İĞRENÇ İSTİSNA, İĞRENÇ KURAL
HAYVANLAR KAVGA eder, fakat savaşmaz. Primatlar1 arasında, türdeşlerini planlı biçimde, büyük çapta ve coşkuyla öldüren tek varlık insandır. Savaş, onun en önemli buluşlarından biridir; barış yapma yeteneği, muhtemelen onun daha sonraki bir kazanımıdır. İnsanlığın en eski anlatıları, mitleri ve destanları çoğunlukla cinayet ve adam öldürmekten sözeder. Savaşın göğüs göğüse yapılmasının nedeni yalnızca silah tekniğinin basitliği değildi. İnsanın, nefretini tanıdıklarına, yani en yakın komşularına yöneltmesi psişik yönden de daha fazla tatmin edicidir. Böylece iç savaş, sanki yalnızca eski bir alışkanlık değil, tüm kolektif çatışmaların birincil biçimiymiş gibi çıkıyor karşımıza. İç savaş klasik anlatımını bulduğundan bu yana ikibinbeşyüz yıl geçti; Peloponnes Savaşı’nın Öyküsü2 hiç aşılamadı.
Buna karşın düşman bir devlete karşı “güdülen” devlet savaşı, görece geç bir gelişmedir. Usta bir savaşçı kastının varlığını, orduların kurulmasını ve asker ile sivil ayırımını gerektirir ve savaş, ilanından teslimiyete kadar karmaşık törenlerin oluşmasına yolaçar. Katliam, 19. yüzyılda neredeyse bir mantığa oturtuldu: bir taraftan askerliğin zorunlu hale getirilmesi ve teknik gelişmeler sonucunda savaş korkunç bir yayılma gösterdi; diğer yandan devletler, savaşlarını devletler hukuku kurallarına bağlamaya çalıştılar. 1907 tarihli Lahey Savaş Hukuku Konferansında bunlar ilk kez kaleme alındı. Bu bakış açısına göre iç savaş, kuralın istisnası, çatışmanın kuraldışı bir biçimi sayılmaktadır. Clausewitz savaş sanatına ilişkin klasik elkitabında iç savaşa dair tek söz etmez. İşe yarar bir iç savaş kuramı günümüze kadar oluşmadı.
Gerçeğin karmaşıklığı, yalnızca hukukçuların biçimsel tanımlamalarını aşmakla kalmıyor. Genelkurmaylar da, iç savaşın damgasını taşıyan yeni bir dünya düzeni karşısında çaresiz kalıyor. Öte yandan, şimdiye dek hiç mevcut olmayan bu gelişme, atavizm3 ile tehlikeli bağlar kuruyor. Eski antropolojik sorular yeniden karşımıza çıkıyor. Hangisi daha tuhaftır: insanın tanıdığı kişileri öldürmesi mi, yoksa hakkında hiçbir tasarımının, belki de hatalı bir tasarımının bile olmadığı bir rakibini öldürmesi mi? İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılan bombardıman uçaklarının mürettebatı için düşman salt bir soyutlamaydı; bugün de hâlâ sığınaklardaki füze rampalarının başında bekleyen timler, düğmeye bastıklarında yolaçacakları olayların etkilerini hiçbir biçimde algılamamaları için, sıkı biçimde yalıtılmışlardır – o kadar çarpık bir durum ki, bunun karşısında en saçma iç savaş bile neredeyse normal görünüyor. İnsanın nefret ettiklerini yok etmesi ki, bu da genelde kendi mekânındaki rakipleri oluyor, büyük olasılıkla istisna değil, kuraldır. İnsanın en yakınlarına duyduğu nefret ile yabancılara duyduğu nefret arasında açığa çıkarılmamış bir bağlantı vardır. Nefret edilen diğer kişi, aslında hep komşu olmuş, ancak büyük topluluklar oluştuktan sonradır ki sınırların ötesindeki yabancı düşman ilan edilmiştir.
ESKİ HESAPLAR, YENİ GÜRÛH
SOĞUK SAVAŞIN sona ermesi ile birlikte, Batı’da zorla ayakta tutulan pembe tabloların da sonu geldi. Pax atomica’nın4 boğucu dengesi artık yok. 1989’a kadar, nükleer silahlarla donatılmış iki süper güç uzlaşmaz bir biçimde karşı karşıya geliyordu ve bölünmüş Almanya bu karşılaşmanın düğüm noktasıydı. Bu hassas durumun neden olduğu korkular bir ölçüde unutuldu bile. Onların yerini başka korkular aldı. İki kutuplu dünya düzeninin sonunun geldiğini gösteren en belirgin işaret, şu anda dünyanın çeşitli yerlerinde süren otuz-kırk kadar iç savaştır. Bunların sayısı bile tam olarak bilinmiyor, çünkü kaosun sayıya dökülmesi olanaksızdır. Her şey, gelecekte bunların azalmayacağına, tersine artacağına işaret ediyor.
Hiç kimse bu kökten değişime hazır değildi. Kimse bir çıkar yol bilmiyor. Karşılaştığımız bu durumun, siyasetin bir biçimi olması mümkün. Bunu kavramak için geçmişteki iç savaşlara dönüp bakmak gerekiyor. Almanya, geçirdikleri arasında en ağır ve en uzun olan iç savaşın5, etkilerinden hiçbir zaman tam kurtulamadı. Bu savaşta nüfusun üçte ikisinin yaşamını kaybettiği belirtiliyor. Fakat otuz yıl savaşları devlet güçlerince başlatılmış ve sürdürülmüştü. Yeniçağ’ın büyük iç savaşlarının çoğu için de bu geçerlidir: Amerika’nın Güneyi’nin Kuzey’e karşı, Rusya’da Beyazlar’ın Kızıllar’a karşı, İspanyol Falanj’ının Cumhuriyetçiler’e karşı savaşı. Bütün bu vakalarda düzenli ordular ve cepheler vardı; merkezî komuta makamları, karargâhlarından verdikleri emirlerle birliklerini ayakta tutmaya ve stratejik amaçlarını planlı biçimde gerçekleştirmeye çalışıyordu. Askerî yönetimin yanında, kesin belirlenmiş amaçlar peşinde koşan ve müzakere ortağı gözü ile bakılan bir siyasal yönetim de vardı.
Fakat klasik Devletler Savaşı, gücü tekelleştirme eğilimi gösterir ve devlet mekanizmasını olağanüstü güçlendirirken, iç savaşta düzenin çökmesi ve milislerin kendi başlarına hareket eden silahlı çetelere dönüşmesi tehlikesi vardır.
Bazı savaş beyleri bağımsızlığını ilan eder; ana karargâh, çatışan yığınlar üzerindeki askerî, hükümet de siyasal denetimi yitirir. Fakat yine de ABD’deki, Meksika’daki, Rusya’daki savaşların gelişimi iki tarafın da her şeye rağmen pazarlık yapabilecek, kazanabilecek ya da teslim olabilecek durumda bulunduğunu göstermektedir; bunlar her halükârda uğruna savaşılan alanı denetimi altına alan yeni bir yönetimin, merkezî bir devlet gücünün pekişmesi ile sonuçlandılar. Günümüzdeki iç savaşların böyle bir umut ışığı taşıyıp taşımadığı yanıtsız kalan bir sorudur.
Sömürgecilik döneminde, hemen uluslararası boyutlara ulaşmayan, hiçbir iç çatışma yoktu. “Reel Politika” adı altındaki uygulamalar, her iç savaşın dış güçlerce körüklenmesine ve kullanılmasına yolaçıyordu. Çatışan taraflar büyük bir oyunun piyonları olarak kullanılıyordu. Büyük güçlerin amacı, etki alanlarını ve sömürge imparatorluklarını genişletmekti. Avrupalıların ve Amerikalıların Çin’e yaptıkları çok sayıdaki saldırıyı, Bolşevik Ekim Devrimi sonrasında Rusya’ya yapılan müdahaleleri ya da İkinci Dünya Savaşı’nın son provası olarak yorumlanması hiç de yersiz olmayan İspanya İç Savaşı’nı anımsatmak yeterlidir.
Daha yetmişli yıllarda bile süper güçler bu mantığa sıkıca sarılmış biçimde hareket ediyordu. Afrika’da, Asya’da ve Latin Amerika’da vekâleten bir dizi savaş yaptırıyorlar ve kendilerine sıfır toplamlı oyunlar çerçevesinde çıkar sağlayacağını düşündükleri her iç çatışmaya karışıyorlardı. Bu çatışmaları, üçüncü bir dünya savaşının eşiğine kadar tırmandırmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ancak soğuk savaşın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile birlikte bu tür dış siyaset anlayışından vazgeçildi. Yalnızca Moskova ve Pekin’de değil, Washington’da da, kardeşlik duyguları ile yapılan yardımların, getirdiğinden fazlasını götürdüğü görüşü ağızdan ağıza dolaştı. Son on yılda ekonomik açıdan kazançlı çıkan, bu oyuna katılmayan uluslar oldu. Eski Reel Politika, 19. yüzyıl sömürgeci düşünüşünün yıkıntıları ile karşı karşıya kaldı. Bununla artık dünya pazarından pay kapmak olası değildir.
Bir zamanlar zenginleşmenin en basit aracı olan savaş, artık zararına yürütülen bir işe dönüştü. Kapitalizm, devletçe örgütlenen katliamın yeterince getirisi olmadığının farkına vardı. Sanayileşmiş ülke hükümetlerinin barış politikasına olan ilgilerinin artmasına neden, tabiî ki ahlâkî bir dönüş değil, bu soğukkanlı saptamadır. Sermayenin barış için arabuluculuk yapması alışılmamış bir görüntüdür. Fraksiyonlarından bazılarının eskiden beri olduğu gibi şimdi de savaştan yüksek kazançlar umduğuna kuşku yok. Fakat silah dışsatımı dünya ticaretinin ancak % 0,006’sını oluşturuyor. Bu açıdan bakıldığında silah ticareti, zorunlu durumlarda bazı kısıtlamalara bile uğratılabilen bir yan faaliyet konumuna düştü. Iç savaşın sürdüğü ülkeler uzun vadede kazanç sağlamıyor. Bu ülkeler, yatırımların geri çekilmesi ile cezalandırılıyor. Birleşmiş Milletler’in barış girişimleri bu gecikmiş anlayışın siyasal ifadesidir.
Günümüzün iç savaşları kendiliğinden, içeriden patlak veriyor. Tırmanmaları için artık dış güçlere gereksinimleri yok… Kısa süre öncesine kadar bir ulusal kurtuluş savaşının ya da devrimci ayaklanmanın tohumlarını taşıyorlardı. Ancak Soğuk Savaş bittiğinden beridir ki gerçek yüzlerini gösteriyorlar.
Afganistan’daki iç savaş buna belirgin bir örnektir. Ülke Sovyet askerlerinin işgali altında kaldığı sürece, ikiye bölünmüş dünya şemasına göre yorumlanabiliyordu. İki taraf da çatışmayı kullanıyordu: Moskova kendi valisini, Batı da antikomünist Mücahitleri destekliyordu. Sorun ulusal kurtuluşmuş, yabancılara, zalimlere, inançsızlara karşı direnişmiş gibi görünüyordu. Fakat işgalciler kovulur kovulmaz asıl iç savaş patlak verdi. İdeolojik kılıftan geriye bir şey kalmadı. Yabancı müdahalesi, ulusun kardeşliği, hakikî iman – tüm bunların yalnızca birer bahane olduğu ortaya çıktı. Herkesin herkese karşı savaşı başladı.
Buna benzer gelişmeler her yerde. Afrika’da, Hindistan’da, Güneydoğu Asya’da, Latin Amerika’da gözlenebilir. Partizanların, asilerin ve gerillaların kutsallık hâlelerinden geriye hiçbir şey kalmadı. Bir zamanlar yüksek bir ideolojik donanıma ve arkalarında yabancı müttefiklere sahip olan gerilla ve kontrgerillalar bağımsızlaştılar. Geriye silahlanmış bir güruh kaldı. Kendi kendini kurtarıcı ilan eden tüm bu ordular, halk hareketleri ve cepheler yozlaşıp, rakiplerinden ayırdedilemeyen yağmacı çetelere dönüştü. Kendilerini süslemek için kullandıkları karışık alfabe, FNLA ya da ANLF, MPLA ya da MNLF6 onları birarada tutan şeyin bir amaç, bir proje, bir düşünce değil bu isimleri hak etmeyen bir strateji olduğunu kimseden gizleyemez, çünkü bu stratejinin adı: haydutluk, cinayet ve yağmadır.