Roman (Yerli)

Kayıp Ruhun Zindanı – Esrarname II

kayip ruhun zindani esrarname ii 5edbb35028744“Senden hiçbir şey istemiyorum” dedi Esrarname. Fakat bu sefer sesi hiç de öfkeli değildi. “Yalnızca benden nasıl istifade edebileceğini söyleyeceğim” dedi. Kabahate teşvik eder gibiydi. Bir sır verir gibi fısıldayarak devam etti: “Bunu benim için değil, kendin için yapacaksın. Benden istifade edebilmek için… Ne kadar istediğini biliyorum. Kim istemez ki? Bendeki sırları öğrenmek ve aklının dahi alamayacağı kabiliyetlere sahip olmak için yalnızca bir tek şey yapmalısın, o da benim telkinlerimi dinlemek. Zamanı geldiğinde zihnine girip neler yapman gerektiğini sana söyleyeceğim.”

Kayıp Ruhun Zindanı’na hoş geldiniz… Biletler?

***

GİRİŞ

Rivayet olunur ki, ta fi tarihinde, İranşehr’de bir büyücü ve şair olan Tir-i Danende, tamı tamına yirmi üç sene dört ayda kemâle erdirdiği ve sahibine akıl almaz kabiliyetler bahşeden eserini Şehinşah Ardeşir’e sunmuş, fakat içerisindeki efsunlu kelimelerin kara büyü olduğu anlaşılır anlaşılmaz kellesi vurulup kör kuyuya atılmış, tek nüshadan ibaret zannedilen eseri de -içerisindeki kudrete rağmen- oracıkta yakılmıştı. Elbette Esrarname’nin mevcudiyeti böylece nihayete eremezdi çünkü yakılan, eserin aslı değildi. Yalnızca aciz bir taklitten başka bir şey olmayan sayfalar çabucak yanıp kül olmuştu. Oysa hakiki Esrarname Tir-i Danende tarafından çeşit çeşit büyülerle donatılıp saklanmış, mevcudiyetini muhafaza etsin diye imhası imkânsız hale getirilmişti.

Böylelikle Esrarnâme varlığını sürdürmüştü. Uzun yıllar iyi yahut kötü pek çok zatın eline geçen nüsha Devlet-i Âliyye-i Osmâniyye zamanında şans eseri diğer el yazmalarıyla beraber toplanarak Bursa’daki saray kütüphanesine getirilmişti.

Bu ne habis bir yazma idi! Hemen imha edilmeli, zehrini daha fazla etrafa saçmaması için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Lakin Esrarname’yi imha etmek mümkün değildi. Ateşte yanmıyor, suda ıslanmıyor, parçalanmıyor, silinmiyordu. İşte o vakit Hakk Kelamı koşmuştu yardıma. Son çare olarak yardım istenen dergâhın şeyhinin mübarek kıraatiyle Esrarname ikiye bölünmüş, kudretten düşmüştü. Evet, hala imha edilememişti ancak artık o kadar da kudretli değildi. Bundan böyle en ücra mahzenlerde saklanmalı, insanoğlunun aklını çelmemesi için ele geçirilmesine mani olunmalıydı.

Fakat Esrarname’nin mahpusluğu fazla sürmedi. İsmini, âşık olduğu peri kızından duyan bir delikanlı onu çaldı ve sevdiğine sundu. Lakin ne yazık ki o bir peri kızı değil, Esrarname’yi vücuda getiren büyücünün tutsak ettiği cinlerden biri, yani Asfar’dı. Hakikati öğrenen genç deliye dönmüş, kandırılmış olmanın verdiği hiddetle Esrarname’yi vermekten vazgeçmişti.

Delikanlı yıkılmıştı. Peri kızı sandığı mahlûk, tehlikeli bir cindi. Üstelik gencin ellerinde tuttuğu iki parçadan biri gözlerinin önünde yok olmuştu. Biri onu çalmış olmalıydı. İşte bu delikanlı, kendine ait olanı geri alacağına dair yeminler etmiş, Esrarname’nin diğer yarısının peşinde yollara düşmüştü. Artık kendine Muntazar diyordu; alşimi ve büyü üstadı Muntazar…

Germiyan Sancağı Esrarname’nin yeni vatanıydı. Bir parçasını Muntazar’dan çalan Nagehan Esrarname’deki sırları bir bir çözerek geceleri ortaya çıkan ve sancağı kem niyetli kişilere karşı muhafaza eden o esrarengiz kara gölge yani Esved olmuştu.

Esved’in mevcudiyeti çabucak Muntazar’ın kulağına ulaştı ve diğer yarının Esved’de olduğunu hemen anladı. Onu geri almak için anlaştığı eski bir tellak olan Hamdi Efendi’ye muskalar yazdı ve böylece akıl almaz bir sürat kabiliyetine kavuşan adamı, Esved’i avlaması için sokaklara saldı. Hâlbuki Hamdi Efendi, yani ahalinin taktığı isimle Cevval, kem niyetli bir insan değildi. Yalnızca parası olmayan, karnını doyuramayan bir zavallıydı ve yapacağı işin iyi mi kötü mü olduğunu düşünmeden kabul etmişti. Pişman olduğunda hemen bu işten vazgeçti ve Muntazar’a kendisinin öldüğünü düşündürecek bir oyun oynayarak ortadan kayboldu.

Muntazar, Ali Cengiz denen kirli bir şoparı çırak olarak tutmuş, Esved’in peşine düşmüştü. Esved de Muntazar’ın peşindeydi çünkü Esrarname’nin diğer yarısının onda olduğunu öğrenmişti. Elbette Asfar da Esrarname’nin peşindeydi. Sahibine sınırsız imkânlar sunan bu kitaba sahip olmak için her şeyi yapmaya hazırdı.

Esrarname’nin sırlarını çözmekte Nagehan’a sütkardeşi Kemal ve İbrahim Ethem Bey, yani babasının ahbabı ve Nagehan’ın âşık olduğu adam yardım ediyordu. Elindeki yarıyı çözerse, diğer yarının yerini işaret edeceğini biliyorlardı. Nihayet tüm sırlar çözüldüğünde Esrarname diğer yarısını işaret etti ve Nagehan –önce elindekini de kaybetse de- büyük bir mücadele neticesinde onu almayı başardı.

Şimdi onu imha etmek gerekiyordu. Nagehan bunu istemese de sonradan sırrını öğrenen babası yani Ali Paşa onu zorluyor, kızının haram olan bir işle iştigal etmesini katiyen tasvip etmediğini söyleyerek Nagehan’a başka şans bırakmıyordu.

Sonunda Nagehan Esrarname’yi yaktı. Artık Esrarname tek sahibi olarak Nagehan’ı bellediğinden onun emrine boyun eğmiş ve böylece imha edilebilmişti. Esved de Esrarname ile birlikte yok olmuş, sahip olduğu tüm kabiliyetler uçup gitmişti.

Hayır, Nagehan Esrarname’ye kıyamamış, onu imha etmemişti. Yaptığı, kıymetsiz bir nüshayı yakarak babasını ve sütkardeşini kandırmak olmuştu. Nişanlısından başka kimse bilmiyordu Esrarname’nin mevcudiyetini hala sürdürdüğünü… Esrarname’nin peşindeki Muntazar da kötü cin Asfar tarafından öldürüldüğünde çoktan pes etmiş, artık onu geri alamayacağına ikna olmuştu.

Şimdi Nagehan’ın yapması gereken, kulağına sessizce, anlaşılmaz kelimeler fısıldayan Esrarname’nin neler söylediğini öğrenmekti.

BİRİNCİ BÖLÜM

Ebed-peyvend ede Allâh mülk-i Âl-i Osmân’ı
Kıla dâim taht-ı saltanatta şâh-ı devrânı1

Selam ola medheyleyene sultanı, bu beyt-i kâmil ile…
Ve selam ola dinleyene hikâyeyi, niyeti-i halis ile…
Öyle memleket idi Germiyan, Sultan Bayezid’in nur-u ayn’ı2
İftihar edilirdi şuarası3 ile
Meşhurdu Ahmedî’si, Hamzâvî’si ve Şeyhoğlu Mustafa’sı
Görüp de bu cevher-i cihan’ı, nasıl söylemez şairler?
Söyletirdi içeni pınarları ve beğenirdi her bucağını server-i hüdavendler4

Metheyledik Germiyan’ı ama yine de tam söylemedik. Mesela Ahmed-i Dâi’nin buralardan feyz alıp da vücuda getirdiği Çengname namlı mesnevisini, Bayezid’in büyük oğlu Emir Süleyman’a takdim ettiğini, bu vesile ile itibar görüp o koskoca hakanın torununa hocalık ettiğini, hocalık ettiği çocuğun ise haddizatında Konstantiniye Fatihi İkinci Mehmed’in babası olduğunu söylemedik. Celaleddin-i Belhi Rumi’nin5 evladı Sultan Bahaeddin Veled’in burayı görüp de

“Cennet Germiyan’ın ya üstündedir ya altında,
Feda olsun Lahor, Keşmir ve Tebriz Germiyan’a…”

dediğini ise dile getirmedik bile… Çünkü güzeli fazla metih, zeval verir güzele.

Ama niye metheyledik? Suları sihirli miydi ki içeni şair eylesin? Toprağı efsunlu muydu ki nebatını yiyeni aşka gark eylesin? Bilakis… Hiçbiri değildi. Zaten ilk gören de âşık olmazdı Germiyan’a… Amma biraz ikamet edip de ekmeğini yiyip suyunu içti mi, işte o vakit ayrılamazdı bir daha. Çünkü Germiyan namlı bu vilayet, altın bir kâse değildi içini göstermeden insanı dışına hayran bırakan… Dışarıdan bakan, içindeki cevahirin kıymetini bilemezdi. Ama içine girip de o cennet meyvesi misali tatlı sohbetlerden tattı mı bir daha ondan vazgeçemezdi. İşte Germiyan’ın asıl tılsımı bu idi.

Eh, herkesin göremediği bir güzelliği methetmek de mübarek bir iş olsa gerektir. Hele bir de bu memlekette cereyan eden künhüne varılmaz sırlar varsa, elbet memleketin hususiyetlerinin anlatılması icap eder.

Bazı hikâyat ve rivâyatın aslını düşünüp de kâinatın o ancak kalp gözü açık âlimlere malum olan çehresine bir mana aramaya çalışmak nasıl beyhude ise Germiyan namlı vilayette cereyan eden vukuatın sihrini düşünmek de öyle beyhude idi. Belki yalnızca zihinlerde filizlenip dudaklardan dökülen bir hikâyeydi, ancak dilden dökülüp de cisme bürünen bir lafzı ‘hikâyedir’ demekle küçümsemek pek de muteber bir iş olmasa gerekti.

Çünkü artık anlatılmıştı ve anlatanın cisminden bir zerre alarak kendi cismini vücuda getirmek üzere yola çıkmış, nur-u şems’in o mübarek süratiyle kim bilir kaç kulağa ulaşıp kaç dilden dökülmüştü. Ve döküldüğü her dilin sahibinin cisminden bir zerre kopararak mevcudiyetini kemale erdirip hakikatin ta kendisi haline gelivermişti.

İşte anlatılan bir hikâyenin aslının var mı yoksa yok mu olduğu böyle bilinirdi. Bir hikâye kırk dilden döküldü mü artık ona bir can verildiğine göre, onca faninin anlatıp da zihinlerde var ettiği bir hikâye de, Esrarname’nin hikâyesi de hakikat olmalıydı. Öyle olmalıydı ki geceleri zuhur eden o kara gölge bir mana bulsun… Öyle olmalıydı ki hiçbir faninin akıl sır erdiremeyeceği mucizeler bir izahata kavuşsun.

Elbette hakikatti. Camgöz Hilmi Efendi’nin kıraathanesinde oturup da lafı döndürüp dolaştırıp Esved’e getiren ahali nasıl hakiki ise, bu efendilerin söyleyip de akıl erdiremedikleri bu mesele de öyle hakiki olmalıydı. Kimse inanamasa da muhakkak öyle olmalıydı. Şimdi yoktu Esved, fakat evvelce var olmuş olmalıydı. Hiçbir insanoğlunun bir hazan gibi sakince süzülüp de bir dama konamayacağı aşikâr olsa da -bunca insan hep beraber uyuyup da aynı rüyayı göremeyeceğine göre- zihinlerdeki bu hikâye de hakiki olmalıydı. Evet, belki artık yoktu ama ‘ben zaten inanmamıştım’ diyen herkes gibi Esved de bir zamanlar var olmuştu. Hikâyesi ise binlerce âlemin birinde, geçmiş ile gelecek zamanların bir yerinde vuku bulmuştu. Ama zaman mefhumuna göre yaşayıp onun kaidelerine bir bir uyan insanlara göre elbette hikâyesinin bir vakti vardı. İşte o ‘vakit’ Fahr-i Kâinat Muhammed Mustafa’nın (salat ve selam üzerine olsun) insanlara hediye eylenmesinden on iki; reislerin pirinin, Fahr-i Kâinat’ın gönderilerek şereflendirildiği arzı, kalemindeki mürekkeple ceylan derisine nakşetmesinden ise tam üç asır sonra idi. Dedik ya, zaman mühim değildi. Zira Esrarname’yi layıkıyla okuyup anlayan birini de zaman denen o mefhum, pençesine alamazdı.

***

Hisar Kalesi’nin etekleri etrafına gümüşi bir hilal gibi serilmiş o cânım memleketi örten, karanlıkta perilerin billur kanatlarından dökülen nevrâ gibi parıldayan kandilleri bile sarıp sarmalayan, karanlığıyla hanımlarla beylerin konakları kadar garibanın viraneleri üzerine de çöken, genç-yaşlı, masum-mücrim demeden herkesi saklayan gece artık daha kesif, daha ürkütücü idi. Hilal, Germiyan ismiyle malum olunan bu memleketin gecelerinde son iki seferdir zuhur edeli bu böyleydi. Yani geceler Germiyan’dan gayri memleketlerde nasılsa, artık burada da öyleydi.

O meşhur kehanette de dendiği gibi siyah yıldız sönmüş, işini geceleyin karanlıkta gören haydut taifesi düğün bayram eylemişti. Ne yazık! Bu vaziyetiyle Germiyan da alelade bir memleket olmuş, başka yerlerde ahali nasıl emniyetsiz ise, buranın insanları da bu hissiyat ile yaşar olmuşlardı. Evet, Esved gitmişti ve sokaklar onsuz tam iki aydır en gaddar haydutların boy gösterdiği meydanlar olup çıkmıştı. Başta Esved’in ortadan kaybolmasına ihtimal vermeyen kopuklar tedbiri elden bırakmadıysa da sonradan meydanın boş olduğuna kanaat edince iyice azıtmış, akla gelmedik fenalıkları yapar olmuşlardı. Zaten Zervani denen zat-ı acaibin kehanetini layıkıyla tabir edip hürmette kusur etmeksizin neler olacağını tebliğ eden Kunduz Haşim Efendi de aynısını söyleyip milleti ikaz etmemiş miydi? Elbette etmişti. Hem de öyle kuru kuruya değil; teganni ederek, sokak sokak gezerek ve hatta kehanetin ulaşmadığı kimsecikler kalmasın diye kundaktaki bebelerin bile kulaklarına söylemek suretiyle yaptığı işte titizlenerek…

Şöyle demişti kendine vazife bellediği tebliği duyururken:

Ey ahali, denk alın ayağınızı
Siz siz olun, yaslamayın ona sırtınızı
Esved de nihayeti olan bir mahlûktur
Ayırmayın yanınızdan sopalarınızı.

İşte çıkmıştı her dediği. Lakin Yıldızname’de bundan sonra ne olacağına dair ufacık da olsa bir malumat bulunmaması Kunduz Haşim Efendi’yi pek üzüyordu. Tam da kendine itimat etmeye hazır bir güruh bulmuşken elinde başka kehanet olmaması pek yazıktı doğrusu.

Bu yıldızname ilk ortaya çıktığında epey alaka toplamıştı. Ne yazık ki kitap pek tetkik edilememiş, şöyle üstünkörü bir okunduktan sonra hemen müşterisi çıktığı için meraklıların hevesleri kursaklarında kalmıştı. Yıldızname’yi satın alan Fikri Paşa da pek meymenetsizdi doğrusu. Parasını saydıktan sonra kitabı kimselere göstermemişti bile. Zaten iki gece sonra Fikri Paşa’nın konağında çıkan yangın Yıldızname’yi de diğer kıymetli kitapları da yalayıp yutmuştu. İşte cimrinin malı, alevlere böyle yem olurdu.

Yine de yanıp kül olmadan evvel, içerisinde neler yazdığını şöyle bir okuyuverenler kâfi miktarda malumata sahip olduklarını iddia ederek siyah yıldızın sönmesinden sonra bir şeyden bahsedilmediğine dair teminat veriyorlardı. Zaten ‘başkaca kehanetler de varmış’ diyen çıksa bile fayda etmezdi. Zira yangını çıkaranın Yıldızname’nin meymenetsizliği olduğunda karar kılan Fikri Paşa, bildiği bir şey olsa bile mümkünü yok kimselere anlatmazdı.

***

Esved’in koşup yetişmediği ilk vukuat bir kına gecesinde cereyan etmişti. Keçeciler Sülalesi’nin envai çeşit ipekli kumaşlar ve kıymetli taşların yanı sıra tatlı düşkünü kızın aklını çelmek için getirdiği fıçılar dolusu pancar pekmezi ile rakiplerini açık ara geride bırakarak gelin olarak aldığı, etrafça Sümüklü Ayşe diye bilinen kızın kınasında olmuştu olanlar…

Şerbetler içilmiş, yemişler yenmiş, genç kızlar çalıp söylemeye, gelinlik kızlar şıkır şıkır ziynetlerini ve çeyiz olarak oğlan tarafına yaptırdıkları ağır elbiselerini göstere göstere oynamaya başlamıştı. Sümüklü Ayşe’nin babaannesinin ahretliği olduğu için kendisine en önlerde yer ayrılan Kafiye Hanım ve iki gelini Suzan’la Nadide’nin yanı sıra Nagehan’ın da bulunduğu kına gecesi herkes için -hatta sazlı sözlü eğlencelerden ve gürültüden asla hazzetmeyen Nadide Hanım için bile- pek keyifli geçmekteydi. Fakat bu keyif, Nagehan için fazla sürmeyecekti. Genç kızların kınada oynamamak gibi bir fikri akıllarından dahi geçirmeleri mümkün değildi. Yine de Nagehan, gece yarısına kadar bir köşede oturup eğleniyormuş gibi yapabileceğini ve bu vazifeyi böylece tamamlayabileceğini düşünüyordu ki ne olduysa o esnada oluverdi. İstemeye istemeye kına gecesine gitmiş bir genç kızın başına gelebilecek en vahim şey Nagehan’ın talihsiz başına da isabet etti: Evet, ne yazık ki ağır elbiselerini sürüye sürüye oynayan kız sayısı misafirleri tatmin etmemişti. İşte bu muaccel vaziyet, az sonra gelin kızın yengesinin oturmakta olan genç kızları oynamaya kaldıracağına delaletti ve bir kız yengesinin, herhangi birini isteyip de oynatamadığı görülmüş iş değildi. Çünkü bu yolda yapılacak her türlü şey -çekiştirme, dürtme hatta çimdikleme- mubahtı.

Nagehan avucunda sıkı sıkıya tuttuğu mendilini mahsustan yere atıp aramaya koyuldu. Maksadı elbette saklanmaktı lakin tam bu sırada yenge hanımın yay gibi incecik yapılmış kaşının altındaki sürmeli gözü Nagehan’a ilişiverdi. Heyhat! Nagehan ne kadar saklanırsa saklansın göründüğünü anlamış, başına gelecekleri o dakika tahmin etmişti. Birazdan kolu koparılırcasına çekilecek, “Aaa ne kadar ayıp, nişanlı kızların oturduğu nerede görülmüş, kalk da iki dönüver” diye ayağa kaldırılıp onlarca kadının önünde maskara olmak pahasına şıkır şıkır oynatılacaktı. Bu ne vahim ne içler acısı bir durumdu. Kızaran surat, birbiriyle ahengi olmadan şaklatılan parmaklar ve surata yerleştirilen eğreti tebessümü bozmamak için gösterilen gayretten dolayı eziyete dönüşecek dakikalar Nagehan’ı bekliyordu. Bir de eşlik etsin diye karşısına çıkarılacak kıza tebessüm etme, hatta öylece bakıp durmamak için konuşma ihtiyacı hissetme mevzuu vardı. Neyse ki Nagehan bu konuşma işine kendince bir çare bulmuştu. Karşısındakine her seferinde “Haşmetli padişahım çok yaşa, saltanatın daim ola” diyor, onca gürültüden ne dediğini anlamayan kız da bozuntuya vermeden kafasını sallayıp “evet, evet” diyordu. Yine de arzu edilecek bir vaziyet değildi ve Nagehan’ın saklanmaktan başka çaresi yoktu.

Sonunda korkulan olmuş, yenge hanım hedefini şaşırmayan bir ok misali Nagehan’a doğru atılıp koluna yapışmıştı. Nagehan, “Ben pek bilmem oynamayı” dedikçe kadın üsteliyor, “Aaa, ölümü gör kız, biz biliyoruz da mı oynuyoruz? Vallahi ayıp olur” diyerek bir yandan omuz titretiyor, bir yandan da kızın kolunu çekiştirip yaygara koparıyordu. Nagehan oynamaya kalkmazsa daha büyük bir facianın vuku bulacağını düşünmeye başlamıştı; ya kolu kopacak ya da yere kapaklanacaktı. Zaten babaannesinin bakışları, bu iki ihtimal gerçekleşmese bile Nagehan’ı çok daha vahim bir akıbetin beklediğini ima ediyordu. Velhasıl, kalkıp oynamaktan başka çaresi kalmamıştı.

İşte tam bu esnada Nagehan’ın duaları kabul oluverdi. Orta yere çıkıp kollarını kaldırdığı anda içeriye dört kişi girdi ve millet gülmekten yerlere yıkıldı. İçeriye girenler, oyun çıkarmak için erkek gibi giyinmiş, ocağın bacasından alıp suratlarına çaldıkları kapkara isle kendilerine sakal, bıyık ve ortada birleşen kaşlar yapmış olan genç kızlardı. Oyun başlamış, hatta Kafiye Sultan’dan bile makas alındığına ve karşılığında “Bre edepsiz!” lafı yerine oynayan göbek eşliğinde atılan bir kahkaha duyulduğuna göre ortam hayli gevşemişti. Kızların dilleri kadınları kendilerinden geçiriyor, “Ah güzelim hasretine dayanamadım” diyerek göz kırpılan geçkin kadınların kahkahaları ile ahali daha bir keyifleniyordu. Kimse artık oyun falan düşünmediğinden Nagehan’ın oynamasına da gerek kalmamıştı.

İşte bu gevşeklik herkese sirayet ettiğinden olsa gerek, hiç de makul olmadığı halde ziynetlerin ağırlık yapacağı ve oyuna dâhil olmanın zorlaşacağı bahanesiyle envai çeşit kıymetli taşlarla bezeli altın gerdanlıklarını, gümüş kelepçelerini ve parlaklığı göz alan pabuç kadar yaka iğnelerini çıkarıp yanlarında getirdikleri keselere doldurmaları istenen kadınlar ses çıkarmadan denileni yapmıştı. Bir curcunadır alıp gitmiş, erkek kılığına giren kızlarla beraber keselerin de ortadan kayboluverdiği epeyce geç fark edilmişti. Onca ziynet gitmişti. Hem de kimsenin canı yanmadan, kimsenin böğrüne hançer dayanmadan…

Lakin Germiyan’ın Esved’i vardı. O böyle bir ahval için mutlaka gelirdi. İşte bu sebeple hemen pencerelere koşulmuş, gecenin karanlığıyla ıssızlığa gömülmüş sokağa doğru “Yetişiiin!” diyerek feryat edilmişti. Fakat Esved ortaya çıkmadığı gibi Bekçi Münir Efendi bile ortalıkta görünmemişti. Sokağa dökülen kadınlar hep bir ağızdan avaz avaz bağırdıysa da giden ziynetlerin üzerine bir bardak su içmekten başka bir şey yapılamamıştı. Ertesi gün kadı hazretlerine çıkıp durum anlatılsa bile ev basan eşkıyanın yakalanması imkânsızdı. Çünkü tarif edilecek eşkâl kadı hazretlerini bile güldürecekti.

————

1     Allah, yüce Osmanlı Ülkesi’ni ebediyete kadar devam ettirsin, padişahı saltanatın başında daim kılsın.
(Seyyid Vehbi Divanı’ndan)
2     Gözünün nuru
3     Şairler
4     Ulu hükümdarlar
5     Mevlana Celaleddin Rumi

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yüksek Topuklar

Editor

İstanbul’un Etimolojik Tarihi

Editor

Elveda Sonbahar

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası