Son yıllarda “tarih” kamuoyunun gündeminde yer alan en önemli konulardan biri haline geldi. Yazılı ve görsel medyada çok sık yer almaya başladı. Bazı televizyon kanalları haftalık-daimi programlar yapmaya, bazı gazeteler haftalık dergi ve ekler vermeye başladı. Türkiye genelinde en rağbet edilen konferans konuları hep tarihle ilintili olanlardı.
Tarihe merak, okullardan sokağa indi; evlerde, kahvehanelerde insanların günlük konuşma konuları arasında yer almaya başladı. 30 yılı aşkın akademik hayatım boyunca, hemen hemen her hafta en az bir konferans veriyorum. İki-üç saat süren konferanslar sonunda dinleyiciler bana hep kitap sordular. Hep bu ve benzeri konuları nereden öğrenebiliriz şeklinde sorular yönelttiler.
Dilimin döndüğü kadar bu insanlara cevap vermeye çalışıyordum ama, onlara somut bir veriyi götüremiyordum. Hatta ikinciüçüncü sefer gittiğim vilayetlerde, daha önce belirli kitapları tavsiye ettiğim insanlar, o kitaplardan tatmin olmadıklarını üzülerek bana aktarıyorlardı. Yaptığım televizyon programlarından sonra da gelen e-postalarda bu istekler yoğun şekilde dile getiriliyordu.
Dört aydan bu yana Sayın Turgay Güler’ l e Ülke TV’de her cumartesi akşamı “Sıra Dışı” programını yapmaya başladık. Bu talepler, gün geçtikçe çoğalmaya başladı. Kanala bu programların CD olarak piyasaya sürülmesi talepleri o kadar arttı ki, artık biz de bu baskılara dayanamadık ve dinleyicilere saygısızlık olmasın diyerek, Türkiye’nin en önemli konularını işleyen bir kitap çıkarmaya karar verdik.
Tarihin Hafızası adını verdiğimiz bu eserin içerisinde yer alan makaleler, ağırlıklı olarak tarihle ilintili sosyo-politik konuları içeren çalışmalardır. Bunların çoğunu televizyonlarda konuştuk, konferanslarda dile getirdik. Ancak söz uçar, yazı kalır özdeyişinden hareket ederek, bu kitabın tarihe ve sosyo-politik konulara meraklı olanların, ufkunu açacağını, olayların perde arkasını nasıl okumaları gerektiği hususunda yol gösterici olacağını ümit ediyoruz.
Tarih, milletlerin hafızasıdır. Hafızasını kaybeden insan; nasıl dostunu-düşmanını ayırt edemez, alacağını-vereceğini bilemez, geleceğini planlayamazsa; milletler de böyledir. Hafızasını kaybeden milletler de dostlarını-düşmanlarını ayırt edemezler, alacaklarını-vereceklerini bilemezler, istikballerini de planlayamazlar. Hafıza kaybı, vizyonun yok olması demektir. Vizyonu olmayan toplumlar, okyanusta pusulası bozuk gemi gibidirler.
Konu, daha iyi anlaşılsın diye, basit ve somut bir örnekle izaha çalışalım. Her şehirde, hatta her ilçede yaşlı insanlardan şu mealde sözler işitiriz: “Ah be hocam, daha 20 yıl önce şu gördüğünüz alanda bir tek apartman yoktu. Şuralar zeytinlikti, şuralar tarlaydı. Bakın koca koca apartmanlar şimdi var. Buralarda arazi de son derece ucuzdu, kim ne etsin buraları.
Kafamızı çalıştırıp şuradan bir tarla veya zeytinlik alsaydık, şimdi bir müteahhide kat karşılığı verseydim, en az 100 daire çıkardı. 50’si bana, 50’si müteahhide. Hiçbir ekonomik sorunumuz kalmazdı…” Şimdi, sıradan insanların bu vizyonsuzluğunun zararı kime? Tabii ki kendilerine ve aile efradına. Kapı-komşusu dâhil başka kimselere değil.
Ama ya devlet yönetenler, aydınlar? Eğer bunlar vizyonsuzsa, dünyanın nereye gittiğini, 20-30 yıl sonrasını göremiyor ve doğru değerlendiremiyorlarsa, bunun faturası çok ağır olur ve bu faturayı bir millet ve devlet öder. Yöneticilerin ve aydınların bu vizyonu yakalayabilmelerinin birinci şartı, tarih bilincine sahip olmaktır.
Bu, tarih bilmekle karıştırılmamalıdır. Kitaplarda yer alan kuru bilgileri ezberlemek, tarih bilinci oluşturmaz. Sağlıklı tarih bilgisinin yanında, mutlaka tarih felsefesi de bilmek, onu iyice hazmetmiş olmak gerekir. Öncelikle şunu belirteyim ki, doğru algılayıp sağlıklı değerlendirebilmek için, zihnimizi dezenformasyondan, yani bilgi kirlenmesinden arındırmak zorundayız.
Emperyalist amaç ve hedefler için yazılan senaryolar ve sahneye konulan oyunları saf bir seyirci gibi izler ve algılarsak, zihnimiz ve duygu dünyamız olayların peşine takılarak, ucu görünmeyen karanlık bir dehlizde sürüklenmekten kurtulamaz. Neticede meydana gelen olayları tasvip etmesek bile, sahneye sürülen yapay sebeplere hak vermek garabetine düşeriz.
Kültürel Genetiği Oluşturan Faktörler Sömürü duygusu, daha çok şeye sahip olma dürtüsü insanın tabiatında var olan, yani doğuştan sahip olduğu bir duygudur. Tıpkı cömertlik, tıpkı cimrilik, tıpkı cesaret, tıpkı korkaklık gibi… bu duyguları insanoğlu tamamen yok edemez. Aldığı eğitim ve yetiştiği kültürel çevre ile bunları ya törpüleyerek kontrol altına alır veya daha da azdırır. İnsanın ırkî hususiyetleri, inançları, aldığı eğitim ve yetiştiği kültürel çevre onun genetiğine şekil verir.
Böylece her milletin, her coğrafyanın, her medeniyet havzasının farklı bir kültürel genetiği ortaya çıkar. Her medeniyet havzasının faklı bir dünya görüşü, farklı bir tarih felsefesi, farklı bir insana bakışı, farklı değer yargıları oluşur. İbn-i Haldun, yüzyıllar öncesinden bu kültürel genetiğin oluşmasına ve bu oluşumu hazırlayan faktörlere dikkat çeker. Hatta işi öylesine irdeler ki, iklimin ve yaşanılan coğrafyanın bile insan tabiatı üzerindeki etkisini gözler önüne sermeye çalışır.
Ona göre, toplumların kültürel genetiğinin oluşmasında ırkî hususiyetler, dinî inançlar, eğitim, aile, çevre kadar iklim ve coğrafyanın da müspet yahut menfi etkisi vardır. Örneğin sert iklimlerde, yüksek coğrafyalarda yaşayan insanların tabiatları da iklimleri ve coğrafî yapılarına paralel olarak serttir. Örf, âdet ve geleneklerine daha sıkı sıkıya bağlı, dışarıdan gelen kültürel erozyona karşı daha dirençli, ilkeleri daha katı ve uzlaşmaya daha kapalıdırlar.
Buna mukabil sıcak iklimlerde, sahil bölgelerinde daha yumuşak tabiatlı, daha uzlaşmacı, daha esnek, eğlenceye ve günlük yaşamın rahatlık alanına daha yatkın ve kültürel erozyona daha açıktırlar. İbn-i Haldun’un bu tespitlerini, hemen herkes gözlemleyerek de doğrulayabilir. Buradan şu noktaya gelmek istiyorum: Yaklaşık son 15 yıldan bu yana bir Medeniyetler Çatışması ile bunun karşıtı olan bir Medeniyetler İttifakı tezi tartışılmaktadır.
Birileri medeniyetler çatışmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürerken, birileri de medeniyetler ittifakının mümkün olduğunu söylemektedirler. İki tarafın da dikkate alınması gereken önemli gerekçeleri var. Benim amacım bu tezleri burada tartışmak değil… Ben burada, konuyu şu hususa getirmek istiyorum:
Dünyamızda yüzyıllardan beri, yakın dönemde de bölgemizde akan bu kanın ve gözyaşının kültürel genetikle ne kadar ilgisi var? Bu sorunun cevabını almak için somut örneklerle biraz tarihin dehlizlerinde gezinmek gerekir. Konunun rahat anlaşılması için ilk somut örneği Yahudilerden vermek istiyorum. Tarihte soykırım felaketine uğrayan milletlerin başında Yahudiler gelmektedir. Bu nedenle tarih boyunca çok acı çekmişlerdir.
Mısırlılar, Hititliler, Asurlular, Babilliler, Romalılar, Hıristiyanlık dönemi ortaçağ ve yakınçağ Avrupası ve Hitler Almanyasında yüzbinlerce, milyonlarca masum insanın katli gibi hadiseler hiçbir şekilde tasvip edilemez! Nabukadnezar’ın, Titus’un, Endülüs’te İspanyolların ve Hitler’in katliamları, hiçbir gerekçe ile haklılık payı kazanamaz. Ancak bir de madalyonun öbür tarafı vardır. Neden İsrailoğulları bu kadar katliama uğradılar?.. Bunun elbette birçok sebebi var. Ben burada kimsenin görmek istemediği bir sebebe dikkatleri çekmek istiyorum: İsrailoğulları’nın kültürel genetiği!.