Sevdalinka
Aynı ırktan, kim bilir belki de aynı soydan geliyorlardı. Aynı yaşlarda, aynı boylardaydılar. Aynı kadını sevmişlerdi. Ataları aynı tanrıya ayrı yollardan ulaşmak istedikleri için, biri Boşnak diğeri Hırvat’tı. Bunu kendileri seçmemişlerdi, savaşmayı ve kaderlerini de seçmedikleri gibi. Ve ambulanstaki çocuğu kurtarmanın dışında, beklentileri yoktu yarın için.
Yarınlar, kurşun, havan topu ve bombaydı, kandı. Ama her ikisi de farkına bile varmadan ‘daha güzel günleri’ bekliyorlardı. İnsanlar, değişik inançlarla ve hırslarıyla ne kadar karıştırırlarsa karıştırsınlar, kana, acıya, şiddete bulaştırsınlar, bu muhteşem dünyayı, yaşam bir umuttu sonuçta. Hiç bitmeyen bir umuttu.
Dünya tarihinin en acımasız soykırımlarından Bosna’da, bir kadın gazetecinin hayatla hesaplaşması…
***
Bu kitap, Osmanlı öncesinde dini nedenlerle Haçlı Orduları tarafından, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında ve 1992 Savaşı’nda ise Sırplar ve Hırvatlar tarafından sürekli soykırımına tabi tutulan ama asla yok edilemeyen Boşnak halkının acılarını, Türk halkına biraz olsun tanıtabilmek amacıyla yazıldı.
Roman, savaş öncesinde Tito’nun kurduğu altı federe devletten oluşan Yugoslavya Federatif Cumhuriyeti’nde, aşırı milliyetçiliği azdırarak savaşı tırmandıran ve sonuçta Yugoslavya’yı alevler içinde bırakan günleri anlatıyor, savaşın ilk üç yılında yaşananları okura* aktarıyor.
Kitapta yazılan olaylar belgesel nitelikli, tarihi ve siyasi kişilerin dışındaki karakterler kurgudur.
***
Saraybosna, Eylül 1986
Nimeta, mutfakta bulaşıkları yıkarken radyodan yükselen şarkinin neşeli ritmine uygun hareketlerle sallanıp durmasına rağmen, iç sıkıntısında boğulacak gibiydi. Kahvaltıda oğlunun bile gözünden kaçmamıştı dalgınlığı.
“Anne, tam üç kere sordum aynı soruyu, sağır mısın?” demişti oğlu.
“Biraz, dalgınım canım. Dün gece hiç uyuyamadım.”
“Neden?”
“Kışa girerken böyle olurum.”
“Kışa eylülde girilmez, ki anne.”
“Ne de olsa sonbahar. Ara mevsim işte. Sonra kış birden bastırı verir.”
Oğlu, yine dün akşam içkiyi fazla mı kaçırdın, gibilerden bakmışa yüzüne.
Üç yıldır, bir kadına yakışmayacak kadar çok içtiğinin, kocası, arkadaşları ve annesi kadar, oğlu da farkındaydı elbette. On bir yaşındaydı Fiko. Aklı da boyu gibi, yaşına göre hızlı gelişmişti. Uyanık, cin gibi bir çocuktu- Nimeta, zaman zaman onun bakışlarını üzerinde hissettiğinde, içini okuyabilmesinden korkardı, yüreğini okuyabilmesinden… Yüreğinde, olmaması gereken bir sevgiye yer vermişti çünkü. Bu sevgiyi, filizlenmeye başladığı andan itibaren yeşertmemek, büyütmemek için elinden geleni yapmıştı aslında. Ama boşunaydı çabalan… Stefan ile aynı şehirde yaşıyor olsalardı belki daha kolay olurdu kopmaları. Birbirlerini her gün ve her an görür, doyasıya sevişir, heveslerini alıp bıkabilirlerdi. Ya da ayrı şehirlerde yaşadıklarından dolayı, hiç görüşemeselerdi, unutur giderlerdi belki…
Ama yasak aşkların en şiddetlisine tutulmaları için, her türlü şartı öylesine inceliklerle hazırlamıştı ki kader, Nimeta, sonunda çaresizliğini ve utancını İçkiyle yenmeye çalışır olmuştu.
aBen çıkıyorum anne. Hana hazır değil, bugün onun keyfini bcklcycmcm, imtihanım var.” Fiko kucağındaki sarman kediyi süt tabağının önüne bıraktı.
“Sen git Fiko. Hana’yı okula ben bırakırım.”
Fiko, dalgın ve yorgun annesinin yanağına bir öpücük kondurup çıkarken, kapıda bir an durup sordu.
“Babam bugün mü dönüyor?”
“Evet.”
Fiko gitti. Nimeta iskemleye çöküp mutfak masasına uzattığı kollarına başını dayadı. Yıllardır geciktirmeye çalıştığı an, hızla yaklaşıyordu. Stefan’a, aralarındaki ilişkiyi kocasına anlatacağına dair söz vermişti. Bu sözü üç yıldır erteliyordu.
Önceleri çocukların küçük olduğu bahanesini öne Sürmüştü, Sonra, babası hastalanmıştı, onu üzemeyeceği bahanesine sığınmıştı. Derken Hana’nın okula başlamasını beklemişti. Bahaneler tükenmişti sonunda,
“Bir seçim yapmak zorundasın Nimeta,” demişti Stefan, “Ben bu şekilde devam edemeyeceğim. Ya beni seç, ya kocanı. Sevdiğim kadının başka biriyle evli olmasına daha fazla dayanamayacağım.”
“Ona boşanmak istediğimi söyleyeceğim. Bu hayattan bıktığımı, çok yalnız kaldığımı…”
“Olmaz, işin aslını anlatacaksın Nimeta. Kocan başka bir erkeğin varlığını bilmezse, boşanmaya razı olmaz. Adama kendinde kusurlar aratma. Başka birine âşık olduğunu söyle dürüstçe.”
“Bu onu öldürür,”
“Sizin inancınıza göre, hani sadece ecel öldürürdü insanları?”
Gülmüştü Nimeta, “Beni ecel değil, bu aşk öldürecek, kocamı da benim günahım, Stejo,” demişti…
Burhan, her zamanki gibi, bu akşam da yorgun argın ve toz toprak içinde dönecekti evine. Çocuklarına ve karısına sarılmadan önce, doğru banyoya koşup, Nimeta’nın hazır ettiği sıcak su dolu küvete bırakacaktı kendini. Dağ başında geçen günlerinin yorgunluğunu atmak ister gibi, dakikalarca yatacaktı sıcak suyun içinde. Sonra yemekte, erik rakılarını karşılıklı yudumlarlarken, Nimeta’yı hiç ilgilendirmeyen mühendislik projelerini anlatıp duracaktı, en ufak ayrıntısına kadar. Hep o konuşacak, o anlatacaktı. Nimeta’nın yaptığı iş değilmiş gibi sanki, aklına bile gelmeye çekti karısına neler yaptığını sormak. Yemekten sonra, çocuklarla şöyle bir ilgilenecek, Fiko’nun derslerinin nasıl gittiğini öğrenecek, Hana’nın ısrarla söylediği yeni okul şarkısını dinler gibi yapacak, televizyona bakarken Bozo’yu kucağına alıp usul usul okşayacak, sonra da karısını yatak odasına sürükleyip, çocukların odaya dalmasına karşı kapıyı kilitleyerek, Nimeta’yla sevişmek isteyecekti.
Günün en zor anı da o zaman başlayacaktı işte.
Nimeta, yirmi yaşından beri koynuna girdiği, bir zamanlar delice âşık olduğu kocasına kendini vermemek için, bin dereden su getirecekti. On beş gündür evden uzak olan Burhan’ı atlatmanın mümkün olamayacağını bildiği için, yemekle erik rakısını patlayıncaya kadar içip, dut gibi sarhoş olacaktı.
Nimeta için, başka bir adama âşık olduğunu söyleyip. Burhandan boşanmaktan başka çıkış yolu yoktu. Defalarca tekrarlamıştı bunu Stefan. Ama, boyunca bir oğlu, bir de küçük kızı olan otuzunu geçmiş bir kadın, bunca yıllık evliliğini nasıl yıkardı? Bunu, ona karşı hiçbir kusuru olmayan kocasına nasıl izah ederdi? Çocuklarına, ailesine, arkadaşlarına ihanetini nasıl anlatırdı? uMavi bluzu mu giysem, pembeyi mi anne?” Küçük kızı elinde iki bluzla dikilip duruyordu karşısında. “Hangisini istersen onu giy.” Sen söyle.”
“istediğini giy, kızım, işim var benim, baksana.” “Masanın başında öyle duruyorsun ama anne. Nasıl iş bu?” “Yazacağım yazıyı düşünüyorum. Sen kafamı karıştırıyorsun.”
“Bugün müsamereye katılacak çocukları seçecekler. Çok güzel olmalıyım” “Pembeyi giy.” “Neden?”
“Hana! Her çocuğun neden-niçin devri dört yaşında biter Sen niye böylesin?”
“Ya sen niye böylesin anne?”
“Nasılım?”
“Hep işin, acelen vardır ya da hep düşünür durursun.”
Kızının yakınması karşısında kalakaldı Nimeta. “Aşığım ve çok mutsuzum kızım, ne yapacağıma bir türlü karar veremiyorum,” diyemedi. Karşısında, elinde iki bluzla dikilip duran ve koca mavi gözleriyle kendine mahzun mahzun bakan küçük kızına sımsıkı sarıldı.
“Pembeyi giy, çünkü pembe sana çok yakışır. Mutlaka seni seçecekler bugün, Hana. Mutlaka seçecekler,” dedi, Tanrı’nın bir ailede hiç olmazsa bir kişiyi mutlu kılması gerektiğini düşünüyordu.
Telefon, kızıyla birlikte tam kapıdan çıkarken çaldı. Küçük kız okula gecikmişti. Telefona cevap vermekle vermemek arasında bir an tereddüt etti. Zil sesi kesilmeyince, içeri koştu, kaldırdı telefonu.
“Nerde kaldın, çabuk gel. Müthiş şeyler oluyor. Yirmi dakikaya kadar toplantıya giriyoruz,” diyordu Sonya. Hana’yı okulun önünde bırakıp, Alipaşina’dan aşağı gazladı, Selimoviça Bulvarı’nda televizyon binasına doğru sürdü arabayı.
Müthiş şeyler oluyormuş! Müthiş ne olabilirdi ki? Yaşam durgun bir göl gibiydi yıllardır. Herkesin ne olduğu, ne olabileceği, ne kadar yaşayabileceği bile belirlenmiş gibiydi- O her gün işine gidip gelecek, televizyon haberlerinin hazırlanmasında kendine düşen görevi yapıp parasını alacak. Burhan ise Knin’deki inşaat bitince, bir başka yerde, bir başka inşaatta çalışmaya başlayacaktı. Çocuklar okullarına devam edecekti- Kazandıkları paraları iyi günlerde harcamayı sevdikleri için, yaz tatillerini Split’te geçirecekler, kışları da Bjelasnica’ya kayağa gideceklerdi. Oğlu büyüyecek, babası gibi mühendis çıkacak, kızı da tıpkı anasının yaptığı gibi, üniversite biter bitmez, âşık olduğu gençle evlenip hemen çocuklar doğuracak ve büyük sandığı aşkı birkaç yıl içinde tükeneceğinden, bir ömür boyu sıkılıp duracaktı.
Nimeta’nın dünyasında ne vardı ki müthiş olabilecek?
Bu akşam Burhan’a başka bir erkeğe âşık olduğunu ve ayrılmak istediğini söyleyebilirdi. Bu akşam eşyalarını bir valize doldurup evini terk edebilirdi. Bu akşamı Stefan’ın koynunda sabaha kadar sevişerek geçirebilirdi. Ertesi sabah sevdiği adamın yanında uyandığında, sevda yorgunluğunu üzerinden atar atmaz, kocasının ve çocuklarının onu insafsızca suçlayan sözlerini ve bakışlarını hatırlar, sonbahar renklerinin coştuğu bahçeye açılan balkonun demirlerine tırmanır ve kendini boşluğa bırakabilirdi. İşte, müthiş bir şey ancak o zaman olurdu!
“Heyy, salak mısın nesin? Önüne baksana! Kim veriyor sizin gibilere ehliyetleri?”
Arabayı müthiş bir fren gıcırtısıyla durdururken, pencereyi açıp ezilmekten son anda kurtulan adama seslendi:
“Kusura bakmayın. Kabahat benim. Dalmışım.”
“Dertlerini başka yerde düşün, direksiyon başında değil,” dedi adam. Haklıydı. Nimeta bir müddettir herkese hak verir olmuştu. Acaba içinde boğulduğu suçluluk duygusunun verdiği eziklikten miydi bu ruh hali? Onun dışında herkes, her konuda haklıydı. O ise eşine, ailesine, çocuklarına ihanet eden bir haindi. Onun bir hain olduğunu sadece Mirsada biliyor, bir de annesi sezinliyordu ama o üzerine dikilen tüm bakışlarda bir suçlama görüyordu sanki. Bu suçlayan bakışlara baş kaldıramıyor, sadece boyun eğiyor ve herkese hak veriyordu.
Geçenlerde bölüm başkanı Ivan bile, “Sana bir şeyler oldu Nimeta, eskiden bu kadar yumuşakbaşlı değildin,” demişti.
“Fena mı, hep dikkafalılığımdan şikayet ederdiniz?” demişti Nimeta.
“Ara sıra o huysuz kızı da özlemiyor değilim,” demişti İvan.
O huysuz kızı aslında en çok Burhan özlüyordu. Sessiz, isteksiz, yaşam sevincini yitirmiş gibi duran kadın, onun alışık olduğu, sivri fikirlerini sonuna kadar savunan, esintili, renkli, gürültücü Nimeta’sı değildi ne zamandır. Ama ‘zaman’ denen gaddar olgu, her şeyi değiştirmede, unufak etmede mahirdi. Kimi değiştirmemişti ki zaman?
Burhan, eski Nimeta’yı özlemekle birlikte, uzun ayrılıkların sonunda evine döndüğünde, sessiz suskun bir kadın bulmanın kıymetini de biliyordu için için. Yorgun oluyordu ekseri. Yalnızlığına, sessizliğine alışmış oluyordu. Eskiden, kendininkinden…