O sıralardaki başlığıyla Kant Yan ıyor, beni perişan etmişti. Kitapları yaktığım için kendimi bağışlayamıyordum. Sanıyorum (daha sonra Kien olan) Kant’a da artık acımıyordum. Kitabı yazarken ona öylesine acımasızca davranmıştım ki, ona karşı duyduğum acımayı bastırmak, Kant’ın yaşamına son verme düşüncesinin bende uyandırdığı rahatlamayı, kurtulma duygusunu gizlemek için çok büyük bir çaba harcamak durumunda kaldım.
Ama bu kurtuluş için kitaplar feda edilmişti; kitaplar alev alev yandığında, aynı şeyin benim de başıma geldiğini hissettim. Yalnızca kendi kitaplarımı değil, dünyanın bütün kitaplarını kurban verdiğimi düşünüyordum, çünkü sinologun kitaplığında, dünya için önem taşıyan her şey, bütün dinlerin, bütün düşünürlerin, tüm Doğu yazınının, Batı yazınlarının, şu ya da bu anlamda hâlâ yaşamakta olan değerli kitapları bulunmaktaydı.
Bütün bunlar yanmıştı, ben buna izin vermiştim, herhangi bir bölümünü kurtarmaya bile girişmemiştim; geriye kupkuru bir çölden başka bir şey kalmamıştı ve bunun tek sorumlusu bendim. Çünkü bu türden bir kitapta olan biten bir oyundan ibaret değildir, gerçekliktir; yalnızca dışardan gelecek eleştirilere karşı değil, kişinin kendi gözünde de haklı çıkarılması zorunludur.
Inǚ sanı, bu türden şeyleri yazmaya zorlayan duygu yoğun bir korku bile olsa, kişi gene de kendisine bunu yapmakla çok fazla korktuğu bir şeyin ortaya çıkmasına yardımcı olup olmadığını sormak durumundadır. Felâket içimde kök salmıştı, bundan sıyrılamıyordum.
Bu felâketin tohumu, yedi yıl önce, Kari Kraus’un İnsanlığın Son Günleri adlı kitabıyla ekilmişti. Ama şimdi, felâket düşüncesi, yaşamımda değerini hep koruyan şeylerden – kitlelerle bağlantısını 15 Temmuzda saptadığım yangından ve her gün birlikte yaşadığım kitaplardan dolayı kişisel bir biçim almıştı. Romanın kahramanı benden farklıydı gerçi, ama ona öylesine temel bir nitelik katmıştım ki, amaca ulaştıktan sonra, verilen cezayı geri alamadım.