (Yerli)

Yedi Erdem

yedi erdem 5edbb35530ac4Efendisinin görüntüsü yavaş yavaş yükselerek kaybolurken, Aderas’ın gözleri gökyüzünde beliren dört noktaya ilişti. Kızıl renkli noktalardan üçü farklı yönlere doğru dağıldı. Geriye kalan büyümeye başladı. Büyüdü, büyüdü, büyüdü. Kızıllığın sıcaklığını hissetti Aderas. Yarası acı vermiyordu artık. Vücudu hafiflemişti. Garip bir huzurla dolmuştu yüreği. Gözleri büyümeye devam eden kızıl noktada, dudaklarından dökülen kelimeler kendi içindi.

Erdemli adam yedi kez ölür…”

Politik-macera kurgu niteliğindeki Yedi Erdem’de, Cengiz Silahtar adlı bir Türk istihbarat görevlisinin yaşadıkları anlatılıyor. Klonlama üzerine çalışmalar yapan Rus bir profesör ortadan kaybolur. Hemen akabinde İngiliz bir diplomatın oğlu, İstanbul’da cinayete kurban gider. Cengiz Silahtar, devlet güvenliği açısından bu cinayeti soruşturmakla görevlendirilir. Normal bir cinayet soruşturmasıyla başlayan macera, soruşturma derinleştikçe; genetik araştırmalar yapan örgütler ve bunları durdurmaya çalışan gizli örgütler, işadamları, politikacıların sahneye çıkışlarıyla dünyanın birçok yerine sıçrar ve işin içinden çıkılmaz bir boyut kazanır.

Bir efsane etrafında şekillenen nefes kesici bir maceranın sürüklediği gizemli yolculuk, serinin ikinci kitabı “Yedi Erdem – Apofis” ile devam edecek.

***

SONUN BAŞLANGICI

Güneş ovadan kızıl renklerle ayrılmaya başladığında Doğu’dan yedi atlı belirdi. Yedisi de farklı ama gümüş renginde zırh kuşanmışlardı. Parıl parıl parlayan zırhları güneşin rengini yansıtıyordu. Beyaz atlarının üzerinde yedi şövalye ovanın ortasına doğru doludizgin ilerliyorlardı. Bu uçsuz bucaksız ovanın tam ortasına geldiklerinde hepsi aynı anda durdu. Atların derin solumaları haricinde hiçbir ses duyulmuyordu. Çıkarttıkları sesler çevredeki kayalıklara çarpıyor ve geri dönüyordu. Bir süre sonra onlar da yok oldu. Tüm ova tam bir sessizliğe büründü. Güneş son ışık huzmesini de alınca yerini dolunaya terk etti. Dolunay devraldığı görevi güneş kadar yerine getiremese bile yine de ışıklarıyla ovayıaydınlatmaya devam ediyordu.

Birden sessizliğin içinden rüzgârın sesi yükselmeye başladı. Yerden kalkan tozlar bir süre sonra kum bulutları halini aldı. Atlılar oldukları yerde duruyordu. Ne atlarda ne de binicilerinde en ufak bir tedirginlik belirtisi yoktu. Rüzgârın sesine derinden gelen nal sesleri karışmaya başlayınca, şövalyelerden ikisi göz göze geldi. Kısa bir bakışmanın ardından yavaşça başlarını seslerin geldiği yöne tekrar çevirip beklemeye devam ettiler. Sesler gitgide yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı… Ve sonunda toz bulutlarının arasından kapkara zırhlara bürünmüş yedi atlı belirdi. Atlarından kullandıkları silahlarına kadar her şeyleri simsiyahtı. Bir süre daha ilerledikten sonra tam ortada bulunan binici atının dizginlerini olanca gücüyle çekti. At, acı bir kişnemeyle birlikte olduğu yerde çakılıp kaldı. Diğerleri de ilkini takip ettiler.

İki grubun arasında elli adım vardı. Ölüm sessizliği kaplamıştı her yeri. Az evvelki rüzgârın sesi de duyulmaz olmuştu. Başladığı gibi aniden durmuştu. Şövalyeler keskin bakışlarla tam karşısında duran rakibini kollamaktaydı. Hiçbiri konuşmuyor, rakibinin ne düşündüğünü gözlerinden okumaya çalışıyordu. Sinirler gerilmiş, vücutlar tetikteydi. Her iki taraf da biliyordu ki, bu ovadan sadece rakibini alt edebilen sağ ayrılacaktı. Bu yüzden hataya asla yer yoktu. Gergin bekleyiş devam ediyordu.

Atlar da en az binicileri kadar gergindi. Az sonra olacakları hissediyormuşçasına ara-sıra toynakları ile yeri kazıyor ve derinden verdikleri nefesleriyle sessizliği kısa sürelerle bozuyorlardı. Burunlarından çıkan sıcak hava soğuğun etkisiyle buharlaşıyor, bu da onların olduklarından daha ürkütücü gözükmelerine yetiyordu.

Eller yavaş yavaş kılıçların kabzalarına doğru kaymaya başladı. Artık sona gelinmişti. Ve birden kulakları patlatırcasına bir haykırış çınlattı ortalığı:

– Muharatu haratsi!… Dıhayratra seba mut!

Ve aynı şiddetle karşılık geldi:

– Zahu natramu sibuma!

Seslerin yankıları hâlâ sürerken on dört şövalye birer ok gibi oldukları yerlerinden fırlayıp rakibine doğru saldırıya geçti. Çetin geçecek bir kapışma başlamıştı artık. Durdurmanın imkânı yoktu. On dört kişinin arasında, ovanın orta yerinde geçen birsavaş… Ölümüne ve gerekirse tek bir kişi kalana dek…

Kılıç şakırtılarının, savaş naralarının, atların kişnemelerinin yeri göğü inlettiği bu amansız savaşı ihtiyar bir beden, ovanın gizli bir köşesinden tedirgin ve yaşlı gözlerle izliyordu. Bir yandan kocaman bir kayanın üzerine elindeki demirle bir şeyler yazmaya devam ederken bir yandan da sesini duyurmaya çalışır gibiydi:

– Artık son geldi. Dinlemedik, anlatmadık, uymadık. Erdeme ihanet ettik. Şimdi cezasını hep birlikte çekeceğiz! Tıpkı bizden önceki nesiller gibi.

Şimşekler çakmaya başlamıştı. Gök gürlüyor, az sonra inecek yağmurun haberiniveriyordu. Çakan her şimşek bir öncekinden daha kuvvetli, daha ürkütücüydü. Kısa süreli aydınlanmalarda devam eden ölüm-kalım savaşının dehşeti daha da belirginleşiyordu.

Ve yağmur…

Yağmur yağmaya başlamıştı. Sanki gökyüzü yaşlı adama eşlik ediyordu. Adam başını kaldırıp göğe baktı. Yağmur taneleri yüzüne düşüyor, süzülüp vücuduna doğru ilerliyordu. Kollarını iki yana açtı. Yüksek sesle ovadakilere doğru konuşmaya devam etti:

– Erdemin Hizmetkârları! Dünya var oldukça sizler de var olacaksınız. Bıraktığınız görevi henüz doğmamış olanlar sürdürecek. Yedi ayrı dilde konuşan, yedi ayrı insan. Yedi ayrı inancın temsilcisi. Dünyadaki son medeniyette doğacak yedi cesur adam. Erdemi yüceltecek, karanlığı yok edecekler. Muharatu haratsi. Dıhayratra seba mut!

Yaşlı adam sözlerini yeni bitirmişti ki, yer sarsılmaya ve çatlamaya başladı. Küçük çatlaklar yerini derin yarıklara bıraktı. Yarıklardan lav fışkırıyordu. Bir süre sonra dereler haline dönüşen lav, önüne çıkan her şeyi yakıyordu. Yağmur şiddetini arttırdı. Her şimşek başka bir yeri kavuruyordu. Çevredeki dağlar kumdan tepelermiş gibi yıkılıyordu. Yaşam kaynağı olan göller, dereler kabarıp, hayatı yok ediyordu.

Tüm bunlara rağmen ovanın orta yerindeki savaş aynı şiddetle devam ediyordu. Kulakları sağır edercesine bir uğultu ve çınlama tüm sesleri bastırdı. Her şey bir anda durdu. Yeniden ölüm sessizliği kapladı her yeri. Gökyüzünde beliren dört parlak nokta herkesin dikkatini çekti. Üçü farklı yönlere doğru ilerliyordu. Sonuncusu giderek büyüdü, büyüdü, büyüdü… Ve kocaman bir ateş topu olarak asıl yüzünü gösterdi. Çok yükseklerde olmasına rağmen sıcaklığı hissediliyordu. Yeryüzüneyaklaştıkça sıcaklığı daha da hissedilmeye başladı. Diğerleri gibi devasa bir hız ve gürültü ile hedefine ulaştığı anda, ne ovada ne de dünyanın başka bir yerinde hayat kalmamıştı.

Artık her yerde ölüm ve karanlık hâkimdi.

Ölüm ve karanlık…

…………….

DEBRECEN – MACARİSTAN
MAYIS 2000

Doğa yaza hazırlanıyordu. Her tarafı türlü çiçek tomurcuklarıkaplamıştı. Rüzgâr da artık kış mevsimindeki gibi soğuk esmiyordu. Hatta insanı ferahlatıyor denilebilirdi.

Bu gece de ılık bir esinti vardı. Buna rağmen ürperdiğini hissetti. Pencereyi sıkı sıkıya kapattı. Camın arkasından bahçenin karanlıkta kalan bölümüne baktı. Yeniden ürperdi. Perdeleri de kapadıktan sonra kapıya yöneldi. Odayı terk etti.

“Fazla sessiz. İyi şeylerin habercisi değil.” diye mırıldanarak ilerlediği koridorun sonundaki toplantı salonuna ulaştı. Bütün çalışanları içerideydi. Hepsi ayakta bekliyorlardı gelişini. Salonun dekorasyonunu değiştirmişlerdi. Toplantı yaptıkları masayı bir köşeye kaydırılmışlar üzerine yiyecek ve içecekler koymuşlardı. Sandalye ve koltukların birkaçı haricinde diğerleri salondan çıkarılmış, yılbaşı kutlamasından kalma birkaç parça süsü salonun tavanından sarkıtmışlardı. Ve hafiften bir müzik sesi duyuluyordu. Belli ki tüm bu hazırlık bu gece içindi. İyi de yapmışlardı. Salonun boğucu havası bir nebze olsundeğişmişti. Tüm bu güzelliklerle her şey normal gözükse de içi rahat değildi.

– Çok fazla sessiz.

– Bir şey mi söylediniz profesör?

Sorunun sorulmasıyla birlikte yüksek sesle düşündüğünün farkına vardı. Hatta biraz da irkildi. Başını çevirdiğinde asistanı ile göz göze geldi.

– Yok… Yok bir şey Boris. Ne durumdayız?

Boris soruyu hemen cevapladı:

– Hazırız efendim. Bütün her şeyi toparladık. Dokümanlar, araştırma notları, fotoğraf ve filmler… Aklınıza gelen her ne varsa. Sabah olur olmaz yola çıkabiliriz.

Hiçbir şeyin eksik kalmasını istemiyordu.

– Peki, senden istediğim özel işi de hallettin mi? diye sorunca Boris;

– Evet efendim. Aynen söylediğiniz gibi yaptım. Çantanızda. Dedi ve ekledi:

– Artık başlayalım mı?

Nedenini bilmediği ürperti hâlâ geçmemiş, üstüne üstlük sıkıntı da eklenmişti. Çevresine baktı. İçinde bulunduğu araştırma evinde tam sekiz yıl geçirmişti. İlk günkü ekibi aynen duruyordu. Hepsini çok iyi tanıyor, hepsine güveniyordu. Teşekkürden fazlasını hak ettiklerini biliyordu. Buruk da olsa,gülümseyerek bakıyorlardı. Belki de meslek hayatının en zevkli sekiz yılını onlarla geçirmişti. Ve başarıda en büyük pay sahibi yine onlardı.

Boris’in “Buyurun profesör.” diyerek uzattığı votka dolu kadehi aldı. Ne söyleyeceğini düşünüyordu.

– Dostlarım!… diye başladı ve devam etti:

– Sekiz yıl… Sekiz yıldır bir gün olsun ayrılmadık. Buraya gelişimizin ilk gününü hatırlıyorum. Beraberimizde gelenler bizi küçümsemişler, yirmi yıllık bir süre biçmişlerdi. Bize yirmi yıl vermişlerdi desem daha doğru olur. Ama biz, kendimize olan güven sayesinde onların “Yirmi yılda olmaz.” dedikleri başarıyı, sekiz yılda kazandık. Yani dostlarım, her birimiz on ikişer yıl tatil yapabiliriz.

Gülüşmeler arasında sözlerini tamamlamak için kadehi kaldırdı, “Hepinize teşekkür ediyorum. Başarımıza ve size içiyorum.” dedi.

İçkisinin daha ilk yudumunu alırken toplantı salonunun camları gürültüyle kırılmaya, tuz-buz olmuş cam parçalarıyla birlikte içeriye operasyon kıyafetli adamlar dolmaya başladı. Ayakları yere değer değmez, bir yandan bağırıyor, diğer yandan savurdukları tekme ve yumruklarla önlerine kim çıkarsa yere seriyorlardı. Hatta öyle ki yaşadığı şok ve heyecana daha fazla dayanamayıp kaçmaya çalışan birkaç kişiyi de hiç acımadan vurdular. Çok kısa süren baskının ardından herkesi silah zoruyla yüzüstü yere yatırdılar. Sessiz ve endişeli bekleyiş başlamıştı. Herkes ölüm korkusu yaşıyordu. Ağlayanlar, korkudan şok geçirenler, hatta bayılanlar… “ Dehşet bu olsa gerek.” diye geçiyordu içinden. Oysaki az evvel bu insanların tamamı ne kadar da mutluydu. Yaptığı espriye içtenlikle gülmüşlerdi. Hisleri onu yanıltmamıştı. İçindeki sıkıntı ve ürpertinin sebebini gözleriyle görüyordu. Yanılmış olmayı çok isterdi. Hem korkuyor, hem de kendine kızıyordu. Korkuyordu, zira kendisinden çok iş arkadaşlarının canlarından endişe ediyordu. Kendine kızıyordu, çünkü en yakın yerleşim yerine 10 km.uzaktaki bu çiftlikte herhangi bir güvenlik önlemi aldırtmamıştı. Gerçi birkaç kez düşünmüştü ancak yaptıkları iş yüzünden dikkatleri çekmek istemiyordu. Ayrıca geniş bir araziye kurulmuş çiftliğin güvenliği ancak profesyonellerden oluşan kişilerce sağlanabilirdi. Her şey bir yana, çalıştıkları bu iki katlı binada silahlı adamların gezinmesi de rahatsız edici olurdu.Pişmanlık ya da kızgınlık… Şu an bunları düşünmenin zamanı değildi. Olan olmuştu.

Zemine tamamen yapıştırdığı başını hafifçe kaldırıp etrafına baktı. Adamların üzerlerindeki siyah renk kıyafet, özel birliklerin gece baskınlarında giydikleri operasyon kıyafetlerini anımsatıyordu. Herhangi bir arma ya da işaretolmadığından, hangi ülkeden olduklarını da kestirmek imkânsızdı. Hepsi de uzun boylu ve iriyarıydı. Kar maskesi arkasına gizlenen yüzlerde, sadece gözler ve dudaklar açıktaydı. Bağırdıkları sırada üç ya da dört ayrı lisandan kelimeler duymuştu. Kullandıkları silahlar da farklıydı. Bir kısmı MP5 otomatik tabanca bir kısmı da P90 makineli tüfek taşıyordu. Tüm bunlara bellerinde asılı Browning marka tabancalar da eklenince on beş kişilik bu timin kimliği konusunu iyiden iyiye bir muammaya çevirmişti.

Baskını yapan adamların ne istediklerini az çok tahmin edebiliyordu. Önemli olan kim olduklarıydı. İstediklerini verse de vermese de sonunda ölüm vardı. Sekiz yıllık çalışmanın ürününü bu haydutlara vermeyecekti. Evet, en doğrusu buydu. Diğerleri de aynını düşünüyor olmalıydılar. Kararı kesindi.

– Kısa zamanda büyük başarı Profesör Polotsev. İşin doğrusu kimse sizden bunu beklemiyordu. Hatta eski iş arkadaşlarınız bile.

Sesin geldiği yere baktı. Diğer on dört kişinin haricinde bir tek bu adam yüzünü saklama gereği duymamıştı. Adamlarıniçlerindeki en iri olanı belki de oydu. Belinde asılı tabancanın haricinde silah taşımıyordu. Hareketlerinden ve davranışlarındanbaskını yapanların lideri olduğu anlaşılan adam,yaklaşırken aynı tonda konuşmaya devam etti:

– Öncelikle şunu kafanıza sokun: Hiçbiriniz buradan kaçamazsınız. Şimdi Profesör gelin bir anlaşma yapalım. Fazla zamanım yok. Hele hele sizin hiç yok. Bu yüzden istediğimi hemen verin ki, sizleri anî ve acısız bir şekilde öldürelim. Yok, beni uğraştırmak niyetindeyseniz, sizi temin ederim, adamlarım en acılı ve en uzun süren ölümü tattırma yeteneğine sahipler. Evet Profesör, cevabınız?..

– İstediğin şey bende değil.

Aldığı cevap adamın bir anda sinirlenmesine neden olmuştu. O da sinirini, aradaki mesafeyi hızla kat edip, profesörün başını beton zeminle kendibotunun arasında sıkıştırarak belli etti.

– Yanlış cevap…

………………………

İSTANBUL, TÜRKİYE
HAZİRAN 2002

Telefon ısrarla çalmaya devam ediyordu. Evin her köşesi acı acı çalan telefonun sesiyle çınlıyordu. Yatalı daha bir saat bile olmamıştı. Günlerden sonra ilk defa yatağına girmişti. Ne pahasına olursa olsun çıkmamaya kararlıydı. Telefon sussa rahatlayacaktı. Ama nafile… El yordamı ile ahizeyi bulup kaldırdı. Yorgundu ve uykusuzdu. Zoraki çıkan sesiyle konuştu:

-Alo.

Arayan mesai arkadaşı Teoman’dı. Kötü haberi verdi:

– Üzgünüm, ama gelmen gerek. Bir cinayet işlendi.

Biraz sinirli, biraz sitemkâr karşılık verdi:

– Cinayet mi? Cinayetleri araştırmak bizim işimiz değil, polisin işi… Emniyet ilgilenir.

Arkadaşı ısrarına devam etti:

– Olmaz. Mutlaka gelmen gerek. Emir büyük yerden… Önemli olmasa uyandırmazdım.

Yapacak bir şey yoktu. Doğruldu. Gece lambasını yaktı. Parmaklarıyla gözpınarlarını ovuşturuyor bir yandan da konuşuyordu:

– Peki. Geleceğim. Bana bir araba gönder. Benimki tamirden hâlâ çıkmadı.

Hattın öbür ucundan hafif gülme sesiyle birlikte gelen karşılık gecikmedi:

– Araba aşağıda. Seni bekliyorlar.

Telefonu kapattı. Yataktan çıkıp ışığı açtı. Odanın bir köşesine öylece fırlatılmış takım elbisesini giydi. Şifoniyerin üzerindeki 9mm’lik Colt marka tabancasını beline taktıktan sonra gitmeye hazırdı. Odadan ayrılmak üzereyken gözü elbise dolabındaki aynaya takıldı. Aynadaki kendi yansımasına şöyle bir baktı. Hafiften uzun tuttuğu siyah saçlarını parmaklarıyla şekillendirmeye çalıştı. Baktı ki olmuyor “Ne gereği varsa…” diyerek vazgeçti. Yorgunluktan oluşan gözaltı torbalarını bir iki kez ovaladı. Memnuniyetsiz bir ifadeyle baktığı yansımasına dudak büzdü. “Elbise de olmasa…” deyip odadan ayrıldı. Salonu geçip hole ulaştı. Ayakkabılarını giydi. Kapıdan çıkmak üzereyken ayakkabısının topuğu sertçe kapı eşiğine çarpınca ayakkabının ökçesi koparak düştü. İçinden ettiği küfürle tekrar geri döndü. Uzun boyunun avantajını kullanıp vestiyerin en üst gözüne uzanarak yedek ayakkabılarını aldı. Bir çırpıda ayakkabıları değiştirdi. Atletik yapılı, sağlam bir bünyeye sahip olmasına rağmen sanki yüz metre hız koşusu yapmış gibi bitkin hisseti kendini biran. Derin bir soluk alıp daireden çıktı.

Uzun koridoru yürürken saatine baktı. Sabahın beşiydi ve evine geleli iki saat dahi olmamıştı. Duşta kaybettiği zamanı düşündükçe “Ne vardı sanki hemen yatsaydım.” diye kızıyordu kendi kendine. Asansöre ulaştığında çağrı butonuna basar basmaz kapı açıldı. Hâlâ kattaydı. Belli ki kimse kullanmamıştı. İçeri girip zemin kata bastı. Aşağı inerken sokağın köşesindeki çaycının açılmış olmasını diliyordu. ÇaycıZiya’nın ince belli bardakta getireceği yeni demlenmiş çayı ve buram buram çay kokusunu hayal etti. Asansörün zemine ulaşınca çıkarttığı ikaz sesiyle hayali son buldu.Apartmandan çıktı. Arkadaşının söylediği gibi bir araba bekliyordu. Arabanın içinde iki kişi vardı. Bekledikleri kişiyi görünce dışarı çıktılar. Biri kapıyı açarken nazik bir tonla iyi sabahlar temennisinde bulundu. Bu kibar delikanlıyıbaşıyla selamladıktan sonra her ikisine de seslendi:

– Çay alacağım. İsteyen var mı?

Hızlı adımlarla ilerledi. Çaycının açık olduğunu görünce çocuksu bir sevinçle gülümsedi.Dükkâna girip hayalindeki gibi ince belli bardakta olmasa da, taze demlenmiş çayını aldı. Dışarı çıkınca bekleyenlere gelmeleri için işaret etti. Aracın gelmesini beklerken elindeki karton bardağa anlık bir bakış atıp dudak büzdü. Çayın kokusu tek tesellisiydi. Araç önünde durdu. Önde oturan genç kapıyı açmak için hareketlendiği anda o arabaya binmişti bile. Kahvesinden bir yudum aldı. Sanki ilk defa görüyormuş gibi dışarıyı izliyordu. Direksiyondaki gençtarafından dikiz aynasından kaçamak bakışlarla izlediğinihissediyor ama ses çıkarmıyordu. İkisi de konuşmuyordu. Belli ki gençler ilk sözü kendine bırakmışlardı. Onları daha fazla bekletmedi:

-Biriniz sigara versin!

İki genç birbirlerine baktı. Bu hareketten verecekleri cevap belliydi. Yine onlardan önce davranıp gençlerin hareketini söze döktü:

– Anlaşıldı. Sigara kullanmıyorsunuz.

Başını dışarı çevirdiği anda “Bebeler!,,” diye geçiyordu içinden. Tekrar dönüp kısa sorularla konu hakkında bilgi almaya başladı. Verilen cevaplar da aynı kısalıktaydı:

– Olay yerine gittiniz mi?

– Hayır efendim.

– Peki yeri biliyor musunuz?

– Evet. Levent’te.

– Kimmiş?

– Bilmiyoruz efendim. Biz de gidince öğreneceğiz.

– Olayı neden bize verdiler?

– Bilgimiz yok.

……………………

Televizyonun sesini biraz daha açtı. Spiker akan görüntülerin üzerine haber metnini okumaya devam etti:

– Saldırı sonrası Kudüs’te bu ayın yirmisinde yapılacak olan Dünya Tıp Konferansı’nın ertelenebilme ihtimalini gündeme getirdi. İki gün sonra başlayacak olan konferansa dünyanın birçok ülkesinden tanınmış bilim adamlarının katılması bekleniyor. Yetkililer konferansın ertelenme olasılığıyla ilgili olarak…

Birden beyninde bir şimşek çaktı. Çabucak ceketinin cebindeki notu aldı. Sakro Fokay’ın neresi olduğunu da artık biliyordu: Müslümanların, Hristiyanların veYahudilerin kutsal şehri… Üç büyük dinin kutsal toprağı Kudüs… Sakro Fokay… Kutsal yer… O ana kadar saat olarak düşündüğü yirmi, aslında ayın yirminci günüydü. Ve buluşma yeri ise konferansın yapılacağı yerdi. Telefona sarıldı. Sekreterini aradı. Karşı taraf açar açmaz konuya girdi:

– Sibel Hanım, Telaviv’e kalkan ilk uçakta yer ayırtın. Bir de elçilikle bağlantı kurup Dünya Tıp Konferansı’na katılımcı olarak akredite yaptırmalarını istediğimi bildirim. Sonra bana haber verin. Teşekkürler.

Telefonu kapattığında biraz rahatlamıştı. Tapınak Şövalyeleri ve gizemleri olayla alakalı değildi. Bu sorun başlamadan bitmişti. Tekrar kanepeye uzandı. Sekreteri arayana kadar biraz kestirecekti. Bir süre sonra gözleri kapandı.

*

– Baba!.. Baba!.. Ben geldim.

– Aysel?! Sen misin?

– Neden bizi almaya gelmedin? Neden havaalanına gelmedin baba?

Doğrulup yürümeye başladı. Uzun saçları hafif hafif dalgalanıyordu. Beyaz elbisesi ile melekler kadar güzeldi.

– Neden gelmedin?

– Aysel, Serap nerde?

– O gelmedi. Yalnızca ben varım. Sen neden gelmedin? Yavaş yavaş yürürken ayaklarının ağırlaştığını hissediyordu. Eşi ile arasında üç-dört metre olmasına rağmen bir türlü kapanmıyordu. Sonunda durdu.

– Gelecektim Aysel, ama işim uzadı.

– Biliyor musun?

– Neyi?

– Sen bizi sevmiyorsun.

– Neden?

– Eğer sevseydin… Eğer bizi sevseydin…

Aysel’in bakışlarını bir anda nefret kapladı. Öyle sert bakıyordu ki korkmamak elde değildi. İnsanı delip geçen korkutucu bakışlara cümlesini tamamladı:

– Bizi almaya gelirdin. Biz de o taksiye binmezdik. Kızın da bu hale gelmezdi.

Garip bir ritüel halini almıştı bu yaşananlar. Eşi bir adım yana çekilince canından çok sevdiği küçük kızı ile karşı karşıya kaldı. Serap kanlar içinde bakıyordu.

…………………………………….

CHARLES DE GAUL HAVALANI
PARİS – FRANSA

Havalimanının bekleme salonunda bir banka oturmuştu. Buluşacağı kişinin hâlâ kontak kurmamış olması canını sıkıyordu. Aksilikler birbiri ardına geliyor gibiydi. Kolu alçılı bir adam yanından geçerken dengesini kaybetmiş, üzerine kapaklanmıştı. Tüm bunlara bir de karşısında oturan çiftin sürekli şakalaşmaları eklenince canı iyice sıkılmıştı. Üstelik erkek olan kız arkadaşına fark ettirmeden kendisine göz kırpınca sinirlerine daha fazla hâkim olamayacağını anladı. Yerini değiştirmeye karar verdi. Genç adamın burnunu kırması çocuk oyuncağıydı. Ama çevredeki sivil polisler bunu yapmasını engelliyordu. Kendi kendine “ Sinirlerine hâkim olmalısın.” diyerek başka bir yere oturdu. Saatine baktı. Beklediği yolcunun gelmesine daha iki saat vardı. Her ihtimali düşünmüş, iki buçuk saat öncesinden havalimanına gelmişti. Erken gelişi çevreyi izleme fırsatı sunmuştu. Bu sayede güvenliğin her zamankinden fazla olduğunu fark etmişti. Vakit geçirmek için yarım bıraktığı bulmacaya devam etti.

– Nümizmatik…

Aniden arkasına döndü. Az evvel kendine göz kırpan gençle burun buruna gelince sinirinden delirecek gibi oldu. Karşısındaki genç adam gayet sakindi ve sözüne ekleme yaptı:

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Zülfü Livaneli Serenad Romanı Hakkında Bilgiler Konusu ve Özeti

Editor

Peruk Gibi Hüzünlü

Editor

Elveda Balkanlar; Unutulan Vatan

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası