SEYİR (1913)
Şosede çocuklar
Ceza Kolonisi’nde, çağımız insanının kaygı ve korkularını, yalnızlığını, kendi kendine yabancılaşmasını, çevresiyle iletişimsizliğini ustalıkla dile getirmiş olan Franz Kafka’nın tüm anlatılarını bir araya getiren bir çalışmanın ilk kitabı. Anlatılar’ın bu ilk kitabı, Kafka’nın kitaplarında yayınladığı anlatılar ile kitaplarında yer almayan, ayrı ayrı yayınlanmış anlatıları dilimizde ilk kez bir arada sunuyor. Kafka’nın yazdıklarına farklı eleştirmenlerce çok farklı yorumlar getirilmiştir. Kimilerince varoluşçuluk bağlamında değerlendirilen Kafka’da kimileri Marksist, kimileri Freudcu etkiler bulmuşlar, kimileri de onun yapıtlarının özünde gerçeküstücü bir mizahın yattığını ileri sürmüşlerdir. Ne var ki, Kafka’nın belki de en belirleyici özelliği, hiçbir kalıba girmemesi, hiçbir akıma sığmamasıdır. Kafka, tüm yazdıklarıyla, 20. yüzyılın en kendine özgü yazarlarının başında gelir.
Bahçe parmaklığı boyunca arabaların geçtiğini işitiyordum, bazen de yaprakların arasındaki hafifçe kımıldayan boşluklardan görüyordum onları. Nasıl da çatırdıyordu yaz sıcağında tekerleklerinin, oklarının tahtası! Tarlalardan işçiler geliyordu, öyle gülüşüyorlardı ki, rezilce bir şeydi.
Ben bu arada bizim küçük salıncakta oturuyor, anne ve babamın evinin bahçesindeki ağaçların arasında dinleniyordum.
Parmaklığın dışında dur durak yoktu. Koşar adım gelen çocuklar bir anda geçiveriyordu; demetlerin üstünde, dört bir yanında adamlar, kadınlar taşıyan hasat arabalarının karanlığı çiçek tarhlarına düşüyordu; akşama doğru bastonlu bir beyin ağır ağır yürüyüş yaptığını gördüm, karşısından gelen kol kola girmiş birkaç kız da selam verdi, yana çekilerek otların üstünden geçtiler.
Sonra kuşlar havalandı, kıvılcımlar gibi, onları gözlerimle takip ettim, bir nefeste yükselişlerine baktım, ta sanki onlar yükselmiyormuş da ben düşüyormuşum hissine kapılıncaya, bir yandan sıkı sıkı urganlara yapışırken, baş dönmesinden azıcık sallanmaya başlayıncaya kadar. Derken daha hızla sallanmaya başladım, havanın esintisi serinleyip uçan kuşların yerine titreşen yıldızlar belirirken.
Mum ışığında önüme akşam yemeği kondu. Durup durup iki kolumu da masanın tahtasına dayıyor, artık yorulmuş bir halde, yağlı ekmeğimi ısırıyordum. Danteli bol perdeler sıcak rüzgârla kabarıyordu, bazen de, dışarıdan geçen biri bunları elleriyle tutuyordu, beni daha iyi görebilmek, benimle konuşmak istediğinde. Çoğu zaman mum hemen sönüyor, koyu dumanında bir süre daha, toplaşmış sivrisinekler döneniyordu. Pencereden biri bir şey sordu mu, yüzüne sanki dağlara ya da sırf havaya bakar gibi bakıyordum, zaten onun da pek cevap aradığı olmuyordu.
Sonra biri pencerenin eşiğinden atlayıp ötekilerin evin önünde olduğunu mu haber veriyordu, o zaman tabii iç çekerek kalkıyordum. “Yok, ne diye böyle iç çekiyorsun? Ne oldu ki? Olağanüstü, asla düzeltilmez bir bela mı? Bir daha hiç altından kalkamaz mıyız? Sahi, her şey elden gitti mi?” Hiçbir şey yoktu elden giden. Evin önüne çıkıyorduk. “Tanrı’ya şükür, geldiniz nihayet!” – “Sen de hep geç kalırsın!”
– “Niçin ben kalıyormuşum ki?” – “Tabii sen, kal evde, eğer gelmek istemiyorsan.” – “Lütuf yok!” – “Ne? Lütuf yok mu? Ne biçim konuşuyorsun?” Bir kafa atıyor, akşamı delip geçiyorduk. Gündüz yoktu, gece yoktu. Kâh yelek düğmelerimiz dişler gibi birbirine sürtüyor, kâh mesafeyi bozmadan koşuyorduk, ağızda ateş, tropik yerlerdeki hayvanlar gibi.
Eski savaşlardaki zırhlı süvariler gibi toprağı döverek ve havalara yükselerek, birbirimizi o kısa sokak boyunca bayır aşağı kovalıyor, sonra bacaklarımızın bu koşudan aldığı hızla, şose yokuştan çıkıyorduk. Birkaçımız şarampole giriyordu, hendeğin karanlığında kaybolmalarıyla, yabancı birileriymiş gibi yukarıda, tarla yoluna dikilip oradan aşağı bakmaları bir oluyordu.
“İnsenize aşağı!” – “Önce siz yukarı çıkın!” – “Çıkalım da bizi aşağıya atın, yağma yok, o kadarcık aklımız var daha.” – “O kadar ödleksiniz, onu demek istiyorsunuz. Gelin hele, gelin!” – “Yok canım? Siz mi? Siz mi bizi aşağı atacakmışsınız? Nerede o günler?”
Hücuma geçiyorduk, göğsümüzden itiyorlardı, biz de şarampolün otlarına seriliyorduk, düşerek, gönüllüce. Her taraf aynı ölçüde ısınmıştı, otun içinde sıcağı hissetmiyor, soğuğu hissetmiyorduk, sadece yorgun düşüyordu insan.
Sağ yanına dönüp elini de kulağının altına sokunca, insanın içinden uykuya dalmak geliyordu. Gerçi bir kere daha debelenip kalkmak, çenesini kaldırmak isteği geliyordu, ama bu da yine daha derin bir hendeğe düşmek içindi. Sonra kol çaprazlamasına göğse bastırılmış, bacaklar sallana sallana kendini havaya atmak istiyordu insan, bir kez daha ve kesinlikle de daha derin bir hendeğe düşmek üzere. Ve bu işin hiç mi hiç sonu gelmesin istiyordu.
Nasıl son hendekte uykuya yatmak için iyice uzanırdı insan, hele dizlerini sonuna kadar gererdi, henüz işin orası pek düşünülmüyordu ve hasta gibi, dokunulsa ağlayacak bir halde, sırtüstü yatılıyordu. Gözler kırpılıyordu, bir oğlan, dirsekleri belinde, tabanları kararmış, üzerimizden uçup yamaçtan yola atlarken.
Ayın bir hayli yükselmiş olduğu görülüyor, ışığında bir posta arabası geçip gidiyordu. Hafif bir rüzgâr çıkıyordu her tarafta, hendekte de hissediliyordu ve yakınlarda orman uğuldamaya başlıyordu. O zaman insan artık pek o kadar önemsemiyordu yalnız olmayı.
“Neredesiniz?” – “Gelin buraya!” – “Hep beraber!” – “Ne saklanıyorsun, bırak saçmalamayı!” – “Haberiniz yok mu, posta çoktan geçti.” – “Yok canım! Geçti mi?” – “Tabii, sen uyurken geçti.” – “Ben uyudum mu? Olacak iş değil!” – “Sen sus, yüzüne bakan anlıyor.” – “Yapma yahu!” – “Gelin!”
Koşarken daha bir yanaşıyorduk, bazıları birbirine elini veriyordu, bayır aşağı gittiğimizden başımızı ne kadar kaldırsak az geliyordu. Biri bir Kızılderili savaş çığlığı koyuveriyordu, hiçbir zaman ulaşılmadık bir hızla dörtnala kalkıyordu bacaklarımız, her sıçrayışımızda rüzgâr bizi kasıklarımızdan tutup kaldırıyordu. Hiçbir şey alıkoyamazdı bizi; öyle içindeydik ki koşunun, birbirimizi geçerken kollarımızı kavuşturup sakin sakin etrafımıza bakabiliyorduk.
Derenin köprüsü üstünde duruyorduk; ileri gitmiş olanlar dönüyordu. Aşağıda su taşlara, köklere çarpıyordu, sanki akşam iyice ilerlememiş gibi. Biri atlayıp köprünün korkuluğuna çıkmıyorduysa, bunun da bir nedeni yoktu.
Çalıların arkasında, uzakta bir tren beliriyordu, bütün kompartımanlarında ışık yakılmıştı, camları indirilmişti kesinlikle. İçimizden biri bir sokak şarkısı söylemeye başlıyordu, fakat hepimiz söylemek istiyorduk. Tren geçerken şarkıyı iyice hızlandırmış oluyor, sesimiz yetmediği için kollarımızı sallamaya başlıyorduk, seslerimiz öyle sıkış sıkış bir kalabalığa giriyordu ki, içimiz ısınıyordu. İnsan sesini başka seslere kattı mı, bir oltanın kancasıyla yakalanmış gibi olur.
Öylece, sırtımızda orman, uzaktaki yolcular işitsin diye şarkı söylüyorduk. Yetişkinler köyde uyanıktı henüz, anneler gece için yatak yapıyorlardı.
Vakit gelmiş oluyordu artık. Yanımda duran oğlanı öpüyordum, sonraki üçüne sadece elimi uzatıyor, dönüş yolunda koşmaya başlıyordum, arkamdan seslenen olmuyordu. Beni göremez oldukları ilk kavşaktan sapıyor, tarla yollarından geçip tekrar ormana dalıyordum. Güneydeki şehre doğru ilerliyordum, bizim köyde şöyle derlerdi orası için:
“Nasıl insanlar oradakiler! Bir düşünün,
uyumuyorlar!”
“Peki niçin uyumuyorlar?”
“Uykuları gelmiyor da ondan.”
“Peki niçin gelmiyor?”
“Deliler de ondan.”
“Delilerin uykusu gelmez mi yani?”
“Delilerin uykusu nasıl gelsin ki!”
Bir dolandırıcının foyasının meydana çıkışı
Nihayet saat akşam ona doğru, daha önceden sadece şöyle bir tanıdığım ve bu sefer aniden yanıma katılıp beni iki saat sokaklarda dolaştıran bir adamla beraber, bir toplantıya davetli olduğum konağın önüne ulaştım.
“Evet!” dedim ve ellerimi çırptım, vedalaşmanın artık kayıtsız şartsız gerekli olduğunun işareti olarak. Daha az kararlılık gösteren birkaç denemede bulunmuştum önceden. İyice yorulmuştum.
“Hemen mi çıkıyorsunuz yukarı?” diye sordu. Ağzından dişlerin birbirine çarpmasından ileri gelen takırtıya benzeyen bir ses duydum.
“Evet.” …