Birinci Bölüm
Alçıların çıkarılmasının zamanı artık gelmiş, doktor beni istedikleri şekilde çektirmeye başlamış, hemşireler bacaklarımı dikkatli bir şekilde hareket ettirmem için beni kandırmakta birbirleri ile adeta yarış ediyorlardı.
Bütün bu yapmacık hareketlerden tiksinmeye başlamıştım. O sırada yanıma gelen Marcus Kent, bir süre sayfiyede sakin bir hayat sürmemin benim için çok faydalı olacağını söyledi.
‘Temiz hava, sakin bir yaşantı; sana tedavin için sağlık verebileceğim tek reçete bu’ diyordu Marcus.
‘Yemene, içmene bak, elinden geldiği kadar bitkisel bir hayat sürmeye çalış. Kız kardeşinin sana elinden geldiği kadar iyi bakacağından da eminim.’ Alacağınız cevabın sizi korkutacağını bildiğiniz için bazı soruların sorulamayacağı düşüncesi ile ona yeniden uçup uçamayacağımı sormadım.
Nitekim, hayatımın son beş ayı içinde, ömür boyunca yatalak kalıp kalmayacağımı da sormak cesaretini kendimde bulamamıştım.
Başhemşirenin riyakar edası ile beni teselliye kalkışması hiç de hoşuma gidecek değildi. Bu soruya karşılık alacağım cevabı biliyordum.
‘Hiç böyle soru sorulur mu? Biz hastalarımızın kendilerine böyle şeyler kondurmalarına müsaade edemeyiz.’ Bu nedenle beynimi kemiren bu soruyu sormamıştım. Ne var ki, bugün durum değişti. Yatalak bir hasta olarak ömür tüketmeyecektim.
Bacaklarımı oynatabildiğim gibi ayağa da kalkabiliyordum. Ancak dizlerim titriyor, sanki hayatta ilk kez yürüyen bir bebeğe benzetiyordum kendimi.
Fakat bu durumun geçici olduğunu, sırf uzun süre hareketsiz kaldığım için acemilik çektiğimi biliyordum.
Her yönden çok iyi anlaşabildiğim doktor Marcus Kent bana son durumumu şu cümlelerle açıklayıp içime su serpti: ‘Tamamıyla iyileşeceğinden emin olmanı istiyorum. Salı günkü muayeneye kadar durumundan pek emin değildik.
Bugün ise müjdeyi kesinlikle verebiliyorum. Ancak tamamıyla iyileşmen kolay olmayacak; bir hayli uzun sürebilir. Senin anlayacağın bir hayli yorucu bir iş olacak bu.
Adale ve sinirlerin normale dönüşüne beynin de yardımcı olması gerekir.
Sabırsızlık, sinirli hareketler seni başladığın yere döndürür. Bu nedenle bundan sonra sen kendi kendinin doktoru olacaksın. İradene daima sahip ol, sakın çabuk iyileşebilmek için iradene emir vermeye kalkışma. Kısacası sakin bir hayat sürmen gerekiyor. Senin anlayacağın, iyileşmesi gereken sadece vücudun değil. Uzun süre özel bir ilaç vermek suretiyle seni, asabi hareketlerden kurtardık. Sinir sisteminin bu ilacın etkisinden kurtulması gerekiyor.. İşte bu nedenle sana sayfiye hayatını tavsiye ettim. Bir şey daha var.. imkan bulursan, hiç dost, ahbabın olmayan bir bölgeye yerleş.’ Aslında bunu ben de düşünmüştüm. Sahte anlayış havası içinde teselli edilmek insanın en çok gücüne giden davranışlardan biri.
‘Aa! Jerry. Seni sandığımdan da daha iyi gördüm.
Öyle değil mi çocuklar?’ Ve arkasından günlük dedikodular. Velhasıl tahammül edilemeyecek şeyler. Köpekler dahi, gizli bir köşeye çekilip yaralarını kendi kendilerine tedavi etmiyorlar mı? Ancak tamamen iyileştikten sonra eski yaşantılarına devam ediyorlar.
Kız kardeşim Joanna ile birlikte emlakçıların gazetelerde çıkan süslü ilanlarını günlerce taradıktan sonra, Lymstock kasabasında ‘Ufak katırtırnağını’ görülmeye değer bulduk. Bu seçimin bir nedeni de o güne kadar İngiltere’nin bu köşesine hiç gitmemiş oluşumuzdu.
Lymstock’un yaklaşık bir kilometre ötesinde bulunan ‘Ufak katırtırnağını’ görür görmez, burasının tam aradığımız bir yer olduğuna karar verdik. Kırlara uzanan yol üzerinde idi bu ufak ev. Viktorya devri mimarisi ile inşa edilmiş, yeşile boyanmış binanın pencerelerinden fundalık bir yamaç ve Lymstock kilisesinin çan kulesi görünüyordu.
Ömürleri boyunca evlilik yüzü görmemiş Barton kız kardeşlere aitti burası. Aralarından ancak, en ufakları olan Miss Emily Barton sağ kalmıştı.
Ufak tefek yapılı şipşirin bir ihtiyarcıktı Emily Barton. Sakin ve özür diler bir tonla, bugüne kadar evini hiç kiraya vermemiş olduğunu söylüyor ve devam ediyordu: ‘Bunu, bundan sonra da yapmayacaktım ama, anlayacağın gibi yavrum, ‘, son zamanlarda hayat şartları o kadar değişti ki.. Vergiler gittikçe artarken, tahvillerin değerleri aksine çok düştü. Ömür boyunca yaşadığı evi başkalarına kiralamak inşanın çok gücüne gidiyor, ancak bazı şeylerin yapılması gerekiyor. Sizleri çok beğendim ve adeta sevdim. ‘Ufak tırnağa’ çok yakışacaksınız. Burasının gençliğe ihtiyacı var.’ O anda Joanna benden söz etmek zorunda kalmıştı.
Miss Barton kendini çabuk toparladı.. ‘Ah, Tanrım…anlıyorum…uçak kazasında mı oldu? Şimdiki gençlik ne kadar da cesur oluyor..
Tabii ağabeyiniz nekahat devrini sürdürecek… Bu nedenle…’ Durum karşısında yaşlı kadın adeta rahatlamıştı.
Çekine çekine sigara kullanıp’ kullanmadığımı sorduğu zaman, Joanna atılarak; ‘Hem de baca gibi’ diye cevap verip, ‘ben de öyle’ diye devam etti.
‘Evet.. Ne kadar da düşüncesizim! Çok yazık, bir türlü zamana ayak uyduramıyorum. Zavallı ablalarım benden çok büyüktü. Annem ise 97 yıl yaşadı. Üstelik, cimri mü cimri bir kadındı. Günümüzde sigara içmeyen var mı ki? Ama maalesef size kül tablası veremeyeceğim.’ Kız kardeşim, eve düzinelerle kül tablası getireceğimizi, güzel eşyaların üzerine yanar sigara bırakmayacağımızı, bundan endişe etmemesini ve hayatta bunun kadar nefret ettiği bir şeyin bulunmadığını, yaşlı kadına anlatarak onu rahatlattı.
Bu suretle gerekli karar verildi ve ‘Ufak katır tırnağını’ altı ay için kiraladık. Bu arada üç aylık opsiyon süresi almayı da ihmal etmedik.
Emily Barton, Joanna’ya kendisini merak etmemesini, eski ve sadık hizmetkarı Florence’nın işlettiği pansiyona yerleşeceğini söyledi ve kadını methede methede bitiremedi.
Her şey yoluna girmişe benziyordu. Nihayet Joanna ile birlikte eve yerleştik, bu arada Miss Barton’un hizmetçisi evde kalıp yanımızda çalışmayı da kabul etmişti. Sabahları bir başka kız uğrayıp, Partridge’e yardım ediyordu. Bir nebze geri zekalı olmasına rağmen çok iyi ve uysal bir kızdı. Bu suretle ikisi birden bize bakıyordu.
Orta yaşlı, çirkin ve nemrut suratlı olmasına rağmen Partridge’ın pişirdiği yemeklerin nefasetine doğrusu diyecek yoktu. Akşam yemeklerinin, gecenin ileri saatlerinde yenmesinden pek hoşlanmamakla beraber çarnaçar, bize uymak zorunda kalmıştı.
Eski ev sahibesinin akşam yemeklerinde rafadan yumurtadan başka bir şey yemediği rahatlıkla anlaşılıyordu. Ancak Partridge, benim nekahat devrinde kuvvetimi toplamam gerektiğini de itiraf etmek zorunda kalmıştı.
Daha taşmalı bir hafta olmamıştı ki, Miss Barton bizi ziyarete gelerek kartını bırakmış ve o’nu avukatın eşi Bayan Symmington, doktorun ablası Bayan Griffith, kasaba rahibinin eşi Bayan Dane Calthrop ile ‘Manastır’ adını taşıyan malikanede oturan Bay Pye takip etmişti.
Bu ziyaretler Joanna’yı haddinden fazla heyecanlandırmıştı. ‘Bu devirde insanların ziyarete gelip kart bıraktıklarını cidden bilmiyordum’ diye mırıldandı.
Kendisine, bunun nedeninin bugüne kadar taşra yaşantısı ile hiç ilişkisi olmadığını izah etmek istedim.
Joanna, ‘Saçma…hafta sonlarını kaç defa taşra köşklerinde geçirdim’ diye cevap vermişti.
‘Evet ama, o aynı şey değil Joanna’ dedim.
Joanna benden beş yaş daha ufaktı.
Çocukluğumuzda oturduğumuz büyük eski köşkü ve binayı çevreleyen nehre inen kırlık araziyi bugün gibi hatırlıyorum. Kaç kez bahçıvana görünmeden sürüne sürüne ahududu kümelerinin arasına saklanmamıştım ki!.. Ahırın arkasındaki avlunun kokusunu hala duyar gibiyim. Komşunun sarı kedisi, ahırdaki atların deprenişi, hep anılarımın arasında..
Ben yedi yaşıma bastığım zaman, Joanna ile birlikte Londra da oturan teyzemizin yanma gitmiştik. Orada geçirdiğimiz Noel ve yılbaşı şenlikleri, Paskalya tatilinde seyrettiğimiz çocuk piyesleri, Kensington parkında sandal gezintileri, buz üzerinde paten oyunları!… Ağustos ayı gelince, denize bakan bir otele yerleşirdik.
Bütün bu anılar beynimden sinema şeridi gibi geçerken, bir ara kendimi, bencil bir hasta durumuna gelmiş sandım. Bu his altında, adeta çekinerek Joanna’ya mırıldandım: ‘Galiba burası sana çok can sıkıcı gelecek, şehir hayatını muhakkak ki özleyeceksin.’ Joanna bir hayli güzel ve çok neşe dolu bir kızdır. Dans etmekten, kokteyl partilerine gitmekten, aşk maceralarından, sürat delisi arabalarla gezintilere çıkmaktan, fazlası ile hoşlanan bir yaradılıştadır.
Kardeşim gülerek, hiç sıkılmadığını söyleyip devam etti: ‘Senin anlayacağın o gürültülü yaşantıdan ayrıldığım için ziyadesiyle memnunum.
Üstelik o gruptan bıkmaya başlamıştım. Paul yüzünden büyük bir sarsıntı geçirdiğimi sen de biliyorsun. Ama, o konuda sen de bana hiç yakınlık göstermiş değilsin ya, o da başka. Korkarım kendime gelebilmem, bir hayli uzun zaman alacak.’ Bu sözlere pek fazla inanmadım, çünkü Joanna’nın aşk serüvenleri daima aynı sonuçla kapanırdı. Kendini anlaşılmamış bir dahi sanan bir gence çılgınca tutulur, onun topluma karşı şikayetlerini bıkmadan dinler ve sonunda delikanlı ona karşı minnet hissi duymayınca, kalbinin kırıldığını söyler ve günlerce bunun etkisi altında kalırdı.
Bu ruh haleti, ortaya yeni bir genç çıkıncaya kadar sürüp giderdi. Bu süre de genellikle, üç haftayı pek geçmezdi.
Bu nedenle Joanna’nın kalp sarsıntısını fazla ciddiye almamıştım.
Ancak kırlarda yaşamanın kız kardeşim için yeni bir oyun olduğunu anlamakta da zorluk çekmemiştim.
Joanna içini çekerek; ‘Her ne ise’ dedi ‘üstüm başım acaba taşra yaşantısına uyuyor mu?’ Onu yukardan aşağı dikkatle süzdüm ve kıyafetinin pek de taşraya yaraşır nitelikte olduğunu kabul edemeyip güldüm. Aslında Joanna, ünlü moda yaratıcısı Mirotin tarafından ‘Le Sport’ dergisinin moda sahifesi-ne göre giyinmişti. Üzerinde, inanılması güç iri ve acayip kareli bir eteklik vardı.
Dapdaracıktı bu eteklik.. Kısa kollu komik kazağı ise, Tiroller bölgesinden ilham almışa benziyordu. İncecik çorapları ve kır hayatına yaraşır spor ayakkabıları ise yepyeniydi.
‘Asla’ dedim, ‘kılığın tepeden tırnağa kadar hatalı. Oldukça eski bir tweed eteklik giymen icab ederdi. Kirli bir yeşil veya soluk kahve renginde olmalıydı bu eteklik. Kaşmir bir kazak ile hırkanın da buna uyması icab ederdi. Başında fötr şapka, ayağında kaim çoraplar ve eski kunduralar ile gerçek bir taşra kıyafeti oluştururdu. Ancak bu suretle Lymstock sokaklarında kalabalığa karışabilir ve şimdiki gibi herkesin dikkatini çekmezdin.
Üstelik yüz makyaj m da hiç uygun değil..’ ‘Ne varmış ki yüzümde? ‘Kır havası bronz No. 2′ den süründüm.’ ‘Belli, eğer ömrünün büyük bir kısmını Lymstock’ta geçirmiş olsaydın burnunun parlamaması için biraz pudra sürer, belki de hafif ruj ile makyajını tamamlardın. Ne var ki bu makyaj m pek ustalıklı olarak yapılmaması gerekirdi; üstelik kaşların da doğal niteliğini korumuş olurdu.
Dörtte üçü yolunmuş kaşlarla etrafta dolaşmazdım.’ Bir kahkaha atan Joanna cevap verdir ‘Bu şekilde benim kötü bir yaratık olduğumu mu sanırlar?’ ‘Yooo, öyle bir şey demedim. Sadece seni biraz garipseyecekler, işte o kadar.’ Joanna ziyaretçilerin bıraktıkları kartları teker teker incelemeye devam etti. Belki de bir şans ve belki de bir şanssızlık eseri, ziyaretçilerin arasında yalnız rahibin eşi, kız kardeşimi evde bulabilmişti.
Joanna bana dönerek konuştu: ‘Tıpkı ‘Mutlu Aile’ piyesini andıran bir durum.