Roman (Yerli)

Yenilgiden Dönerken

yenilgiden donerken 5edbb4b57d15b“Ben o yenilgiyi sevdiğimde, içimde bir zafer şarkısı vardı. Bir bakış, simitlere, sıcak çaylara, işçi tulumlarına, dilenci ellerine yapışıp kalmış bir bakış, nereye gitsem, uzun kirpikleriyle peşim sıra gelirdi. Kimdi o bakışın sahibi? O çavdar!arı yeşerten ırmak; kırıkları onaran platin; budandıkça irileşen ağaç; bunaldıkça insanlara doğru kaçan haylazlık! İnsan dönüp çözülmüş bir yumruğa bakınca hemen anlardı, parmak uçlarında hâlâ şeritlerin, apoletlerin, kravatların, incinmiş bir gururun, terk edilmiş bir bakışın nabzının attığını. Sonra yeni efendilerini gönderdi zaman; bütün eski kravatlar, apoleder, şeritler bir bir toplandı, yerlerine yenileri dikildi. İncinmiş gururlar, ıssız bakışlar eşyayla onarıldı. Öyle ustalıkla çözüldü ki yumruk, kimse fark edemedi bu yoksul gövdeye bu pahalı ipeğin nasıl giydirildiğini. Yeni yenilgi çağı böyle başladı…”

***

ÖNCE GÖĞSÜNÜ ARALA

Bu yoldan gidersen, kuzey kapısına varırsın. Gidilebilecek yollar içinde en tenhasıdır. Yolculuğun boyunca geriye dönen az sayıda insanla karşılaşırsın; yüzleri asık, bitkin ve pişmandırlar. Sana, daha fazla yorulmadan kendileriyle birlikte geri dönmeni tavsiye edeceklerinden hiç kuşkun olmasın. Onların, kuzeydeki kapıyı aralayamadan geri dönmüş bedbahtlar mı yoksa seni sınamak için önüne çıkarılan görevliler mi olduğunu bilemeyeceğine göre, en iyisi ısrarla yoluna devam etmen. Tıpkı öteki üç kapı gibi kuzey kapısına da menzilleri sayarak, mesafeleri hesaplayarak ulaşamazsın. Kimi yolcuların daha ilk menzilde vardıkları bu kapıya kimileri ömürlerinin yarısı yolda geçtiği halde henüz ulaşabilmiş değil. İçlerinde öyleleri var ki, sürekli sanrılar görüyor, kuzeydeki kapının kendileri olduğunu bile iddia ediyorlar. Eğer talihliysen, bir gün çıktığın yolculuğun mükâfatını alırsın. Kuzey kapısının üzerinde şöyle yazıldığı söylenir: “Yaradılış takvimi” ne göre her yetmiş yılda yalnızca bir kez aralanır…

Bu yoldan gidersen, doğu kapısına varırsın. Anlatılanlar doğruysa, doğudaki kapı hiç kilitlenmemiştir. Diğer üç kapıdan içeri giremeyen talihsizlerin de içinde bulunduğu yolcular, bıkıp usanmadan ona doğru yönelirler. Yol öylesine kalabalıktır ki, izdiham çıkmasın diye ikiye ayrılmıştır. Aklında bulunsun: Gidenlerle geri dönenlerin sayısı neredeyse eşittir. Dönenler, kendilerine sorulan hiçbir soruya cevap veremezler. Doğu kapısına giden pek çok insan, karşı istikametten gelenlere dalgınlıkla baktığı için, bir yerden sonra onlara katılıp geriye döndüğünü fark etmez bile. Aslında onu arayanlardan pek çoğu, zaman içinde yön bilincini kaybetmiş; hangi şeridin doğu kapısına gidenlere, hangi şeridin doğu kapısından dönenlere ait olduğu birbirine karışmıştır. Sürekli bir yönden diğerine geçtiğini fark etmeyen sayısız insan yüzünden yol artık bir güzergâh değil, bir sarmaldır. Doğu kapısına ulaşabilen az sayıda insanın da, kapının bir çarkıfelek gibi döndüğünü anlayamadığı için, bir taraftan girip öbür taraftan çıktığı söylenir…

Bu yoldan gidersen, batı kapısına varırsın. Aşırı şeffaflığı yüzünden, batıda bir kapının olup olmadığı hep tartışılmıştır. Yolculuğun boyunca, bir kapı bulamadığı için geriye dönen sayısız yolcuyla karşılaşacak, belki sen de batının bir kapısı olmadığına inanacaksın. Bu boş inanca kapıldığın an başladığın yere dönmeni öneririm. Dön, çünkü batıda, görüp de başkalarına gösterebileceğin herhangi bir kapı gerçekten de yoktur. Zaten batı kapısını arayan pek çok insan da, o şeffaf kapıdan defalarca geçmiş, ama körlükleri yüzünden bunu bir türlü hissedememiştir. Sağlam rivayetlere göre onun aralığı, gözün perdesiyle aynı madenden yapılmadır, neredeyse göze yapışık durur. Görebileyim diye ileriye bakmak beyhude bir çabadır. Bu bilgiye sahip olduğu için, gözlerini kapatarak yol alan, sürekli şuraya buraya çarpan insanlara da rastlayacaksın. Umarım, onlar gibi yararsız bir körlükten, geçici bir karanlıktan medet ummazsın. Talihin yaver gider, batı kapısına ulaşırsan, aklına mukayyet ol. Çünkü orada, kendi gözlerinden başka kilitlenmiş tek bir kapı bulamayacağın söylenir…

Bu yoldan gidersen güney kapısına varırsın, diyemem. Güney kapısının, karamsarların aradığı kuzey kapısına da, dalgınların bulamadığı doğu kapısına da, körlerin bir türlü anlayamadığı batı kapısına da benzemediği anlatılır. Tanrının adaletinden kuşku duyamayız; elbette diğer yönlerdeki gibi güneyde de bir kapı var. İnsanların, orada bir kapı olup olmadığından kuşkulanmalarının sebebi, güneye doğru attıkları her adımda, yaklaşmak yerine kapıdan biraz daha uzaklaşmalarıdır. Yolcu, kapıyı düşlediği yere vardığında, aslında onu geride bir yerlerde bıraktığını fark edemez. Fark edemediği için, güneyin de güneyine yönelir. Önünde aradığını arkasında bırakan talihsizlerin durumuna ikimiz de üzülelim! İyi de, ön ve arka neresi? Öyle görünüyor ki, güneyin kapısını bulmak isteyen öteki insanlar gibi, sen de önce ondan uzaklaşmaya mahkûmsun. Başka türlü olsa, zaten aramaya kalkışmazdın. Kapılar hakkındaki en güçlü rivayet güneydekine aittir. Onu bulanlar, şu yazıyı okuyunca, şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemediklerini söylerlerler: Önce göğsünü arala…

TEHİR DUASI

Yaz sonu…

On yedi yaşında ince bir oğlan, Gözeler İstasyonu’nda Doğu Ekspresi’nin gelmesini bekliyor. Küçük istasyon binasının yanındaki kahvehaneden biraz ilerideki şoseye bakan suskun birkaç adam olmasa, o boşlukta kaybolup gidebilir insan. Genç yolcu, rayların iki yanına ilişmiş on on beş evi ve biçilmiş ekin tarlalarının sarı düzlüğünü tekrar tekrar süzüyor göz ucuyla. Neredeyse iki saat geçtiği halde bir türlü gelmeyen tren yüzünden mekân bulanıklaşıyor. Buranın gerçekten bir istasyon olup olmadığını, buradan gerçekten bir trenin geçip geçmediğini sormaya başlıyor kendine. Beklerken, okuduğu bir romanda Sibirya’ya sürgün taşıyan Rus katarını, onun geçtiği bitkin istasyonları hayal ediyor. Tıpkı raylar gibi iki demir yalnızlıkla mühürleniyor gözleri. Akşam yaklaşıyor. Yirmi kilometre ötedeki kendi kasabasından da, gitmeyi umduğu kentten de umudunu kesiyor bir ara; karanlık onu, henüz adını koymadığı bambaşka bir zamanın içine çekiyor. Evler silikleşiyor, biçilmiş ekin tarlalarının sarı zemini silikleşiyor, kavak ağaçlarının yaprakları silikleşiyor. Nihayet görevli memur, genç yolcunun bulanık yüzünü, hayatında ilk kez duyduğu bir kelimeye emanet ediyor: Tehir…

Yaklaşık otuz saat önce, Haydarpaşa garından lodosun kompartımanlara doldurduğu deniz kokusuyla yola koyulan Doğu Ekspresi, onu beklediğim küçük Gözeler İstasyonu’na vardığında, ne renginden ne de kokusundan eser kalırdı. Rengi değil ama içine girdiğimde burnuma çalınan kokusu, ilk yolculuklarımda fazlasıyla rahatsız ederdi beni. Zamanla alıştım bu kokuya. Dahası, bindiğim trenin kokusunun, adını “yol kokusu” koyacağım özel bir kimyasının olduğuna, İstanbul’dan Kars’a kadar taşıdığı her bir yolcunun, durduğu her bir istasyonun, kıvrıldığı her bir dönemecin bu kokuda bir payının bulunduğuna şüphem kalmadı. Hem hüzün hem de gururla yol alan bu çelik gövde Gözeler İstasyonu’na geldiğinde, onu birbiri ardınca uğurlayan deniz esintisini, fabrika dumanlarını, orman rüzgârlarını ve bozkır tozanlarını, kaderleri başka başka sayısız insandan yayılan buğuyla karıştırmış, kendi imalatı şu “yol kokusu”nu kıvamına erdirmiş olurdu. Sanki ben, yolun sonuna doğru bu kokuyu kontrol etmekle görevlendirilmiş bir eksperdim. Trene biner, boş bir koltuğa oturur, gözlerimi kapar, sonra da yavaş yavaş kokuyu içime çekerdim…

Bir yol nasıl kokar…

Eğer çok uzak bir mesafeden gelen bir trene defalarca binmemişseniz, bunu nereden bilebilirsiniz ki? Arkama yaslandığım koltukta, yol kokusunun kimden kalmış olabileceğini düşünerek tuhaf bir oyun oynardım kendimle; dört saatlik Gözeler-Erzurum yolunun bir kısmı bu tuhaf oyunla geçerdi. Hiç bilmediğim istasyonlarda trenden inen ama geride kokularını bırakan yolcuların çoğunu fakir, çaresiz, hasta insanlar olarak düşlerdim. Ağır demir kapıyı aralayıp kompartımana girdiğimde, halen yola devam eden yolcuların halleri de düşüncemi pekiştirirdi. Bana öyle gelirdi ki, artık bütün umutlar tükendiği için evine gönderilen kanserli bir hastanın son terleri, gelininin yanında tutunamayan yaşlı bir kadının beddualı nefesi, kentte akrabasının kızına âşık olmuş kasabalı bir oğlanın ciğerlerinden havaya yayılan ateş, sürekli hareket eden bu yaslı koku çanağında birbirine karışır, birbirinden teselli umardı. O yaslı çanağın içinde yeni evli çiftlerin koltuklara, perdelere sinmiş hevesli nefesi ya da trende tanışan, kaşla göz arasında avuçlarına birbirlerinin adreslerini iliştiren ergenlerin buğusu da olurdu elbet. Ama onların mutluluğu bile bütün kokuları birbirine kanştıran uzun yol katarının karamsar havasını değiştirmeye yetmezdi…

Bir yolun artık sonuna yaklaştığımızı işaret eden yerler vardır. Yolcular, çok arzulasalar bile varacakları kente ansızın varmak istemez, önce ona yaklaştıklarını haber veren mekânlara dikkat kesilirler. Bu dikkat onlara sadece toparlanacakları geniş bir zaman bahşetmez, “son”la birdenbire yüzleşmelerinin gerginliğinden de uzak tutar. Bana, çıktığım yolun sonuna yaklaştığımı ilk haber veren, Aşkale Çimento Fabrikası’ydı. Havasını kirlettiği kasabanın kıyısından gulyabani gibi başım göğe doğru uzatarak yapardı bunu. Dar vadilerden geçtikten sonra gürbüz bir yaylaya varan tren, geçtiği istasyonlardan imal ettiği yol kokusunu son bir kokuyla, çimento fabrikasının dumanıyla sarar, düzlüğün keyfini böyle çıkarırdı. Bu son kokuyla beraber artık yavaş yavaş trenden uzaklaşırdım. Trenden uzaklaşır, beni Erzurum’a, fakülte kantinine, arkadaşlarıma, her akşam oturduğumuz çay ocağına yeniden kavuşturacak şehir istasyonuna odaklanırdım. Kimi İstanbul’dan, kimi Eskişehir’den, kimi Ankara ya da Sivas’tan trene binmiş yorgun yolcuların arasına ilişerek geçirdiğim dört saatlik yolculuğun bitimine doğru, hem onları hem de geçip geldikleri istasyonları hayal etmeyi bırakırdım artık. Kokumu, bir başka hayalperest yolcuya bırakıp inerdim trenden…

Son sefer…

Yirmi bir yaşındaki genç adam, biçilmiş ekinlerden kalma sarı bir düzlüğün ortasında Erzincan’dan gelecek treni bekliyor. Bu, Gözeler İstasyonu’ndan çıkacağı son yolculuk. Tehir kelimesini ilk duyduğu dört yıl öncesinin o tenha akşamında, fazla değil bir yıl sonra yakın bir akrabasının şu küçük istasyon evlerinden birine yerleşeceğini, yolculuklardan önce evin balkonunda oturup biçilmiş ekin tarlalarını, rüzgârda savrulan saman yığınlarını, uzaktaki dağları seyredeceğini; bunun aşk acısına iyi geldiğini ve balkonda otururken trenin gecikmesi için tehir duası edeceğini aklının ucundan bile geçiremezdi, ilk karşılaştığında, garip bir suskunlukla kahvehanenin önünde oturan adamlardan pek çok hikâye dinleyeceğini, yolcuların öylesine bakıp geçtiği bu küçücük istasyonun zamanla kendisi için bir sığınağa dönüşeceğini de geçiremezdi aklından. Şimdi, son seferine çıkarken, “yalnızca bir okuldan değil, bir balkondan, bir istasyondan, bir yol kokusundan ve bir aşktan da mezun ediliyorum,” diye geçiriyor içinden. Artık trene binebilir. Bırakın binsin…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

beni buna zorlama

Editor

Lal

Editor

Aşkın Küçük Tanrısı

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası