Roman (Yerli)

Lal

lal 5edc71de8d5d2 Lâl Nergis’in Aşk Temelli Estetik İslam Algısı ve ikizinin Madde Nakli çabalarında temsil edilen Fatih Medeniyeti

Kaybolan eşini, iki çocuğuyla senelerce bekleyen Nergis’in, Bosna Dayanışma Grubu’nda yıllar sonra karşılaştığı kuzeni Fuad’la masalsı aşkı

Bosna Savaşı, 99 Depremi, sırlar ve geçmişiyle yüzleşen saray kökenli, muhafazakâr Sermüezzin Ailesi

Saraylı yıllar, Abdüllhamid’in Hicaz Demiryolu, Fatih Camii’ndeki ilk Türkçe ezan, küskünlük ve İstanbul’dan Mekke’ye göç…

Lal, İstabul’da Medine, Bosna; “Kalmaz sonra, onlardan farkımız” ı Aliya’ya söyleten maya

Mimar Sinan, Dede Efendi, Sezen Aksu,

Göksel Baktagir ve Tanpınar’la karışmak İstanbul’a

“Biz O’nun rüyasıyız!”

Diyen Arabi’nin düşünsel temelini oluşturduğu rüya anlatı

Lâl nazenin bir edebi dilin, Ayşe Kara’nın keyifli ve akıcı romanı

***

Bütün âlemin halleri, belki bir rüyadır, Yorumu öbür dünyada belli olacaktır.
Hz. Mevlana

YER SARSILDIĞINDA

20 Ağustos 1999, Cuma, 19.40 İstanbul

Kandilli Rasathanesi:“Bir deprem fırtınası ile karşı karşıyayız. Mümkün mertebe müteyakkız olmakta, geceyi dışarıda geçirmekte yarar var…”

Bitiş…

Hissettiği, düşünebildiği tek şey, yalnızca bitiş!

Bu topyekûn hayatın bitişi miydi, yoksa yalnızca kendi hayatının mı? Ne düşünmüştü bilmiyordu. Ama düşünebildiği tek şeydi bitiş.

O gece havada bunaltıcı bir sıcak ve nem vardı. Göz kapakları yerine başı ağırlaşmış, ağır bir külçe haline gelmişti. Uyku yerine içini tedirginlik, endişe sarmıştı yine. Bileğindeki saate baktı. Üçe geliyordu. Yatağından kalkıp pencereye gitti. Fatih Camiini seyre koyuldu. Projektörlerin sarı ışığı, kubbeyi, minareleri, çınarları aydınlatıyordu. Çınarların kıpırtısız duruşlarına bakıp yaprak kımıldamıyor, diye düşünürken.

Hayret!

O muhteşem mabet ona her zaman muhkemlik duygusu verirdi. Oysa şimdi! O muhkem yapı, kubbe, minareler, sanki sallanıyor, kayıyor gibiydi.

Dehşet! Dehşet!

Ayağının altındaki yer de kayıyor. Avize, tavan gidip geliyor; sanki yer yerinden oynuyor, üzerinde ne varsa silkeleyip atmak istiyordu.

Ölmek üzere olan bir insanın son hamlesi gibi bir hamleyle birkaç adım ötede uyuyan küçük çocuğunun yanına atıldı: “Kerem!” Karyolasının üzerine kapandı. Çökecek tavandan, duvarlardan, kolonlardan bedeniyle korumaya çalıştı.

Kolonlardan gelen çatırtıların, dolapların duvarlara vururken çıkardıkları seslerin arasından, ümitsizce yan odalara seslendi:

– Lale! Ahmet!

Sesinin duyulması mümkün değildi. İnledi: “Allah’ım!” Demek artık bitiyordu.

Nergis televizyonlardaki, gazetelerdeki deprem haberlerine bakarken bunları, on yedi Ağustos gecesini düşünüyordu.

Sarsıntı durduğunda Ahmet ile Lale odalarından annelerinin yanına koşmuşlar, Nergis, küçük çocuğunu kucaklarken giysileri olmadığını fark edip bulduğu birkaç parça şeyi üzerlerine geçirmiş; kör karanlıkta sokağa inmişler, arabaya girip üstünü suskunlukla kapattıkları büyük bir korku içinde beklemişlerdi.

Acaba dehşet son bulmuş muydu? Yoksa “sonun başlangıcı” öncü sarsıntılar mıydı bunlar?

Karanlıkta göründüğü kadarıyla yıkılan bir yer yoktu. Nafile, etrafta sığınabilecekleri bir boşluk aramıştı. Her yeri beton binalar kuşatmış, apartmanlar insanları safra atar gibi sokaklara atmıştı.

Gece dehşeti çoğaltıyordu. Ne yapmalıydılar? Orada durup beklemeli mi, Pembe Ev’e mi gitmeliydiler? Mutlaka kardeşi Fatih gelip onları arayacaktı. İyi ki annesi İstanbul’da yoktu. Fakat kendilerini ne kadar da merak edecekti. Ya halası, o ne yapmıştı acaba? En iyisi biraz durup olduğu yerde beklemek, nelerin olup bittiğini öğrenmekti.

Arabanın radyosundan, cam şangırtıları arasında, “Adapazarı, Gölcük yıkıldı!” diye duyuran o sesle orada öylece ıssız, ıpıssız, ensesinden tutulup sokağa atılmış bir kedi gibi, bir sokak çocuğu, bir mülteci gibi, göçük altında kalmış biri gibi yalnız. Yapayalnız. Her şeyin sıfırlandığı bir noktada kalakalmışlardı.

Öyle bir noktaydı ki o nokta, üzerlerinde ne varsa sonradan olma, kinler, kırgınlıklar, tutkular, aşklar, mal mülk, erk. Üstlerinden sıyrılıp akmış annelerinden doğdukları gibi çıplak kalmışlardı. Geriye dönüp bakınca ne kadar da basit gözüküyordu her şey. Meğer nelere sahiplermiş, meğer ne lüzumsuz şeylere kızmış, ağlamışlar. Ne güzelmiş evleri, kendilerini güvende, emniyette hissettikleri evler… Yere sağlamca basmak ne kadar güzelmiş meğer.

Bütün gazeteler iki gün önce meydana gelen Marmara depreminde uluslararası yardım kuruluşlarının deprem bölgesine akın edişlerinden, sivil dayanışmanın gücünden, toplumsal uyanıştan söz ediyor, “Bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” diye yazıyorlardı. Televizyonlardan “Bir deprem fırtınası ile karşı karşıyayız, evlerinizde kalmayın!” uyarısı yapılıyor; deprem bölgelerinden naklen dehşet, naklen kıyamet tabloları veriliyordu.

İnsanlar oyuncak bebekler gibi ezilmiş, kırılmışlar, moloz yığını haline gelen beton binaların altında toz toprak içinde gömülüp kalmışlardı. Kadının biri enkaz altında kalan çocuklarının “Kurtar bizi anne!” çığlıklarıyla çıldırmış gibiydi. Dualarına cevap gelmediğini, artık Allah’a inanmadığını tekrarlayıp duruyordu. Nergis de kendini, çocuklarını, enkaz altında düşündü. Ya şimdi kendisi de enkaz başında, çocuklarının “Kurtar bizi anne!” çığlıklarına muhatap olsaydı? Hayır, hayır bunları işitmektense ölmüş olmayı yeğledi. Bu defa da çocuklarını annesiz olarak düşündü. Onlar adına acı hissetti. Bir arada ve hayatta oldukları için şükretti.

Gazetelerde Fuad’ın da Türkiye’ye geldiğine dair bir haber aradı. Duyduğuna göre artık Bosna’da değildi. Her neredeyse mutlaka o da başkanı olduğu kuruluşla deprem bölgesine gelmiş olmalıydı.

Ürperdi. Sanki yine.

Koltuğu kendi mi sallamıştı yoksa yeniden sarsılıyorlar mıydı? Gazeteden başını kaldırıp avizeye, konsolun üzerindeki vazoya, Fuad’ın Pembe Ev’de kaldığı vakit getirip oraya koyduğu laledana baktı. Hayır sallanmıyorlardı. Demek ki kendisi sallamıştı oturduğu koltuğu.

Eli kolu tutmuyordu ama hastaya, çocuklara bir çorba olsun yapmak lazımdı. O öyle kendisini bırakırsa çocuklar ne yapardı. O gece o kadar güçlü kavramıştı ki Kerem’in karyolasını, o müthiş güç, dipten gelen o dalga, kollarından yürümüştü bedenine. Kolları hâlâ bir yük gibi, cansız cansız sallanıp duruyordu iki yanında. Mahallenin bakkalını arayıp yoğurt, salça ve limon sipariş etti.

Halası depremden kaçayım derken bahçeye atlayıp daha evvel kırdığı bacağını aynı yerden ikinci kez kırmış, alt katta bir zamanlar selamlık odası dedikleri bahçeye açılan büyük odada yatıyordu.

Kendisi için değil, çocukları ve halası için endişeleniyordu Nergis.

Of… İstanbul’un yıkılabileceğini düşünmek! Endişelenmemek mümkün değildi.

GÜN TUTULDUĞUNDA

Aslında uzun zamandır İstanbul’da deprem olacağı konuşuluyordu. İnternette bilgiler aktarılıyor, bazı köşe yazarları da köşelerinde “sağlam kaynaklara” dayandıklarını ifadeyle büyük devletlerin, İstanbul’daki konsolosluklarına; “Kuzey Anadolu Fayı’nın hareketlendiği, her yüz yılda bir yaşanan büyük İstanbul depreminin beklendiği, tedbir almaları, el feneri, radyo ve gerekli miktarda içme suyu, yiyecek bulundurmaları gerektiği” yönünde uyarı yaptıklarını yazıyorlardı.

Fısıltı gazetesi de on bir Ağustos’ta meydana gelecek güneş tutulması yaklaştıkça sesini artırıyor, güneş tutulmalarından sonra tarihte meydana gelen büyük olaylara ve felaketlere dikkat çekiyordu.

Elli altı yılda bir gerçekleşen tam güneş tutulması net olarak Türkiye’den izlenebilecekti.Bazılarına göre aslında bu da bir işaretti. Güneşin, ayın, dünyanın hareketlerine dair bir merakı olmayanların bile bu yayınlardan sonra ilgi duymaması imkânsız gibiydi. Yurt dışından kalabalık meraklı gruplar güneş tutulmasını izlemek için Türkiye’ye akın etmişlerdi. Turizm Bakanlığı da bunu bir tanıtım fırsatı olarak görmüş, Kapadokya’da bir konser düzenlemişti, güneşin tekrar hür kalacağı dakikaya dek sürecek bir konser.

Tutulma yaklaştıkça son dakika bilgileri ekleniyordu internet sayfalarına. Güneşe çıplak gözle bakılmaması hususunda uyarıyorlardı bilim adamları. Radyo, televizyon programcıları, kullanılan güneş gözlüklerinin ultraviyole ışınlarına yeterli gelmeyeceğini, özel gözlükler kullanılması gerektiğini, şayet bir gözlük edinilememişse kullanılmış filmlerden faydalanılabilineceğini aktarıyorlardı izleyicilere. Oluşan taleplere anında ayak uyduran birkaç firma, güneş tutulmasını izlerken takılmak üzere karton çerçeveli güneş gözlükleri arz etmişlerdi piyasaya.

Doğrusu, deprem olacak, sözlerini ailede Nergis’in ikizi Fatih dışında kimse pek dikkate almamıştı. O da “İstanbul’un hareket etme hakkı…” deyip duruyordu. Diğerleri belki korktukları için bu söylentilere kulaklarını kapamış; belki de “Olacaksa da kim bilir ne zaman, hem nasılsa Pembe Ev var, o vakit gidip orada otururuz.” diye lakayt kalmışlardı.

Gerçekten yerin sarsılmasında göklerin etkisi var mı, bilinmez ama bu tutulmanın sonrasında yaşanacak felaketten habersiz, merakla, hatta şamatayla gün tutulmasını izlemek için o gün bütün aile Pembe Ev’de bir araya toplanmıştı. Aslında bu toplanma, tutulmayı izlemekten ziyade, Nergis’in dayısı Rifat ve kızı Defne’nin birkaç günlüğüne İstanbul’a gelmeleri nedeniyle olmuştu. Defne, Trabzon’un bir köyünde doktor olarak bulunuyordu. Köylülerden biri, ölmek üzereyken sağlık ocağına getirdiği karısının ölümünden onu sorumlu tutuyordu. Bu nedenle, babası onu yalnız bırakmak istemiyor, bir süredir kızıyla birlikte kalıyordu.

“Sermüezzin Efendi ailesi, Tanzimat’tan beri Fatih’te ikamet ederler, kabile halinde yaşamayı severler, şimdi birlikte gün tutulmasını izleyecekler!” diyerek Fatih, en son şamata ile içeri girdiğinde; Nergis elinde bir makas, önünde bir karton, Kerem’in sandık odasından kapıp getirdiği kullanılmış film makaralarını pencereye tutup hangi resimlerin negatifleri olduğuna bakıyor, kimini yerine geri koyuyor, kimilerini de oğluna güneş gözlüğü yapmak üzere ayırıyor. Halası da elinde dört yıl evvel banyoda kayıp kırdığı bacağının röntgen filmini pencereye tutmuş, -kırık bir kaval kemiği arz-ı endam ederken ışıkta- “Ben de bununla bakacağım güneşe!” diyordu.

Nergis, o şamata içinde “Ben buradayım!” demek için fırsat kollayan ağır kederin uyandığını, içinde bir yerde dibe çökmüş o tortunun bulanıp kan kestiğini hissetmişti yine. Elindeki bir negatifte, önce en son gittikleri seyahatte, Muhsin, gencecik bir baba, kucağında iki çocuğu,

Bursa’daki birkaç asırlık koca bir çınarın kovuğunda geleceğe güvenle ve gülerek bakıyordu.

Tam on iki yıl olmuştu Muhsin yiteli. İki küçük çocuk büyümüş, Lale on yedi, Ahmet on altı yaşlarında birer genç olmuşlar fakat kendisi pek değişmemişti. Belki Muhsin de değişmemiştir, diye düşünmüş sonra kızmıştı kendine: “Sanki yaşadığını biliyormuşum gibi..

Çocuklar gelmeden negatifleri kaldırmış, onların da canının acımasını istememişti. Acaba çocuklar da yetişkinler kadar acıyı, hüznü öylesine derin hissediyorlar mıydı? Fakat hüzünden daha başka bir şeydi, kederdi bu.

Nergis, bir enkazın başında, kameranın karşısında yetkililerden yalvararak yardım isteyen, sağ salim enkazdan çıktıklarını, kızını bir kenara oturtup komşularına yardıma gittiğini, döndüğünde çocuğunun kaybolduğunu ve üç gündür bulunamadığını anlatan kadını izlerken düşünüyordu ki birine, yaşadığınız en büyük acı nedir, diye sorulsa muhtemelen sevdiği bir yakınının ölümünden söz eder.

Ölüm, acının son ucudur aslında. Bir yitiği olan acının başlangıcındadır daha. Hep başkasının başına geldiğini duyduğu şey, insanın kendi başına geldiğinde şaşakalmak. Bir insan nasıl yiter? Çıldırmamak için sabra sığınmak. Acıyı, ırgalayıp avutarak yaşamaya çalışmak. Bütün bunları yaşarken insanların merakını, merhametini kendinden, çocuklarından uzak tutmak için acılarını saklamak… Muhakemesini, mantığını -gerçeklik algısını hatta- yitirmişken normalmiş gibi durmak.

Bir kayıp ilanı yalnızca bir kaybın eşkâlini belirlemiyor, üzerine gölgesini bıraktığı hayatların şeklini de belirliyordu. Hayatındaki bütün açmazların, üç kocalı bir kadın olmasının nedeni olmuştu Muhsin’in yitimi.

Ya Fuad? Ona ne demeliydi?

Göz önünde olduğu halde ikinci bir kayıpla, onulmaz acılarla yüz yüze bırakıp gitmiş, bir yabancı ile evlenmeye mecbur etmişti kendisini.

Nergis bakkal çırağının getirdiği paketi mutfağa götürürken, oturma odasından Fuad’ın sesi geliyordu.

Fuad, kendisinin de içinde bulunduğu “Sonsuzluk Ülkesi” isimli uluslararası yardım kuruluşunun, Türkiye’de depremzedelere yapacağı yardım, arama kurtarma çalışmaları hakkında bilgi veriyor; şimdi Türkiye’de, depremzedelerin yanında olduklarını söylüyordu.

Odaya girdiğinde Fuad’ın haberi geçmiş, enkaz, çığlıklar, yıkılan duvarların ardından görünen tek tük koltuklar, sarkan, uçuşan perdeler gibi insanda fânilik, acizlik duygusu uyandıran görüntüler eşliğinde spiker, ölü, yaralı sayısı ve arama kurtarma çalışmaları hakkında açıklama yapıyordu.

O ses, o tanıdık ses, ruhunda yüzlerce yıllık uykuları, mağara arkadaşlarının uykusunu bölen o uyanış gibi bir şeyleri uyandırdı. Tatlı bir sarhoşluk, başından aşağıya uyku gibi döküldü. Güneşin mesafeleri yok edip, ışıtıp, ısıtması gibi ruhuna, kalbine ulaştı. Yanı başında hissetti Fuad’ı. Kollarıyla doladı kendini. Şimdi varlığını kaplayan, sarıp sarmalayan, onu güzel kılan bu hal içindeyken. Her şey -mesela çorba- ne kadar lüzumsuzdu.

İmkânsızın acısıyla içinin kesildiği, sabrının bitip bir taşkınlık yapabileceği, kuralları, gururu, sevabı, günahı aşabileceği bir tükeniş takip etti bu özlemi.

“O burada.”

Pencereye gitti. Gökyüzüne baktı. Bütün engellerin, duvarların, çatıların, mesafelerin ötesinde, şu gök kubbenin altında buluşmak! İşte bu mümkündü, imkân dâhilindeydi.

Gökyüzü laciverde dönüşmüş, İmaret-i Atik’in kumruları pencere kenarlarına sinmişti. Sığınma, yakarma içeren, kısık, yumuşak, tok bir ses akşam ezanı okuyordu. Nergis kırmızı yapıyı seyrederek o kadife sesi dinledi. Sabaha onu yine böyle ayakta görmeyi diledi.

Önce kilise, sonra cami, yüzyıllardır insanların kalplerini Rableri-ne açtığı mabet, “Rum’un kırmızı köşkü”, bin yıllık yaşı ile orada öylece sapasağlam duruyor, sokağın başını tutuyordu. Sokağa karakterini veren baş yapı buydu. Sonra da Pembe Ev olmak üzere yan yana dizilmiş kâgir ahşap karışımı Osmanlı evleri. Sokak, Boğaz ve Haliç manzarasına hâkim bir tepenin üzerindeydi. Fakat apartmanlar, birer ikişer, tarihî yapıyı ve Pembe Ev’in her yanını kapatmış; manzara, Üsküdar önlerinden bir kısım Boğaz görüntüsü ile sınırlı kalmıştı.

Etraftaki birçok tarihî evin harabeye dönmesi ve bu “Tamir edilemez, oturulamaz…” evlerde, taşradan şehre göç eden yoksul ailelerin yaşaması, bin yıllık tarihî mekânın çehresini iyice değiştirmişti.

Sokak sakinleri, Avcılar, İzmit, Gölcük gibi yakın çevrelerin yıkımına şahit olduktan sonra yeni bir deprem uyarısı ile bütün İstanbullular gibi evlerinden ayrılmak üzere dışarı çıkmışlar. Fakat ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilemiyormuş gibi bir aşağı bir yukarı, gidip geliyorlar, birkaç sokağı birbirine bağlayan caminin avlusuna şaşkın şaşkın girip çıkıyorlar, parklara, Fatih Camii’nin avlusuna gitmek için birbirlerini bekliyorlardı.

Bir adam tek başına İmaret-i Atik’in duvarının dibinde, karanlıkta dikiliyordu.

Nergis, bir müddet gökyüzünü seyretti. Fuad’ı deprem görüntülerinin içinde düşünerek mutfağa geçti. Televizyonda haberler bitmiş, özlem, hüzün, ayrılık, matem şarkıları çalınmaya başlamıştı.

Öfke dolu şehirlerde bulduğum sensin;
Yer nerede, gök nerede, ben neredeyim,
Diye diye sınırlara geldiğim sensin.

Öfke dolu şehirlerde, Saraybosna’da, Srebrenitsa’da, Gölcük’te diye mırıldandı. Kısık bir sesle şarkıya eşlik ederek çorbayı pişirdi.

Ferihan upuzun beyaz bir boru gibi duran alçılı bacağını kıpırdatmamak için dikkatle arkasına yaslanmaya çalışırken Nergis, halasının sırtını yastıkla destekledi, çorba tepsisini önüne yerleştirdi.

– Halacığım sana en sevdiğin çorbayı yaptım.

– Başına ne iş açtım, Nergis.

– Acı çeken sensin, lütfen böyle konuşma hala.

– Akıl işte, sen tut ikinci kattan bahçeye atla. O anda aklıma bacağımın sakat olduğu gelmedi. Ev de mübarek, kazıkların üstünde fırtınaya tutulmuş tekne gibi yalpalanıp duruyordu. Kendimi camdan aşağı atıverdim. Sıcağıyla anlamamışım, bir de üzerine basınca. Daha düzelmez bu. İki kere aynı yerden kırıldı. Hep o hayırsız dayının yüzünden, yalnızdım ondan o kadar telaş ettim.

– İnsan işte halacım. Başına ne gelir bilemiyor, bilsek. Hiç olmazsa hep birlikte kalırdık.

On bir Ağustos günü yer yerinden oynayacağından bihaber, evin ne kadar güzel tamir olduğu, mutfak dolaplarını zeytin ağacından yapmanın kimin aklına geldiği gibi sohbetlerle geçen kahvaltıdan sonra güneş tutulmasını beklemeye başlamışlardı.

Rifat Bey, Ahmet’le satranç oynuyor, Ferihan hasret kaldığı kocasının etrafında dolaşıp duruyordu. Nilüfer Hanım, her zamanki gibi hayata, havadislere dair yorumlar yapıyor; mimari, sanat, siyaset üzerine yüksek fikirlerini aktarıyor, yeğeni Defne’yi “irşat” ediyordu.

Durmuş Münir, Defne’ye gizlice söylüyormuş gibi -ama karısının da duyacağı bir sesle-:

– Sen bunun allamelik tasladığına bakma. Ben getirdim buna birçok kitabı, yoksa bu, Haydar Düşes’i okur dururdu, İngiliz Romanlarını. “Oh Lord Hazretleri ne der!” sözleriyle karısına sataşıyor, Nilüfer kızamadığı üstelik eğlendiği espriye cevap yetiştiriyordu.

– Ayol ne beter şeysin. Asıl sen ne biliyorsan bizim evde öğrendin. Okuma merakım yüzünden gördün onları elimde. Hem o zaman çok gençtim ben. Gülüyordu Nilüfer. Hakikaten yaşayış biçimi, zevki ile

Pembe Ev’in bulunduğu, yıkık dökük Haydar Mahallesi arasında trajikomik bir fark vardı.

Fatih kendine çizgi romanlar aldığı kaldırım satıcısından Nergis için o romanları alırdı ama Nergis’ten önce Nilüfer okuyup hatmederdi İngiliz konteslerinin, düşeslerinin hikâyelerini. İşte bu yüzden kocasının diline düşmüş; günün birinde de perdenin bağı ile “Dizbağı Nişanı” ve “Haydar Düşesi” unvanı almıştı Durmuş Münir’den. Hoş hak etmiyor da değildi. Araba kapıya gelmeden sokağa çıkmaz, otobüse binemez, yardımcısı olmadan iş yapamaz, annesinin saray sultan hikâyelerini tekrarlamaktan usanmaz.

– Valla boşuna övünüyorsunuz ince Müslümanlığınızla. Biz Anadolu yiğitleri İstanbul’a gelmeseydik Müslümanlık filan kalmazdı İstanbul’da. -Defne’ye göz kırptı gizlice- çoğunuz da evde kalırdınız, koca bulamazdınız. Biz Anadolu’dan geldik de.

Defne eniştesinin sözlerine gülerek, bu eve ilk kez gelişini hiç unutmadığını, Mehmed Fuad Bey’in kendisine çok haşmetli geldiğini anlatıyordu:

– O güne değin beyaz sakallı dedeleri yalnızca masal kitaplarında görmüştüm. Baba bu eve ne zaman gelsem evin biricik oğlu tıbbiyeli genci merdivenden inerken çıkarken, annesine nazlanırken görüyorum. Rifat Bey:

– Ben de önceden o tıbbiyeli genci görürdüm ama şimdi yalnızca yaşlı bir adam görüyorum. İnsan nasıl da her şeye çabucak alışıyor. Sanki onca yıl buradan uzak kalmamışım, sanki hep burada yaşamış burada yaşlanmışım. Bir varmış bir yokmuş… bir rüya gibi o günler. Durmuş Münir:

– Ne demişler gençler bilebilse, yaşlılar yapabilse.

Nergis, Gülfem muhabbetinin açılıp dayısının üzüleceğinden endişe ederken, Ferihan Rifat Bey’e sarılıp;

– Aaaa kim benim kocama yaşlı diyor, askerden daha yeni geldi o. diye konuyu değiştirmiş, o arada Fatih “Sermüezzin ailesi” diyerek elinde bir dolu gazete ile salona girince konuşulan mevzular, gazete manşetleri ile birlikte değişivermişti.

Gün tutulmasının ertesi günü Defne ve Rifat dayı Trabzon’a, Nilüfer, Durmuş Münir Eskihisar’a dönmüşler; Nergis: “Güzel anneciğim, günlerce mehtabı da izledik, mangal da yaptık. Hem birkaç gün sonra Ahmet’in dershanesi başlayacak.” gibi sözlerle annesini razı etmiş ve İstanbul’da kalmıştı. Böylece Hala Hanım tadilatı yeni biten Pembe Ev’de, Nergis çocuklarıyla birlikte Kıztaşı’nda kendi evinde, Fatih, Yavuzselim’deki küçük dairesinde, hepsi ayrı yerlerde depreme yakalanıvermişlerdi. Nergis depremi hatırlayıp:

– Aman Allah’ım o ne dehşetti! dedi. Sonra halasını koca gövdesiyle camdan atlarken tahayyül edip muzip muzip güldü. Çekine çekine de olsa gülmeye başlamışlardı işte.

O gece kimi don fanila, kimi gecelikle fırlamıştı sokağa. Komşularından yetmişlik yeni gelin bir teyzenin askılı saten geceliği de bu hengâme arasına gülümsemelere sebep olmuştu. Yine komşularından, her daim muzaffer bir komutan havasında gezen, yanına salavatla gidilen bir hacı amca, aşağıdan yukarıya, beşinci kattaki karısına doğru sesleniyordu: “Pantolonumu aşağı atın!”

Fakat makyajını yapıp boyanmış, giyinip süslendikten sonra sokağa çıkan kadınlar, tıraş olup takım elbise giymiş erkekler de vardı.

Nergis kendilerinin, ölümden öte bir utanma duygusuyla giyinme, örtünme telaşlarını, karanlıkta bulup giydiklerini, gün ışıyınca ortaya çıkan garip kostümleri hatırlayıp çekine çekine tebessüm etti yine. Halası, Nergis’e tepsiyi uzatırken:

– Öyle dediğime bakma. Adam kalacak tabii kızının yanında. Can güvenliği yok kızın. Ben doğurmadım Defne’yi ama kızım olsa ancak bu kadar severdim herhalde.

– Bilmez miyim halacığım.

– İyice tembihle dayına gelmesin, halam iyi, de. O kocana söyle, o da gelmesin.

– Onunla da konuştuk. Ulaşamayınca bizi çok merak etmiş, gelmek istiyor ama New York’tan havalanacak hiçbir uçakta yer yokmuş. Dep-remzedelerin yakınları yollara dökülmüş. Bence de gelmesinler. Göçük altında yakınları olanlar var. Biz işgal etmeyelim vasıtaları…

Nergis, “Fuad da deprem bölgesine gelmiş hala.” demek için ağzını açtı. Sonra vazgeçip. Bunun yerine, “Çocuklara yemek hazırlayayım.” deyip tepsiyi alıp yukarı çıktı.

Rabbi Musa’ya ateş olarak göründü.
İbn-i Arabi Hz.

FATİH’İN RÜYASI

20 Ağustos 1999, 20.06

Fatih yattığı yerden doğrulduğunda akşam ezanı okunuyor, sokaktan çocuk gürültüleri, alt kattan Nergis’in “Yemek hazır, hadi dayınızı çağırın!” diyen sesi duyuluyordu. Parmaklarını saçlarına geçirip çekiştirdi: “Aman Allah’ım ne rüyaydı!” dedi. Dar vakitte uyuduğundandı belki. Belki de o beklentiden: “Bir deprem fırtınası ile karşı karşıyayız.”

Duvarlar yarılıyor, binalar dağılıyor, yer yerinden oynuyordu. Doğalgaz boruları cephanelikler gibi patlıyor, yerden göğe ateş topları fışkırıyor, her taraf petrol kuyuları gibi yanıyordu. Su, surları aşmış, evleri yutmuştu. Gemiler evlerin çatılarına oturmuş, kayıklar ağaçların üstünde duruyorlardı.

Boğaziçi Köprüsü iki kıyıyı birbirine bağlamıyordu artık. Halatlarını koparmış sarhoş bir gemi gibi yalpalayarak Marmara’ya doğru yol alıyordu. Üzerindeki arabalar birbirine girmiş, çelik halatların arasından sarkıyor, martılar çığlık çığlığa havada dolanıyorlardı.

Bir bahçenin içindeki büyük bir binanın yarılan duvarlarından çizgili pijamaları ile pejmürde insanlar boşalıyor, duvarları elleri ile itip ayakta tutmaya çalışıyorlar, sarsılan yere bakıp “Buna da ne oluyor?” diye bahçedeki Düşünen Adam’a soruyorlardı. Taş adam, düşünüyor, olanlara akıl erdirmeye çalışıyordu. Aralarından biri etrafına toplanan insanların beynine çiviler çakıyor ve “Akılları yerinde dursun.” diye çaktığını söylüyordu. Bir kısmı da göğe doğru yükselen alevlerin ışığında bir şehrayin varmış gibi birbirlerinin sırtına tutunup kahkahalar atıyor. Muhayyel atlarını dehleyerek şehrin sokaklarına dalıyorlardı.

Yıkılmış evlerin, sokakları kesen molozların arasından kombinezonlu, çıplak, kimi genç, kiminin bedenleri kat kat sarkmış kadınlar çıkıyor, şaşkın şaşkın, “Şimdi biz nereye gideceğiz?” diyorlardı.

Göğe yükselen alev toplarının ışığında, moloz yığını güdük tepeler görünüyordu. Minareler, kubbeler neredeydi? Ne tarafa dönse önünü moloz yığınları kesiyordu. Sonra sessiz bir saraya düşüyordu yolu.

Yanındaki yastığı arkasına sıkıştırıp komodinin üzerinden bir sigara aldı. Rüyanın devamında gördüğü şeyler, kâbusun ağır havasını kovdu. Düşünde büyükannesini kendisi ile aynı yaşta görmüştü. Acaba lâl gerdanlıktan mı bilmişti büyükannesi olduğunu? Boynunu saran gerdanlık, kulağındaki salkım salkım küpeler şamdanların ışığında kor taneleri gibi parlıyordu. Kucağında bir erkek çocuk vardı.

Ve maddenin nakli gerçekleşiyordu.

Evet evet. Rüyasında eşyalar, havada moleküller, zerreler, mini kareler, pullar, tozlar gibi uçuşmuş, sessiz sarayın salonunda -birleşen noktaların bir şekil oluşturması gibi- üst üste yığılmış şekil almıştı. “Demek iki gün öncesinde, deprem gecesi kaldığım yerden devam etmiş bilincim.” diye düşünüp gülümsedi.

Aslında yurt dışında yaşayan arkadaşından aldığı e-postadan sonra artık o konuda çalışmıyordu. Arkadaşı Amerika’da yapılan bir deneyden söz ediyordu:

“Bilim dünyası büyük bir şaşkınlık geçirdi. Fizik profesörleri deney verilerinin inanılmaz bir duruma işaret ettiğini, deneyin geçerli kabul edilmesi halinde fiziğin temel kanunlarından olan ve ‘Neden, sonuçtan önce gelir.’ şeklinde özetlenebilecek ‘etki-tepki’ yasasının geçersiz kalacağına dikkat çekiyor. Bu durumda bir olgunun sonucu, onu yaratan nedenden önce geliyor. Deney sonuçları bilinen zaman kavramının ‘çökeceğine’ işaret ediyor.”

O gece bezgin ruh haliyle masasında bir şeyler karalıyordu. Birkaç kez ansızın gözünün önünde belirip ansızın tam ortadan bölünen, gri bir kütüğün halkalarına benzeyen, o imge ile gardırobun kaplamasının halka halka desenlerinin benzeştiği düşüncesiyle gözleri dolaba takılı kalmıştı ki; dolap hareket etmeye, sallanmaya başlamıştı.

Masa, avize, diğer eşyalar, hatta ev de sallanıyor; bozuk çamaşır makinelerinin çamaşır sıkarken yürüyüp gideceklermiş gibi sallanarak tangır tungur çıkardığı sesin binlerce katı bir ses çıkıyordu. Galiba hareket etmek üzere olan bir uzay aracının çıkardığı gibi bir uğultu ve kızıl bir ışık da bu olağanüstü harekete eşlik ediyordu.

Demek, ışık demeti halinde yahut yıldız tozlarına, moleküllere, zerrelere bölünerek değil, Belkıs’ın tahtı veya diğer harikuladelikler gibi bir bütün halinde olacaktı maddenin nakli.

Sokaktan da “Allah, destur. Aman!” sesleri duyuluyordu. Demek evin hareket ettiğini gören başka birileri daha vardı. Apaçık herkesin gözü önünde cereyan ediyordu bu olay. Demek başarmıştı!

Acaba kaç saniye böyle olduğunu sanmıştı? Belki de bütün zamanların içine sindiği bir andı bu. Bunun deprem olduğunu anlayıp o şaşkınlıktan kurtulduğunda, merdivenlerden üçer beşer atlayarak sokağa fırlamış, Nergis’e, çocuklara bakmaya koşmuştu. İstanbul’un hareket etme hakkı kötü sonuçlar doğurmuş olabilirdi.

Herkes evinden sokaklara dökülmüştü. Biraz evvel yerin derinliğinden gelen uğultu şimdi insanlardan yükseliyordu. Karanlık sokakları arabaların farları aydınlatıyordu. Kendisinin de şaştığı bir hızla Kıztaşı’na ulaşıp Nergis’in evine yöneldiğinde, bir arabanın farının aydınlığında Nergis’in çocuklarıyla birlikte arabasında oturduğunu görmüştü.

Ortalık, Çarşamba Pazarı gibiydi. İnsanlar akın akın mahşer yerine gider gibi Fatih Camii’ne doğru yürüyorlardı. Kalabalığı arkalarında bırakarak İmaret-i Atik’in sokağına girdiklerinde sokağın köşesindeki meyveci onları karşılayıp: “Ferihan Hanım bahçeye atlayıp bacağını kırmış galiba. Biraz evvel komşular hastaneye götürdüler.” demişti.

Düşüncelerini cep telefonunun sesi böldü. Arayan annesiydi.

– Haber dinlemiyor musunuz Fatih?

– Nilüfer Hanım önce bir selam ver.

– Deprem fırtınası diyor adamlar, niçin hâlen orada duruyorsunuz?

– Halamı kırık bacakla bir yere kıpırdatamayız diyor Nergis .

– Çoluk çocuğu bir kadının yüzünden orada tutuyorsunuz .

– Anne bu ev güvenli biliyorsun.

– Büyük bir deprem daha olur, köprüler yıkılır yollar kapanır, elektrikler, sular kesilir diye düşünmüyor musunuz?

Biraz evvel gördüğü kâbusu hatırlayıp ürperdi Fatih

– Nergis’le bir daha konuşayım anne.

– Gerek yok. Bu saatten sonra yola mı çıkılır, o kadar da yemek yapmıştım.

– Anneciğim.

– Görüşürüz…

Fatih sıkıntılı sıkıntılı telefonu kapatırken, Lale kapıyı çaldı, haber spikerlerinin ses tonunu taklit ederek: “Nergis Hanım sıcak aş dağıtımına başladı.” dedi.

Dayı yeğen birlikte ahşap merdivenleri titreterek inerken, alt katın merdivenlerinden Ahmet göründü, kısık bir sesle:

– Anne, dayı. Allah aşkına aşağı gelin!

– Ne oluyor oğlum.

– Gelin, gelin. Halam Coni’yi devşiriyor.

Ahmet, Nergis’in, “Kardeşin halanı yormasın, biraz bahçeye çıkar!” sözleri ile aşağı inmiş, Ferihan Hala ile Kerem’i -çocuğun deyişiyle- “faaliyet” yaparken bulmuştu.

Ferihan hala, Kerem’in Ekşınmen’ine elişi kâğıdından bir kaftan giydirmiş, kafasına bir yeniçeri başlığı uydurmaya çalışıyordu. Bu durumu görünce usulca yukarıya, annesine, dayısına koşmuştu.

Onlar içeri girdiklerinde Ferihan kaftana yine kâğıttan bir kuşak bağlıyor, Kerem de dilinin ucu dışarıda büyük bir dikkatle seyrediyordu.

– Bu elbiseyle de dövüşebilir mi Hala?

– Hem de ortalığı talan eder.

– Çizgi filmlerdeki samuraylar gibi mi?

Kapıya dizilmiş kendisini gülerek seyreden yeğenlerini görünce Feri-han kızardı, oyuncağı çocuğun eline tutuşturup:

– Size de yaranılmaz zaten. Ne yapsam gülersiniz. Ne var bunda? Çocuğu oyalamak için Dıkşınmen’e yeniçeri kıyafeti yaptım. Fatih:

– Hala! Nereden de aklına gelir bu fikirler. Ahmet:

– Ne şaşıyorsun dayı, ne de olsa senin halan.

Ahmet bir gün önce de durumdan çıkardığı vazife icabı elektrik saatini kontrol ederken halanın yangına, otopark mafyasına, arsa mafyasına ve dahi görünür, görünmez kazalara karşı aldığı önlem paketçiğini bulmuş, yine herkesi toplayıp Ferihan’ın yattığı odanın kapısında yüksek sesle deklare etmişti.

“Yemliha, Mislina, Mekselina, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, Kefeştatiyuş ve Kıtmir”

Bunlar Ashab-ı Kehf’in isimleriydi. Ferihan hala güvenilir bir kaynaktan bu mağara arkadaşlarının isimlerinin olduğu yerde yangın çıkmayacağını öğrenmiş, onca para harcayıp tamir ettirdikten sonra evin başına bir şey gelmesin diye Ayete’l Kürsi ile birlikte bu isimleri de karalayıp elektrik saatinin içine sokuşturmuştu.

Mutfağa geri dönerlerken:

– Bu kadın hayatımızda olmasa ne olurdu bilmem, dedi Nergis. İşte bu durumda bile kendilerini güldürüyordu. Fatih:

– Halamın yanında söylemeyin ama annem aradı burada kaldığımız için çok kızgın. Nergis:

– Biliyorum evi de aradı, “Onca yaralı oradan oraya naklediliyor da bir kırık ayakla halanız gelemiyor öyle mi?” diyerek kızdı. Ben, “Sanki orada yer yarılmadı mı, orada tehlike yok mu?” deyince, “Ölürsek de birlikte ölürüz hiç olmazsa. Tamam, siz orada kalın. Biz burada!” deyip telefonu kapadı. Fatih:

– Ne yapmalıyım sence yanlarına gitsem mi? Geleyim dedim, onu da kabul etmedi.

Kardeşinin solgun, bedbin yüzüne, karışık saçlarına bakıp hınzırca gülümsedi Nergis. Annesi gücünü daha çok Fatih’in üzerinde hissettirirdi.

– Bizi bırakıp gitmene daha çok kızar. Lale:

– Kıyamete kadar bitmez anneannemle halamın arasındaki dava. Ahmet:

– Biz yapsak “Ne ayıp çocuklar.” dersiniz, dedi.

Nergis, çömelip ağabeyinin elini bırakmadan kendilerini dinleyen üç yaşındaki küçük oğlu Kerem’i sevdi. Saçlarını alnından geri itti.

– Hadi ben sofrayı hazırlayana kadar siz biraz daha halanızın yanına gidin. Ekşınmen’e bir de kılıç yapsın halan. Hem ne dedi anneanneniz: “Halanızın başını bekleyin, yanından ayrılmayın.”

Nergis çocukları ile deprem hakkında nasıl konuşması gerektiğini bilemiyor, sanki her şey normalmiş gibi davranmaya çalışarak durumun anormalliğini kapatmaya çalışıyordu. Bir taraftan da bunun çocuklar için daha ürkütücü olabileceğini düşünüyor, arada laf açıldıkça: “Çocuklar bu bizim gücümüzü aşan bir şey, herkes için dua ediyoruz . Ama hiç olmazsa sizin adınıza fazla endişe etmiyorum zira burada emniyetteyiz.” gibi sözlerle güven telkin etmek istiyordu fakat kendi bile sesinin inandırıcı çıktığına inanmıyordu. Öyle korkmuştu ki hâlen çocuklarını enkaz altında düşünmekten kendini alamıyordu.

Nergis, merdivenlerden inen çocuklarının ardından bakarken: “İsteklerimiz, problemlerimiz değişti. Şimdi tek düşüncemiz hep birlikte hayatta kalmak. Olmadı birlikte ölmek.” dedi. Fatih:

– Böyle düşünme diyeceğim ama etkilenmemek elde değil. Ben de kâbus gibi bir rüya gördüm. Ama çok da hoş tarafları vardı. Büyükannemizi gördüm. Ve rüyamda maddenin nakli gerçekleşiyordu.

Nergis salata kâsesini masaya koyarken:

– A ne kadar ilginç. Hayrolsun anlatsana .

– Hayır, bu saatte rüya anlatılmaz, sabah anlatırım, diyerek o kâbusla kardeşini tedirgin etmek istemedi Fatih. Sözü değiştirip:

– Ben de yardım edeyim, bana da bir iş ver. Sahi sen ne yaptın, düşürebildin mi Fen İşleri’ni?

Bıçağı ve ekmek tahtasını kardeşine uzatırken:

– Al ekmekleri kes, dedi Nergis. Evet, uzun gayretlerden sonra ulaşabildim.

– Eee, ne zaman gelirlermiş.

– Telefonu açan bey, “Tamam hanımefendi sizi de listeye aldık, üç bininci sıradasınız. Siz helvayı kavurun biz gelince yeriz.” dedi. Fatih:

– Topyekûn sinirlerimiz bozuldu galiba. Ağlayacak yerde gülüyoruz.

– Ne yapsın adamlar. Koskoca İstanbul, onlar da beş kişilermiş. Fakat kesinlikle ev iyice kontrol edilmeli. Deprem sırasında kolonlardan çatırtılar geliyordu.

– O kadar endişelenme. Bu bölgede görünen bir tahribat yok.

– Bugün Ahmet eve gidip bir şeyler aldı. Dönünceye dek yüreğim ağzıma geldi. Herkesten daha çok sorumlu imişim gibi geliyor bana. Babalarının yokluğu belki.

– Bunu ben de hissediyorum. O gece kendime gelip -gülümsedi- yeri yerinden oynatanın ben olmadığımı fark ettiğimde ilk aklıma gelen çocuklar oldu, çocukların bize emanet olduğu geldi.

– Hatırlıyorsun değil mi, iki de bir, “İstanbul’un çehresini ancak büyük deprem değiştirebilir, İstanbul bir sallansa, eteğindeki taşları dök-se… ” dediğini. Bak kontrol için bile yeterli adam yok. Allah muhafaza böyle bir şey olduğu takdirde, kat mülkiyetlerinin tespiti bile sonsuza kadar sürer herhalde.

Başına iliştirdiği yemeni, gözbebekleri büyümüş kahverengi gözlerinde endişe, hüzün, hayret arası derin bir ifadeyle bir portre gibi duran ikiz kardeşine baktı Fatih:

– Haklısın. O gece sizi aramak için koştuğumda da anlamıştım bunun iyi bir fikir olmadığını. Bunlar hep İstanbul’u sevdiğim için. Ekmekleri sepete yerleştirirken:

– Vazgeçtim. Artık kesinlikle kökten çözümlerden yana değilim. İstanbul’un çehresi noktasal çalışmalarla düzeltilmeli, diyorum.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Rica Etsem Saçımı Okşar mısınız?

Editor

Neşet Ertaş Kitabı

Editor

Sebastian Knight – Bir Endülüs Hikâyesi

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası