Her şeye yeniden başlamak çok berbat.
Annemle birlikte Batı Virginia’ya taşındığımızda, kendimi
sıkıcı işlere adamıştım, ta ki tüyler ürpertici yeşil gözleri ve
kaslı vücuduyla yan komşumuz karşımda dikilene kadar.
Ama işler tahmin ettiğiniz gibi gitmedi.
O, ağzını açtı.
Daemon hem kabaydı hem de kendini beğenmiş bir pislikti.
Birbirimizden hoşlanmamıştık. Tam hikâye burada bitiyordu
ki bir kazaya uğradım ve Daemon zamanı dondurarak beni
kurtardı.
Yakışıklı uzaylı komşum üzerimde bir iz bırakmıştı.
Yanlış okumadınız. O, bir uzaylı. Daemon ve kız kardeşinin
yeteneklerini çalmak isteyen düşmanları vardı ve Daemon’ın
bıraktığı iz bütün düşmanları başıma toplamıştı.
Bu korkunç durumdan canlı kurtulmak içinse tek yapmam
gereken üzerimdeki uzaylı izi etkisini yitirene kadar
Daemon’ın yanından ayrılmamaktı.
“Obsidiyen’e bayıldım. Romanı bir gecede bitirmeye, kendinizi
Daemon’a kaptırmaya ve serinin ikinci kitabı için sabırsızca
beklemeye hazır olun.”
-Deborah Cooke, The Dragon Diaries-
“Daemon ve Katy, ateşle barut gibi. Her bölüm nefesinizi kesecek ve dahası için yalvaracaksınız.”
-Jus Accardo, Touch-
“Armentrout’un yeni serisinin ilk kitabı başından sonuna hiç
azalmayan bir heyecanla akıp gidiyor.”
-RT Book Reviews-
1
Yeni yatak odamdaki üst üste yığılmış kutulara baktım, içimden keşke internet bağlı olsaydı diye geçirdim. Buraya taşındığımdan beri kitap tanıtım blog’uma elimi bile sürememek, elsiz ayaksız kalmak gibiydi. Annemin “Katy’nin çılgın takıntısı” dediği, benim tüm hayatimdi. Tamamen öyle olmasa bile, benim için çok önemliydi. Annem, kitaplara benim baktığım gözle bakmıyordu.
İç çektim. Buraya geleli iki gün olmuştu. Hâlâ açılmayı bekleyen çok koli vardı. Her baktığım yerde kutu görmekten nefret ediyordum hatta burada olmaktan bile ölesiye nefret ediyordum.
Neyse ki, “dini bütün” Virginia’ya ve korku filmlerinden fırlamışa benzeyen bu eve taşındığımdan beri her gıcırtıda yerimden zıplamayı nihayet bırakmıştım. Bir kuleciği, lanet olası bir kuleciği bile vardı evin. Kule insanın ne işine yarardı yahu?
Kettermarim tüzel bir kişiliği falan da yoktu, yani gerçek bir kasaba bile değildi. En yakın yer Petersburg’du: Burası, birkaç trafik lambası mesafede, muhtemelen Starbucks olmayan başka bir kasabanın yanındaki öylesine bir kasabaydı. Evimize posta bile gelmiyordu. Postalarımızı almak için Petersburg’a gitmek zorundaydık.
Var mı böyle ilkellik?
Yüzüme yumruk yemiş gibi oldum. Florida artık geçmişte kalmıştı, annemin hayatta yeni bir sayfa açma hevesine kurban gitmişti. Aslında hasretini çektiğim, Gainesville, oranın havası, eski okulum ya da hatta evimiz bile değildi. Duvara yaslanıp alnımı ovuşturdum.
Babamı özlüyordum ben.
Florida demek, babam demekti. Orası onun doğduğu, annemle tanıştığı, her şeyin mükemmel olduğu yerdi… ta ki her şey yerle bir oluncaya dek. Gözlerim yanıyordu ama gözyaşlarıma karşı direniyordum. Ağlamak geçmişi değiştirmiyordu ve babam, aradan geçen üç yıla rağmen hâlâ hüngür hüngür ağladığımı bilse hiç hoşlanmazdı bundan.
Ama annemi de özlüyordum. Babam ölmeden önceki, yanımdaki divana kıvrılıp beş para etmez aşk romanları okuyan annemi. Yüzyıllar önceymiş gibi geliyordu. Kilometreler önce olduğu kesindi.
Annem bu olayın sonrasında, kendini çalışmaya adamıştı. Öncesinde evde olmayı istiyormuş gibiydi ama ardından her şeyden uzaklaşmayı ister olmuştu sanki. Sonunda bu seçenekten vazgeçmiş, uzaklara taşınmamız gerektiğine karar vermişti. En azından buraya geldiğimizden beri, her ne kadar saçını süpürge etse de, hayatımda daha çok yer almayı kafasına koymuştu.
Tanıdık bir şeyin kokusu burnumu gıdıklayınca, o takıntılı ruh halimi bir kenara bırakmaya, kolileri bugünlük boş vermeye karar verdim. Annem yemek yapıyordu. Bu hiç de hayra alamet değildi.
Bir çırpıda alt kata indim.
Üzerinde puanlı doktor önlüğüyle fırının başında duruyordu. Baştan aşağı puanlı giyinip de bu kadar iyi görünmek anneme mahsustu. Annemin nefes kesen, dümdüz, sapsan saçları ve ışıl ışıl ela gözleri vardı. Onun üstünde doktor önlüğü varken bile, gri gözlerimle ve sade kahverengi saçlarımla yanında sıradan kalıyordum.
Bir de her ne hikmetse ondan daha… yuvarlak hatlı olup çıkmıştım. Kıvrımlı kalçalarım, köfte dudaklarım ve annemin bayıldığı ama kaçık bir oyuncak bebeğe benzememe neden olan koca koca gözlerim vardı.
Annem dönüp bana tahta bir spatula salladı, yarı pişmiş yumurtalar ocağa sıçradı. “Günaydın tatlım.”
Dağınıklığa baktım ve duygularını incitmeden bu fiyaskoyu ondan devralmanın en iyi yolunun ne olduğunu düşündüm. Annelik görevlerini yerine getirmeye çalışıyordu. Bu, muazzam bir gelişmeydi. “Erken dönmüşsün.”
“Dün akşamdan bugüne neredeyse çift vardiya yaptım. Çarşamba iş başı yapıp Cumartesi’ye kadar gece on bir, sabah dokuz arası çalışacağım. Yani üç boş günüm kalıyor. O günlerde de, civardaki ya da belki Winchesterdaki bir klinikte yarı zamanlı çalışmayı düşünüyorum.” Yumurtaları kazıyarak iki tabağa koydu ve daha az yanmış olanı bana verdi.
Galiba iş işten çoktan geçmişti, bu yüzden tezgâhın diğer ucunda, üzerinde ‘çatal bıçak vesaire’ yazan kutuya elimi daldırdım.
“Boş oturmayı hiç sevmediğimi bilirsin. İçlerinde ne varmış bir bakacağım.”
Evet, bilirim.
Benimki dışındaki çoğu ebeveyn, muhtemelen ergen kızlarını evde sürekli yalnız bırakmaktansa sol kollarını keserlerdi. Annemin ise bana güveni tamdı çünkü asla güvenini boşa çıkartmamıştım. Hani denemediğimden de değil ya. Şey, peki, belki de hiç denememiştim.
Biraz sıkıcı bir tiptim.
Florida’daki eski arkadaş grubumda sus pus bir tip değildim ama kitabımda ders kaçırmak diye bir şey yoktu. Not ortalamamı dördün altına düşürmezdim ve sütten çıkmış ak kaşık gibiydim. Sorumsuzca ya da çılgınca bir şeyler yapmaktan korktuğumdan falan değil; sırf annemin derdi zaten kendine yetiyor diye. O zaman…
Annemin eve gelirken getirdiği portakal suyunu iki bardağa koydum. “Bugün marketten bir şeyler alayım mı? Evde hiçbir şey yok.”
Başıyla onayladı ve yumurta dolu ağzıyla konuştu. “Her şeyi düşünüyorsun. Alışveriş yaparsan çok makbule geçer.” Masadan cüzdanını alıp para çıkardı. “Bu yeter herhalde.”
Ne kadar olduğuna bakmadan parayı kotumun cebine koydum; bana her zaman gereğinden fazla para verirdi. “Teşekkürler,” diye mırıldandım.
Gözleri parlayarak öne eğildi. “Bak… bu sabah ilginç bir şey gördüm.”
Kim bilir ne görmüştü yine. Gülümsedim. “Neymiş o?”
“Bitişikteki evde senin yaşlarında iki genç olduğunu fark ettin mi?”
İçimdeki golden retriever uyanınca kulaklarım dikildi. “Sahi mi?”
“Hiç dışarı çıkmadın, değil mi?” Gülümsedi. “Ben de şimdiye kadar o iğrenç çiçek tarhına girişmiştir diye düşünüyordum.”
“Niyetim oydu ama koliler de kendi başlarına açılmıyor.” Ona imalı bir bakış fırlattım. Onu çok seviyordum ama bunu hep unutuyor gibiydi. “Her neyse, şu gençlerden söz et bakalım.”
“Şey, bir tanesi senin yaşlarında bir kız, bir de oğlan var. Ayağa kalkarken ağzı kulaklarına vardı. “Seksi bir şey.”
Boğazıma bir yumurta parçası takıldı. Annemim akranım erkekler hakkında böyle konuştuğunu duymak cidden iğrençti. “Seksi mi? Anne, amma da tuhafsın ya.”
Annem tezgâhı iterek kalktı, tabağını masadan aldı ve lavaboya yöneldi. “Tatlım, yaşlı olabilirim ama gözlerim hâlâ iyi iş görüyor. Eskiden cidden iyilerdi.”
Yüzümü buruşturdum. Bu daha da iğrençti işte. “Genç erkek avcısı falan mı kesildin başıma? Endişelenmem gereken bir orta yaş krizi mi bu?”
Tabağını çalkalarken dönüp bana baktı. “Katy, umarım onlarla tanışmak için çaba gösterirsin. Okul başlamadan arkadaş edinsen ne güzel olurdu.” Duraklayıp esnedi. “Sana etrafı gezdirirlerdi, değil mi?”
Okulun ilk gününü, yeni çocuğu ve diğer her şeyi düşünmeyi reddediyordum. Yemediğim yumurtaları çöpe boşalttım. “Evet, iyi olurdu. Ama kapılarına dayanıp, benimle arkadaş olsunlar diye yalvarmak da istemiyorum.”
“Yalvarmak değil ki bu. Şunun yerine Florida’da giydiğin o güzel yazlık elbiselerden birini giysen.” Tişörtümün ucunu çekiştirdi. “Flörtöz olurdu.”
Başımı eğip baktım. Üzerinde BENİM BLOG’UM SENİN BLOG’UNDAN DAHA İYİ, yazıyordu. “Onun yerine iç çamaşırlarımı göstersem?”
Düşünceli bir tavırla çenesine vurdu. “Bu harbiden işe yarar.” “Anne!” Güldüm. “Kızıp bana bağırman, bunun berbat bir fikir olduğunu söylemen gerekiyor!”
“Bebeğim, aptalca bir şeyler yapmandan yana bir endişem yok. Ama cidden, çabala biraz.”
Nasıl ’çabalamam’ gerektiğinden emin değildim.
Tekrar esnedi. “Şey, bir tanem, ben uyku açığımı kapatacağım”
“Pekâlâ, ben de marketten yiyecek bir şeyler alayım.” Belki malç ve çiçek de alırdım. Dışarıdaki çiçek tarhı gerçekten korkunçtu.
“Kathy?” Annem kaşlarını çatarak kapıda durmuştu.
“Evet?”
Yüzünde bir gölge gezindi; bakışları hüzünlendi. “Bu taşınma işinin senin için zor olduğunu biliyorum, hele ki son sınıftan önce. Ama bizim için en iyisi buydu. Orada, onsuz o evde kalmak… Yeniden yaşamaya başlamamızın zamanı geldi. Baban böyle olmasını isterdi.”
Florida’da bıraktığımı sandığım, boğazımdaki düğüm geri dönmüştü. “Biliyorum anne. İyiyim ben.”
“Gerçekten mi?” Yumruğunu sıktı. Pencereden süzülen güneş ışığı, yüzük parmağındaki altın halkadan yansıyordu.
Onu inandırmayı isteyerek çabucak başımla onayladım. “Ben iyiyim. Hem yandaki eve de gideceğim. Belki bana marketin yerini tarif edebilirler. Bilirsin işte, çabalamak hani.”
“Harika! Bir şeye ihtiyacın olursa ara beni. Tamam mı?” Annemin gözleri bir kez daha esnemekten yaşardı. “Seni seviyorum tatlım.”
Ben de ona, onu sevdiğimi söylemek üzereydim ama daha sözcükler ağzımdan çıkmadan yukarı çıktı, gözden kayboldu.
En azından değişmeye çalışıyordu ve ben de hiç değilse buraya uyum sağlamayı denemeye kararlıydım. Annemin yapmamdan korktuğu gibi bütün gün odamda, dizüstü bilgisayarımın başında gizlenmeyecektim. Ama hiç tanımadığım çocuklarla kaynaşmak da bana göre değildi. Onun yerine kitap okuyup bloğumdaki yorumları takip etmeyi yeğlerdim.
Dudağımı ısırdım. Babamın beni yüreklendirmek için, “Hadi ama Kedicik, seyirci olma,” diyen sesini duyabiliyordum. Omuzlarımı dikleştirdim. Babam hayat karşısında asla pısırık kalmamıştı.
Hem en yakın marketin yerini sormak, kendimi tanıtmak için gayet masum bir nedendi. Annem haklıysa ve benim yaşımdaysalar belki o kadar da büyük fiyasko da olmazdı bu. Aptalcaydı ama yine de yapacaktım. Korkup vazgeçmeyeyim diye çimleri ve araba yolunu hızla geçtim.
Geniş verandaya atladım, teli açıp kapıyı tıklattım, sonra geri çekilip tişörtümdeki kırışıklıkları düzelttim. Süperim. Yaptım işte. Yer sormanın acayip bir tarafı yok.
İçeriden gürültülü ayak sesleri geldi, kapı hızla açıldı ve ben, çok geniş, kaslı, bronz bir göğüsle burun buruna geldim. Çıplak bir göğüs. Bakışlarım aşağıya kaydı ve nefesim… durdu sanki. Düşük belli kotu, göbeğinin aşağısında başlayıp kemerinin altında gözden kaybolan koyu renkli, ince tüyleri ortaya çıkarıyordu.
Karın kasları feci gelişmişti. Mükemmeldi. Tamamen dokunulasıydı. On yedi yaşındaki bir erkekte (tahminimce yaşı buydu) görmeyi beklediğim türden bir karın değildi bu ama evet, şikâyetim yoktu. Konuşamıyordum. Öylece bakakalmıştım.
Bakışlarımı nihayet tekrar kuzeye yöneltince elmacık kemiklerine dökülen ve başını eğip baktığında gözlerinin rengini saklayan gür, kara kirpiklerini fark ettim. Gözlerinin ne renk olduğunu bilmem gerekiyordu.
“Yardım edebilir miyim?” Dolgun, öpülesi dudaklar hoşnutsuzlukla aşağıya büküldü.
Sesi gür ve kararlıydı. İnsanların dinlemesine, soru sormadan itaat etmesine alışkın bir ses gibiydi. Kirpikleri yukarı kalktı ve gerçek olamayacak kadar yeşil ve parlak gözleri ortaya çıktı. Gözlerinin rengi, bronz teniyle tezat oluşturuyordu.
“Merhaba?” dedi tekrar, öne doğru eğilirken bir elini kapıya koydu. “Konuşabiliyor musun sen?”
Derin bir nefes aldım ve bir adım geriledim. Yüzüm utançtan alev alev yanıyordu.
Çocuk kolunu kaldırıp alnındaki bukleyi geriye çekti. Arkamda bir yerlere doğru baktı, sonra bakışlarını tekrar bana yöneltti. “Tekrar mı sorayım?”
Sesim yerine geldiğinde ölmek istiyordum. “Acaba… acaba en yakın marketin yerini biliyor musun diye sormak istiyordum. Adım Katy. Yandaki eve taşındım.” Abuk sabuk konuşarak evimi işaret ettim. “İki gün önce falan…”
“Biliyorum.”
Ooollldu. “Şey, markete giden en kısa yolu ve belki çiçek satan bir yer bilen biri vardır diye umuyordum.”
“Çiçek mi?”
Her nedense, bana soru sormuşa benzemiyordu ama yine de hızla cevap verdim. “Evet, şeyin önünde şu çiçek tarhı…” Hiçbir şey söylemedi, sadece alaycı bir ifadeyle tek kaşını kaldırdı. “Anladım.”
Utanç hissi geçiyor, yerini artan bir öfke dalgası alıyordu. “Şey, işte, çiçek almam lazım…”
“Çiçek tarhı için. Anladım.” Kalçasını kapıya yasladı ve kollarını kavuşturdu. Yeşil gözlerinde bir şey parladı. Öfke değil, başka bir şeydi bu.
Derin bir nefes aldım. Bu züppe bir kez daha lafımı kesecek olursa… Sesim, ben küçükken kesici aletlerle oynadığımda annemin kullandığı ses tonuna benziyordu.
“Yiyecek ve çiçek alabileceğim bir market bulmak istiyorum.” “Bu kasabada sadece bir tane trafik lambası olduğunun farkındasın, değil mi?” Şimdi sanki nasıl bu kadar ahmak olduğumu her gülüyormuşçasına her iki kaşını da kaldırdı ve ben o zaman gözlerindeki pırıltının anlamını çözdüm. Aşağılarcasına gülüyordu bana.
Bir an için tek yapabildiğim ona bakmak oldu. Muhtemelen, gerçek hayatta gördüğüm en seksi erkekti ve tam bir öküzdü.
Şu işe bak. “Tek istediğim yer tarifiydi. Belli ki kötü bir zamanda gelmişim.”
Dudaklarının tek tarafı yukarı kıvrıldı. “Senin için her zaman kötü olacak, çocuk.”
“Çocuk mu?” diye tekrarladım, gözlerim hayretten fal taşı gibi açılarak.
Yine alaycı bir tavırla koyu renkli kaşını kaldırdı. O kaştan nefret etmeye başlıyordum.
“Ben çocuk değilim. On yedi yaşındayım.”
“Sahi mi?” Gözlerini kırpıştırdı. “On iki gösteriyorsun. Hayır. Belki on üç; ama kız kardeşimin bir oyuncak bebeği var, aynı sana benziyor. O da koca gözlü ve bön bakışlı.”
Ona bir oyuncak bebeği mi hatırlatıyordum? Bön bakışlı bir oyuncak bebeği mi? Göğsümü bir sıcaklık kapladı ve oradan boğazıma yayıldı. “Evet ya. Canını sıktığım için kusura bakma. Tekrar kapını çalacak değilim. Söz.” Suratına yumruğu patlatmak için duyduğum o aşırı isteğe boyun eğmeden önce arkamı dönüp yürümeye başladım.
“Hey,” diye seslendi.
En alt basamakta durdum ama moralimin ne kadar bozulduğunu görmesin diye arkamı dönmedim. “Ne var?”
“2. Otoyola çık, oradan da Kuzey 220’ye sap ama güneye değil, tamam mı? Oradan Petersburg’a çıkarsın.” Sinirle içini çekti, sanki bana çok büyük bir iyilik yapıyordu. “Foodland tam kasabanın içinde. Görmemen imkânsız. Şey, belki de sen göremezsin. Bitişiğinde bir de nalbur olacak. Toprağa giren şeylerden onlarda vardır.”
“Teşekkürler,” diye mırıldandım ve sessizce, “öküz,” diye ekledim.
Gür ve gırtlaktan gelen bir kahkaha patlattı. “Bu, hanımefendiliğe pek yakışmadı Kedicik.”
Hızla arkamı döndüm. “Sakın bir daha öyle deme bana,” diye çıkıştım.
“Birine öküz demekten iyidir, değil mi?” Kapıyı dışarı doğru itti. “İlham verici bir ziyaretti. Uzun zaman hafızamdan silinmeyecek.”
Tamam. Çizmeyi aşmıştı artık. “Biliyor musun, hakkın var. Sana öküz demem çok yanlış. Çünkü öküz senin için fazla iyi kalıyor,” dedim tatlı tatlı gülümseyerek. “Sen yavşağın tekisin.”
“Yavşak mı?” diye tekrarladı. “Bak bundan çok etkilendim.”
Ona hareket çektim.
Tekrar güldü ve başını eğdi. Dalgalı buklesi koyu yeşil gözlerini neredeyse kaplayarak öne düştü. “Çok medenice Kedicik. Eminim, bana takabileceğin bir sürü lakap, çekebileceğin bir sürü de hareket vardır ama ilgilenmiyorum ”
Söyleyebileceğim, yapabileceğim daha bir sürü şey vardı ama büyüklük bende kalsın diye düşünüp döndüm ve ona cidden ne kadar kızdığımı görme zevkini tattırmayarak hızla eve doğru yürüdüm. Geçmişte çatışmalardan kaçman taraf ben olmuştum ama bu herif, içimdeki cadının damarına eşi benzeri görülmez bir şekilde basıyordu. Arabama varınca kapıyı hızla açtım.
“Sonra görüşürüz Kedicik!” diye seslendi. Ben ön kapıyı çarparak kapatırken gülüyordu.
Gözlerim öfke ve utanç gözyaşlarıyla yanıyordu. Anahtarı kontağa soktum, arabayı geri vitese taktım. “Çabala,” demişti annem. Çabalayınca insanın başına bunlar geliyor işte.
Petersburg’a vardığımda ancak sakinleşmiştim. Oradayken bile aşağılanmayla öfkenin alev alev karışımı içimi kasıp kavuruyordu. Benimle ne alıp veremediği vardı bunun? Küçük kasabalardaki insanların iyi kalpli olduklarını, insana insan muamelesi yaptığını sanırdım.
Ana Cadde’yi kolayca buldum; burası kelimenin tam manasıyla ana cadde gibiydi. Mount View’da Grant Kasaba Kütüphanesini görünce, kendime kütüphane kartı çıkartmam gerektiğini aklımın bir köşesine yazdım. Market seçenekleri kısıtlıydı. Foodland, ki aslında eksik D harfi yüzünden FOO LAND okunuyordu, tam o hıyarın tarif ettiği yerdeydi.
Ön camlar, benim yaşlarımda, uzun siyah saçlı, gözleri cıvıl cıvıl bakan kayıp bir kızın fotoğrafıyla kaplıydı. Aşağıdaki bilgide, en son bir yıl önce görüldüğü söyleniyordu. Ödül koyulmuştu ama bu kadar uzun süre kayıpken ödülü alan birinin çıkacağından şüpheliydim. Bu düşünceye üzülerek içeri girdim.
Alışverişi hızlı yapar, reyonlarda gezerek vakit kaybetmezdim. Gerekenleri market arabasına atarken sandığımdan daha fazlasına ihtiyacım olacağını fark ettim çünkü evde yalnızca temel birkaç malzeme vardı. Market arabası çok geçmeden ağzına kadar dolmuştu.
“Katy?”
Düşüncelerime gömüldüğümden yumuşak bir kız sesiyle yerimden sıçradım ve bir karton yumurtayı yere düşürdüm. “Kahretsin.”
“Ay! Çok üzgünüm! Ödünü patlattım. Huyum kurusun.” Bronz kollarını hızla uzatıp kartonu yerden aldı ve rafa geri koydu. Başka bir yumurta kartonu alıp ince uzun elleriyle tuttu. “Bunlar kırılmayacak.”
Bakışlarımı, zeminin her yerine parlak yumurta sarıları saçılmasına neden olan yumurta katliamından kaldırdım ve bir an için afalladım. Kız hakkındaki ilk izlenimim elinde yumurta kartonuyla bir markette dikilemeyecek kadar güzel olduğuydu.
Buğday tarlasında bir ayçiçeği gibiydi.
Yanında başka herkes solgun kalırdı. Benimkilerden uzun olan siyah, kıvırcık saçları beline kadar geliyordu. Uzun ve inceydi ve neredeyse kusursuz yüz hatlarında belli bir masumiyet vardı. Bu kız, özellikle de ürkütücü yeşil gözleri bana birini hatırlatıyordu. Dişlerimi gıcırdattım. Ne fark ederdi?
Kocaman gülümsedi. “Ben, Daemon’ın kız kardeşiyim. İsmim Dee.” Sağlam yumurtaları arabama koydum. “Yeni yumurtalar!” Gülümsedi.
“Daemon mı?”
Dee, market arabasının önünde duran parlak pembe cüzdanını gösterdi. Üstünde bir cep telefonu vardı. “Yaklaşık yarım saat önce konuştum onunla. Yer tarifi için… uğramıştın, değil mi?”
Demek yavşağın bir ismi vardı. Daemon. Tam ona göre bir isimdi ve tabii kız kardeşi de onun kadar çekici olacaktı. Neden olmasındı? Kayıp modellerin memleketi Batı Virginia’ya hoş geldiniz. Buraya ayak uydurabileceğimden ciddi ciddi şüphe etmeye başlıyordum. “Üzgünüm. Kimsenin adımı söylemesini beklemiyordum.” Duraksadım. “Seni aradı mı?”
“Evet.” Arabasını, dar koridorda zincirini koparmış gibi koşan küçük bir çocuğun yolundan ustaca çekti. “Her neyse, sizi taşınırken gördüm ve uğramak istiyordum; kardeşim senin burada olduğunu söyleyince, şey, seninle tanışmak için neredeyse uçarak geldim. Bana seni tarif etmişti.”
Tanrı bilir nasıl tarif etmişti beni.
Koyu yeşil gözleriyle beni izlerken yüzü merakla doldu. “Gerçi, hiç de onun tarif ettiği gibi değilsin ama her neyse, sen olduğunu anlardım. Buralarda tanımadığın birilerini bulmak çok zor.
Kir pas içinde küçük bir çocuğun ekmek rafına tırmanmasını izledim. “Kardeşin beni pek sevmedi galiba.”
Kaşlarını çattı, “Ne?”
“Kardeşin diyorum. Benden pek hoşlanmadı sanırım.” Market arabasına geri dönüp et paketiyle oynamaya başladım. “Pek… dost canlısı davranmadı ”
“Yo, hayır,” dedi, sonra da güldü. Ona ters ters baktım. “Sen onun kusuruna bakma. Kardeşim biraz huysuzdur da.”
Hadi canım. “Huysuzluktan daha fazlası olduğuna eminim.” Başını iki yana salladı. “Yatağının ters tarafından kalkmıştı. Kızdan beterdir, inan bana senden nefret ettiği falan yok. Biz ikiziz. Ben bile her gün boğazına sarılmamak için kendimi zor tutuyorum. Her neyse, Daemon biraz kaba sabadır. İnsanlarla… arası iyi değildir.”
Güldüm. “Cidden mi?”
“Şey, seninle burada karşılaşmamız ne güzel oldu!” diye bağırdı, konuyu bir kez daha değiştirerek. “Eve yerleşirken falan uğrarsam size sıkıntı yaratır mıyım, diye düşünmüştüm.” “Hayır, sıkıntı olmazdı.” Konuşmaya ayak uydurmaya çalışıyordum. Fena halde Ritalin’e ihtiyacı varmış gibi, bir konudan diğerine atlıyordu.
“Daemon, senin bizim yaşımızda olduğunu söylediğinde halimi görmeliydin. Neredeyse onu kucaklamak için eve koşacaktım.” Heyecanla kıpırdandı. “Sana o kadar kaba davranacağını bilsem muhtemelen kucaklamak yerine yumruğu yapıştırırdım.”
“Tahmin edebiliyorum.” Ağzım kulaklarıma vardı. “Ona ben de yumruk atmak istedim.”
“Mahallede tek kız olduğunu ve çoğu zaman gıcık erkek kardeşinle eve tıkılıp kaldığını düşünsene.” Güzel kaşlarını çatarak geriye baktı.
Bakışlarını takip ettim. Küçük çocuk şimdi de ellerine birer süt kutusu almıştı, ben de süt almam gerektiğini hatırladım. “Hemen dönerim.” Soğutulmuş bölüme yöneldim.
Sonunda çocuğun annesi bağırarak köşeyi döndü. “Timothy Roberts, onu hemen yerine koy! Ne yapıyorsun orada?”
Çocuk dilini çıkardı. Bazen çocukların etrafında olmak harika bir cinsel perhiz nedeni oluyordu. Böyle bir perhize ihtiyacım olduğundan değil tabii. Sütümü alıp döndüm, Dee yere bakarak bekliyordu. Market arabasını sıkı sıkıya kavramış, eklemleri bembeyaz olana kadar sıkmıştı.
“Timothy, hemen buraya geri dön!” Anne, çocuğun tombul kolunu kavradı. Sıkı topuzundan birkaç tutam saç çıkmıştı. “Ne dedim ben sana?” diye tısladı kadın. “Onların yanma gitmeyeceksin.”
Onların mı? Başka birilerini görmeyi bekledim. Ama Dee ve… benden başka kimse yoktu. Şaşkın şaşkın kadına baktım.
Koyu renkli gözlerle iğrenerek bize baktığını görünce inanamadım. Düpedüz tiksiniyordu ve dudaklarının ince bir çizg1 halinde büzülüp titremesi, bunun ardında korku olduğunu da gösteriyordu.
Kadın, Dee’ye bakıyordu.
Sonra iğrenç çocuğu kollarına aldı, market arabasını koridorun ortasında bırakarak hızla oradan ayrıldı.
Dee’ye döndüm. “Bu da neydi böyle?”
Dee gülümsedi ama kırılgan bir gülümsemeydi bu. “Küçük kasaba işte. Buranın halkı böyle tuhaftır. Sen onlara bakma. Her neyse, kutuları açmaktan ya da alışverişten çok sıkılmış-sındır. İkisi de birbirinden beter. Yani, cehennem sırf bu iki işin yapıldığı bir yer bile olabilir. Sonsuza dek koli açıp marketten alışveriş yaptığını düşünsene?”
Bir yandan kendimi tutamayıp sırıtırken bir yandan da arabalarımızı doldurup Dee’nin hiç bitmeyen konuşmasını takip etmeye çabalıyordum. Normalde böyle birisi beni beş saniyede canımdan bezdirirdi ama gözlerindeki heyecan ve topuklarının üstünde ileri geri sallanması bulaşıcı gibiydi.
“Başka bir şeyler daha alacak mısın?” diye sordu. “Benim alacaklarım neredeyse bitti. Aslında seni yakalamaya gelmiştim ve dondurma reyonu beni kendine çekti. Çağırıyor sanki.” Güldüm ve tıka basa dolu arabama baktım. “Evet, umarım bitirmişimdir”
“Hadi o zaman. Kasadan birlikte çıkabiliriz.”
Kasa kuyruğunda beklerken Dee hiç susmadan konuştu, ben de süt reyonundaki o garip olayı unuttum. Dee, Petersburg’da bir market daha olması gerektiğini düşünüyordu çünkü bu markette organik gıda yoktu ve Daemon’ın akşama yaptığı yemek için organik tavuğa ihtiyacı vardı. Birkaç dakika sonra ona ayak uydurmanın zorluğunu aştım ve cidden rahatlamaya başladım. Şen şakrak değildi, aslında sadece… hayat doluydu. Bunu bana da bulaştırmasını umuyordum.
Kasa sırası büyük şehirlerdekine göre daha hızlı ilerliyordu. Dışarı çıkınca yeni bir Volkswagen’in yanında durdu ve bagajı açtı.
…