Roman (Yabancı)

Bilgi Avcısı

bilgi avcisi 5ed4064d62b74Çekici, Hızlı ve Tehlikeli…

Ankara’dan başlayıp Afrika ve Amerika’ya dek uzanan öyküsüyle Bilgi Avcısı, güven ve ihanetin, ölüm ve yaşamın da hikâyesi..

Uçlarda yaşayan bir kadın, sırt çevirdiği bir geçmiş, ruhunun derinliklerinde hiçbir şeyin kapatamadığı bir boşluk ve inanılmaz bir aksiyon…

Vanessa Munroe, çok gizli bilgilerle sırların kokusunu alan, inanılmaz yetenekleri olan çok zeki bir bilgi avcısıdır.

Büyük şirketlerin ve devletlerin gözdesidir. Fakat bu seferki işi biraz farklıdır. Yeni görevi zengin bir işadamının Afrika’da kaybolan kızını bulmaktır. Munroe içinse bunun anlamı çocukluğunun geçtiği ve ruhunun defalarca yara aldığı topraklara dönmesidir. Fakat bu yolculuğunda yalnız değildir; zengin işadamının tuttuğu Miles Bradford da ona eşlik edecektir.

“Stieg Larsson’ın Ejderha Dövemeli Kızı’nı aratmıyor.”
-USA Today-

“Stevens’ın ilk romanıyla okur yeni bir kahramanla tanışıyor: Vanessa Michael Munroe. Her ne kadar Stieg Larsson’ın Lisbeth Salander’ına benzese de dikkati üzerine çekmek için bir kovana çomak sokmuyor. Aksiyon severler, bir sonraki sayfaya geçmek için sabırsızlanacaklar.”
-Publisher Weekly-

***

Giriş

Orta-Batı Afrika

Dört yıl önce

Burası, öleceği yerdi.

Yerde, avuç içleri toprağı öperken, susuzluğa karşı savaşırken ve çamur içindeki yerden su içmek için can atarken. Kıyafetinde, saçında kan vardı ve tüm o kirin, pasın altında yüzü kanla boyanmıştı. Onun kanı değildi. Hâlâ tadını alıyordu.

Onu bulacaklardı. Öldüreceklerdi. Aynen Mel’e ve hatta belki de Emily’ye yaptıkları gibi, onu da parçalara ayıracaklardı.

Emily’nin hâlâ yaşayıp yaşamadığını bilmek için neler vermezdi. Ormanın koyu sessizliğinde tek duyabildiği sadece sık yapraklara çarpan bıçak sesleriydi.

Yağmur ormanının yaprak ve dallarla örülmüş tepesinden sızan ışık, gölge oyunları oynuyordu. Bu sessizliğin içinde seken bıçak sesleri yönünü saptamasını zorlaştırıyordu.

Onu kovalayanlardan kaçmayı başarsa bile, bu ormanda bir geceyi sağ salim geçirmesi olanaksızdı. Hareket etmeliydi, koşmalı, sınırı geçene kadar hiç durmadan doğuya doğru ilerlemeliydi, oysa nerede olduğu ve hangi yöne ilerlemesi gerektiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Azimle dizlerinin üzerinde doğrularak ayağa kalkmak için çabaladı, yönünü kaybetmiş ve sersemlemiş bir şekilde kendi etrafında dönerek çıkış yolunu bulmaya çalıştı.

Bıçak sesleri yakınlaştı, hemen ardından da fazla uzaktan gelmeyen bir bağırış duyuldu. Kendini bir hışımla ileri doğru attı, ciğerleri ve gözleri alev alev yanıyordu. Zaman çoktan anlamını yitirmişti onun için. Giderek azalan ışıkta, ağaçlar devasa ve korkutucu görünüyorlardı. Yoksa bu bir sanrı mıydı?

Daha yakından başka bir bağırış sesi geldi. Bacakları yorgunluktan boşaldı ve bir anda kendini yerde buldu. Düşerken çıkardığı sesten dolayı kendine lanetler okudu. Kısa bir süre uğraştıktan sonra kendisini sırt çantasından kurtardı; ne de olsa bir çanta hayatına değmezdi.

Umut, çalılarda titreşen kırık dökük ciplerin hafif homurtalarını duyduğunda belirdi. Kaçmayı başarabilmek için araba yoluna ulaşması gerekiyordu ve artık yolun nerede olduğunu biliyordu. Yere çöktü, yapraklarla kaplı yere dikkatle baktı ve bu yeşil örtünün altında yılan olmamasını ümit ederek sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladı Çanta olmadan daha hızlı hareket edebiliyordu, bunu daha önce akıl etmeliydi.

Yüz metre arkasında birden sesler duyuldu. Çantasını bulmuşlardı. Kaybetmeyi göze alamayacağın tek şeyi, bedenini taşı yalnızca. Tanrının bile unuttuğu bu vahşi doğada yıllarını geçirmiş olan kuzeni vermişti ona bu bilgece öğüdü. Çantayı atarak zaman ve belki hayatını da kazanmıştı.

Yirmi metre ötesinde bir ışık gördü. İçgüdüsel olarak ışığa doğru ilerledi. Bulduğu anayol değildi, ama küçük ve ıssız bir köydü. Bu bomboş alanı, her şeyden çok istediği şeyi bulmak üzere taradı ve istediğini çürümüş bir fıçının içinde buldu. Yüzeyinde çeşit çeşit su böceği kendine ev kurmuş ve sivrisinek larvaları da dipte minyatür denizkızları gibi salmıyordu. Fıçının neden olabileceği hastalıkları umursamayarak açgözlüce sudan içti; eğer şanslıysa iyileştirilebilir cinsten bir hastalık kapardı.

Bir cipin yaklaştığını duydu, hemen gölgeye çekilip çalıların içine gizlendi. Araçtan inen askerler kerpiçten yapıların arasında dağılarak kapı ve pencereleri aşağı indirip gittiler. Köyün neden terk edilmiş olduğunu şimdi anlıyordu.

Tekrar mutlak karanlığa dönene kadar on beş dakika geçti. Dikkatle etrafı dinleyerek köyün patika yolunun kenarından anayola yürüdü. Cipler gitmişti ve bir an olsun onu yakalamak isteyenlerin sesleri de duyulmaz olmuştu. Anayola adımını atar atmaz Emily’nin adını haykırdığını duydu. Emily yolun aşağısındaydı, sendeleyerek koşuyordu, askerler de tam arkasındaydılar. Askerler ona vurunca Emily bez bir bebek gibi devrildi.

Şok içinde titreyerek olduğu yerde kalakaldı ve karanlığın içinde, ay ışığında parlayan bıçakların inişini izledi. Bağırmak, onu kurtarmak için öldürmek istedi her birini. Ama bunun yerine doğuya, yirmi metreden daha yakın olan sınır kapısına yönelip dosdoğru koşmaya başladı.

1. Bölüm

Ankara. Türkiye

Vanessa Michael Munroe yavaş ve ölçülü bir nefes aldı, tüm dikkati karşı caddenin kaldıran kenarındaydı.

Balgat’tan Kızılay Meydanı’na ilerleyen araba konvoyunun ne zaman orada olacağını önceden hesaplamış, kuytu bir mekânda yerini alarak hareketsiz duruyor ve araçlarından inip geniş bir merdiven boşluğuna doğru ilerleyen hedef grubu izliyordu. İki adam. Beş kadın. Dört koruma. Birkaç dakika sonra hedefin kendisi de gelmeliydi.

Hâlâ akşam kalabalığının yaşandığı geniş caddelere çok katlı cam binalardan yansıyan neon ışıklar düşüyordu. Karanlıkta kendisinin hareketlerini fark etmeyen, varlığından bihaber bedenler ona sürtünerek geçip gittiler.

Saatine baktı.

Bir Mercedes yolun karşı tarafında durdu ve arka koltuktan inen yalnız birinin görünmesiyle birlikte o da doğruldu. Adam gelişigüzel bir şekilde girişe doğru ilerledi, özel kulüplerin en özeli, Ankara’nın en kutsal yeri, zengin ve güçlünün birlikte demokrasinin çarklarını beslediği Anadolu Kulübü’nün girişine doğru ilerlemesiyle görüş alanından çıktı.

Kapıda, gizli görüşmeler ve rüşvetle geçen iki haftanın sonunda ele geçirdiği kartviziti gösterdi.

Kapıcı onayladığını belirtir şekilde, ”Bayım,” diyerek onu selamladı.

Munroe başıyla selamlayarak karşılık verdi, eline bir tomar para sıkıştırarak duman ve müzik şamatasının içine daldı. Saklı odacıklar topluluğunu ve barda yarısı dolu olan sandalyeleri geçip tuvaletlere doğru uzanan koridordan sonra “Çalışanlardan Başkası Giremez” yazılı kapıya ulaştı.

İçerinin bir dolaptan farkı yoktu. Armani takımıyla İtalyan ayakkabılarını çıkararak erkek kimliğinden sıyrıldı.

Kulübe girişini sağlayan tek bağlantısına kendisini bir erkek olarak tanıtması ne şanssızlıktı, çünkü diğer gecelerden farklı olarak bu gece yüzde yüz bir kadın olmalıydı. Tüm bedenini saran bir elbiseye dönüşecek olan göğsündeki pârçayı çıkarıp silkeledi ve ceketinin kollarında saklı olan sandaletlerini ayağına geçirdi. Takımın cebinden küçük bir el çantası çıkardıktan sonra da değişimine son noktayı koymak için koridoru kolaçan edip saç ve makyajı için tuvalete girdi.

Ana salonda araba konvoyundaki korumalar birer fener gibi kendilerini belli ediyorlardı, o da ağır ve uzun adımlarla onlardan tarafa doğru yürüdü. Zaman yavaşladı. Dört saniye. Hedefle dört saniyeliğine göz göze geldikten sonra belli belirsiz bir gülümsemeyle gözlerini çevirerek yanlarından yürüyüp geçti.

Yüzü farklı bir yöne bakar vaziyette, ama bedeni tümüyle hedefe dönük, barın en sonundaki bir sandalyeye yerleşti. Bir içki ısmarladı. Boynundaki madalyonla işveli bir şekilde oynayarak beklemeye koyuldu.

Sıra son adıma gelmişti ve sonra iş tamamlanacaktı.

Partiye katılma teklifinin on dakikada geleceğini tahmin etmişti, ama üç dakika içinde teklif geldi.

Mesajı ulaştıran koruma masaya kadar ona eşlik etti. Masada, çok az kelime sarf edilerek yapılan tanışmaların, kaçamak bakışların ve çekingen gülümseyişlerin eşliğinde o akşamki rolüne büründü, aynı aptal bir sarışın edasıyla araştırıyor, avını izliyor, kışkırtıyordu.

Bu maskaralık sabahın erken saatlerine kadar sürdü, istediğini elde edince yorulduğunu belirterek özür dileyip gruptan ayrıldı.

Hedef, kulüpten yola kadar peşinden geldi ve neon ışıkların parıltısı altında onu eve bırakabileceğini söyledi, fakat o gülümseyerek bu teklifi reddetti.

Hedef, arabasını istedi, ama o çoktan yürümeye başlamıştı. Arkasından gelip eliyle kolunu kavradı.

Geri çekildi. Hedef kolunu sımsıkı tuttukça sakinleşmek için derin bir nefes aldı. Gri görmeye başladı. Bakışları, hedefin yüzünden boynundaki damarlara doğru kaydı, ne kadar kolay kesilebilirlerdi, sonra da boğazına baktı, ne kadar da kolay sıkılabilirdi. Kanın beynine sıçramasıyla duyduğu onu öldürme isteğini bastırmaya gayret etti.

İçgüdülerinin esiri olmaksızın gülümsemeye devam etli ve sevimli bir şekilde, “Hadi, bir içki daha içelim,” dedi.

Mercedes kaldırıma yaklaşmıştı. Hedef, arka kapıyı açtı ve daha şoförü dışarıya adım atacak şansı bulamadan Munroe’yu arka koltuğa doğru itti. Hemen ardından kendisi de araca binip çarparak kapıyı kapattı. Şoföre sürmesini söyledikten sonra mini barı işaret ederek, “İçki istersin, değil mi?” dedi.

Flört edercesine bir gülümsemeyle omuzlarının üzerinden baktı, bakıyor ama görmüyordu. Bu ölümle yok etmenin gülümsemesiydi, damarlarından akan o ateşten kana susamışlığın maskesiydi. Sebebini geçerli kılabilmek için bayağı uğraştı. Odaklan. Gerçek emellerini bastırarak bir eliyle Jack şişesine, diğeriyle de el çantasına uzandı ve “Benimle iç,” dedi.

Munroe’nun sakin davranarak konuşmadan verdiği seks sözüyle hedefi rahatlayarak uzattığı içkiyi aldı. Bardağın içine soktuğu parmaklarını hedefin ağzına götürdü. Bu hareketi oyun oynarcasına tekrarladı, ta ki bardak boşalana ve Rohypnol iyice hedefin dolaşım sistemine karışıncaya kadar. Bunu yaptıktan sonra ilaç etkisini gösterene dek onu oyaladı. Şoföre adamı evine götürmesini söyleyerek hiçbir itiraz olmaksızın arabadan indi.

Şafak sökmeden önceki serinlikte kafasını boşaltmak için derin derin nefes aldı. Zamandan habersiz, sadece aydınlan- makta olan gökyüzünün farkında olarak yürümeye başladı. O sırada şehrin dört bir yanından sabah ezanının sesleri duyuldu.

Son dokuz aydır evi olan dairesine vardığında gün ışımıştı artık.

Ev karanlıktı, ışığı açtı. Tavanda asılı düşük voltajlı çıplak bir ampul tek göz odalı daireyi aydınlatınca, bir çalışma masası ve açıldığında bir yatağa dönüşen kanepeyle onlardan daha çok yer tutan kitap, dosya, bilgisayar, onların kablolarıyla araç gereçlerini gözler önüne serdi. Bunlar dışında dairede hiçbir şey yoktu.

Madalyonu boynundan çıkardı, kanepenin ayağında yanıp sönen kırmızı ışık bir anlığına ilgisini çekince kalakaldı. Sonra madalyonu avcunun içine alıp yüzeyini ters yöne çevirdi ve açılan bölmeden bir mikrokart çıkardı. Bilgisayarın başına oturdu, kartı okuyucuya sokup datalar bilgisayara kopyalanırken telesekretere doğru uzandı.

Kayıttan gelen ses patlayan şampanya gibiydi: Kate Bree’den için öğle vakti. “Michael, hayatım, biliyorum, elindeki işi bitirmek istiyorsun ve yeni bir iş almayı hiç istemezsin, ama çok ilginç bir teklif geldi. Ara beni.”

Munroe kanepeye oturdu, telesekreterdeki kaydı yeniden dinlemek için tuşa bastı, alnını kollarına dayayarak gözlerini kapattı. Gün boyu süren işinin yorgunluğu ağır basınca sırtüstü uzandı ve donuk gözlerle bilgisayar ekranında görünen kopyalama işlemine baktı. Saatine baktı. Dallas’ta saat onu biraz geçiyor olmalıydı. Bir an için durduktan sonra doğruldu ve bu yeni teklifin ne olduğunu öğrenmek için ahizeyi kaldırıp numarayı çevirdi.

Telefonun diğer ucundaki hışırtılı ses yüzüne bir gülümseme getirdi. “Mesajını az önce aldım,” dedi.

“Birkaç ay boyunca yeni iş almak istemediğini biliyorum,” dedi Kate, “ama bu istisnai bir durum. Müşteri Richard Burbank.”

Munroe duraksadı. İsim tanıdık geldi. “Houston petrol?”

“Evet o.”

İç geçirdi. “Tamam, dokümanları gönder, bir bakayım.”

Garip bir sessizlik yaşandıktan sonra, “Yüz bin dolara karşılıklı görüşmeyi kabul eder misin?” diye sordu Breeden.

“Ankara’da mı?”

“Houston’da.”

Munroe hiçbir şey söylemeden durdu. Anın sessizliğinin onu ezip geçmesine izin verdi.

Breeden tekrar konuştu. “İki yıl oldu Michael. Bunu bir lütuf olarak kabul et. Eve gel.”

“Buna değer mi?”

“Her zaman için geri dönebilirsin.”

Munroe kendi kendine boşluğa doğru başını salladı. Kaçınılmaz olanı şimdiye kadar ertelemeyi başarmıştı. “İşleri bitirmem için bana bir hafta ver,” dedi. Ahizeyi geri bıraktı, tekrar kanepeye uzanıp bir koluyla gözlerini kapatarak uzun ve derin bir nefes aldı.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Olasılıksız

Editor

Sindirella Anlaşması

Editor

Anton Çehov – Acı Çekenler

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası