Felsefe-Sosyoloji-Psikoloji

Mantık ve Diyalektik – Aydın Çubukçu

Bu çalışma, önce bir dizi tartışmanın dağınık notları olarak başladı. Bir süre sonra tartışma, ona katılanlarca “ders” diye adlandırılınca, notların da düzenli tutulması ve okunup yeniden tartışılabilmesi için yazıya dökülmesi gerekti. O haliyle buna “kitap” denildi. Yakıştırılan bu adı hak etsin diye notlar üzerinde yeniden çalıştım. Bize ulaşan birikime bakarak, iki bin beş yüz yıldır insanoğlunun mantık ve yöntem üzerine konuşup yazdığını biliyoruz. Kütüphaneler dolusu yüz binlerce kitap demektir bu.

Oysa benim yararlandığım kaynak sayısı, kitap ve makale olarak, yüzün biraz üzerindedir. Böyle bir çalışmanın, kendisini, profesyonel eleştiri de içinde olmak üzere, okuyucuya açabilmesi için, bu sayının on katıyla ölçülebilecek kaynağı taramış olması beklenirdi. Özellikle diyalektiğin, son yüz yıl içinde ne kadar çok tartışmaya konu edildiği, üzerinde ne kadar çok yazıldığı, konuşulduğu düşünülürse, yalnızca temel kaynaklara, o da çok kısıtlı olarak ulaşabilmiş olmam, kabul ettiğim önemli bir eksikliktir. Hele akademik ölçüler bakımından değerlendirirsek, literatürden bu uzaklık, çalışmanın “bilimsel” sayılabilmesini hayli güçleştirir.

Bu bir yana, aynı nedenden ötürü, kitapta öne sürdüğüm bazı özgün görüşlerin gerçekten özgün olup olmadığı benim için bilinemez kalmıştır. Örneğin, çalışmanın “evrensel bağıntılılık” kavramını eksen olarak seçmiş olması bakımından bir “ilk” olacağını, yalnızca “sanabiliyorum.” Bunun gibi, bir kategoriler sistemi inşa etmenin ilkelerini incelediğim bölüm, çalışma olanaklarım ve taranan kaynak sayısı ile tez ileri sürmenin gerekleri arasındaki kabul edilebilir oransızlığın aşılmaya en fazla cüret edildiği bölüm olarak görünüyor bana. Özellikle, kategorilerin koordinasyon ve bağımlılık sistemlerine ilişkin kısımların, pek çok eleştiriye ihtiyacı olduğunu peşinen belirtmeliyim.

Fakat konunun tartışılabilmesi için, önce birilerinin bundan doğru-yanlış, eksik-tamam söz etmesi gerekiyordu. Ben, bunu yapmak istedim. Diyalektiği, üç temel yasa ve birkaç kategorinin ezberlenmesiyle öğrenebileceğimiz kanısının yerleşmiş olduğu bir yoksulluk ortamında, en azından konunun zenginlik ve karmaşıklığına bir işaret konulmalıydı. Bir başka yenilik olur umuduyla, bu çalışma, diyalektiğin aranma ve gerçekleşme alanının esas olarak doğa bilimleri olduğu biçimindeki alışkanlıktan bir kopuşu denemiştir.

Buna temel olarak da, Hegel diyalektiğinin “ayakları üzerine dikilmesi” kavramında, alışılagelmiş yorumun “maddi dünyaya dayanma” formülasyonundan farklı olarak, kitap, buradaki “ayak” sözcüğünü, “eylemiyle yeni bir dünya yaratan insanın ayağı” diye anlamış ve anlatmıştır.

Böylece diyalektik, metafizik tarzda onu doğada zaten varolan bir mantık ve insanı da onun edilgin bir izleyicisi olarak görme eğiliminde olan düşünceye karşı, insanın sosyo-tarihsel eyleminin bir sonucu ve dönüştürücü eylemin bir düzenleyicisi olarak ele alınmıştır. Tartışmaya ilişkin literatür, özelllikle Türkiye’de çok cılız ve yenidir. El yordamıyla ilerlemeye çalıştım.

Diyalektiği, özellikle Fizik ve Biyoloji ile kanıtlamaya çalışan pek çok “el kitabı”, onu, toplumsal ve siyasal etkinliğin bir aracı, sonucu ve en önemlisi geleceği olarak kavramayı engellemiş, yersiz ve yanlış kavram transferlerinin üzerinden gerçekleşeceği bir genelleme ve soyutlama mekanizması haline düşürmüştür.

Sosyalizmi, gerçekleşmesi zorunlu bir doğal olay gibi görmenin de, bir laboratuvar deneyi gibi, tarafımızdan seçilmiş ve arındırılmış ortamlarda böyle araçlarla gerçekleştirebileceğimiz bir etkinlik olarak görmenin de, bu insan ve tarih dışı kılınmış ve gerçek temellerinden koparılmış diyalektik tanımından fazlaca etkilendiğini düşünüyorum.

Özellikle, içsel ve dışsal, zorunluluk ve rastlantı, nedensellik, evrim ve devrim gibi kategorilerin açıklanmasında, pek çok yerde tekrarlanan kaba hatalara değinme gereğini bundan dolayı duydum. Bununla birlikte, herhangi bir siyasal tartışmanın, adı geçen kategorilerin içeriğine indirgenerek çözülebileceğini düşündüğüm sanılmamalıdır.

Taslaklar ve daktilo edilmiş metin üzerinde tartışan pek çok arkadaşım, öznel ve nesnel, özgürlük ve zorunluluk gibi kategorileri de ele almamı istedi. Vulgarize içerikleriyle yaygınlaştırılmış ve kendilerinden en kaba biçimiyle tümdengelimli çıkarsamalar yapılarak siyasal tanıtlar türetilmiş bu ve benzeri kategorilere, önce, esas olarak bu yolun eleştirisine yer ayırmış olduğumdan; sonra da, özellikle bu iki kategoriyi, ancak bir tarih metodolojisi içinde ele alındıklarında anlamlı olacaklar gibi gördüğümden, yer vermedim.

Kitabın, “Mantıksalla Tarihselin Birliği” başlığını taşıyan bölümü, özgürlük sorununa değinebilmek için epeyce fırsat veriyordu. Bu fırsatları gözden çıkarmakla birlikte, o bölüm, geleceğin “mantıklı kılınmış” dünyasında, özgürlük kavramının kazanacağı içerik hakkında bazı ipuçları vermekten geri kalmıyor. Zorunluluğun, “bizim için zorunluluk” kılındığı bir dünyada, onun artık zorunluluk olmaktan çıkacağı ve böylece özgürlük halinde aşılacağı düşüncesi, o bölümde, “bir teori olarak mantığın maddi bir güç haline gelerek aşılması” kavramı içinde verilmiştir.

Özellikle ve ağırlıkla kategorilerden söz eden böyle bir çalışmada Kant’tan söz edilmemiş olması bir eksiklik, dahası bir haksızlık olarak görülüp eleştirildi. Bu açıdan bakılınca, bence Kant’ın yanı sıra, bağıntılılık-bütünsellik kategorisinin evrimine önemli katkılarda bulunmuş Leibniz, Locke, Hume gibi adlar da anılmalıydı. Burada, Hegel’in kendi sistemi hakkındaki iddiasını, yani kendisinden öncekileri aşılmış olarak kapsama iddiasını geçerli kabul ettim.

Özellikle, kategorilerin hareketi hakkındaki Hegel teorisine yeterince yer verildiğinden, adı geçen filozoflar, katkıları bakımından yalnızca bir arka plan zenginliği olarak kalacaklardı. Yazılış sürecinin “otobiyografik” diyebileceğim bir öğesine değinmek istiyorum.

Doğru ile yanlış arasında ayrım yapabilmenin kendisini, inanmak ve cesaret etmek ya da kuşkuya kapılmak ve korkmak kıstasları içinde gösterdiğine pek çok kez tanık oluşumun, beni mantık ve metod üzerinde çalışmaya zorladığını belirtmeliyim. Doğruyu düşünebilmek cesareti ile, doğru düşünme bilgisi her zaman birlikte bulunmuyor: ya yanlış haksız yere cesaretle olumlanıyor, ya da bilgi korkunun örtüsü kılınabiliyor.

Bu bakımdan kitap, yüreğin ilkel tortularının bilinci tıkamasının önüne, ancak ve yalnızca sağlıklı ve sağlam düşünme ile geçilebileceğine inancın da bir ifadesidir. Öyleyse bir anlamda bu kitap, eylemli insan bilincine adanmış bir övgüdür.

Zorunluluk diye dayatılmış olanla, ayakta kalmak isteyen bilinç ve irade arasındaki savaşı, pratik bir sorun olarak yaşayanların ve böylece ölenlerin, bu çalışmanın ruhunu yarattıklarını sezdirmek için özel bir çaba göstermedim. Ama bu önsözde olsun onların “yeni insan” kategorisi olarak bilincimizde aldıkları yer vurgulanmalıydı.

Çalışmanın, kendilerine borçlu olduğu insanların başında onlar geliyor. Çok ağır koşullar altında elde edilebilen ve daima geçiciliğini koruyan, az bulunur nefes alma fırsatlarını hem mücadeleleriyle yaratan hem de çalışmanın sürdürülmesi ve yazılabilmesi için yararlanılabilir kılan bütün arkadaşlarımın, kitabın ortaya çıkışındaki payları, sözcüğün tam anlamıyla belirleyicidir. Onların sabır, cesaret, azim ve birliği olmasaydı, bu kitap tasarlanamazdı bile.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Hannah Arendt – Kötülüğün Sıradanlığı

Editor

Hakan Övünç Ongur – Tüketim Toplumu, Nevrotik Kültür ve Dövüş Kulübü

Editor

Kuantum ve İnsan

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası