Elinizdeki kitap, 2009 yılının Şubat ile Haziran aylan arasında Istanbul’da verdiğim konferansların Türkçe çevirisidir. Konferansların ilk dört oturumu Sabancı Üniversitesi Iletişim Merkezi’nde; beşincisi ise, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler Bölümü’nün daveti üzerine rektörlüğün Büyük Toplantı Salonu’nda yapıldı.
Bu konferansları düzenleme fikrini, Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkam Osman Kavala’ya borçluyuz. Konferansların gerçekleşmesini mümkün kılan da odur. Bütün bu gayretleri için kendisine buradan teşekkür etmek isterim. Konferanslar, ilk önce İngilizce yazıldı ve sunuldu.
Daha sonra, elinizdeki yayının hazırlanışında, bu konferansların tamamım yeniden yazarken (yer yer tamamlarken) Fransızcayı kullandım. Birkaç dipnot eklerken, atıfları da olabildiğince azaltmaya çalıştım.
Size sunduğumuz metin, Fransızca yazılmış ikinci metnin çevirisidir. İlk halinden pek az farklı olmakla birlikte önemli, hatta temel sayılabilecek bir noktada değişiklik yaptığımı belirtmeliyim.
Istanbul’da verdiğim haliyle ilk konferans “Yirminci Yüzyılda Ermeni Ta7 nıklığı” başlığını taşıyor ve esas olarak bu alanda her şeyden daha zaruri saydığını ön açıklamaları kapsıyordu.
Okumakta olduğunuz kitapta bütün bu ön açıklamalar “Tanığın Ölümü” başlıklı giriş bölümünde bir araya getirildi. Baştan sona tarihsel tanıklığı konu alan birinci bölüm ise, bu kitap için yeniden yazıldı. Oysa İstanbul’daki konferansta, oldukça şematik bir sunumla yetinmiştim.
Yaptığım bu değişikliğin, aşılması olanaksız bir zorluktan kaynaklandığını şimdiden belirtmeliyim: Tarihsel tanıklık ile tanığın ölümü kavramlarının birlikte telaffuz edilmesinden doğan zorluk. [Tanıklık, hayatta kalanların yazdığı, bitmek tükenmek bilmeyen gaddarlıkları okumamız için bize sunulan anlatıların dışına genelde pek çıkamaz; bununla birlikte, bu anlatılar, celladın iradesine bir biçimde karşı çıkmak için “tarih yazma” zorunluluğunun bilincini de taşır.
Oysa hemen belirtmeliyiz: Felaket, tanığın ölümüdür.] Bu nedenle ve yalnızca sonuçlan bakımından Felaket, hakikati olmayan bir suçtur; halbuki tarihsel tanıklık, her zaman Felaket “hakikat”ini dile getirdiği izlenimini verir; elbette yanıltıcı bir izlenimdir bu. Zira tanıklık, olgulara ilişkin hakikati hayli sınırlı ölçüde dile getirebilir.
Bu kitabın tek tek bütün sayfaları boyunca sıralanan soruların tümü, işte bu önemli zorluğu çeşitli yollarla biçimlendirmekten ibarettir. Bütün sorular bu zorlukta tökezliyor ve kitap boyunca ortaya atılan sorular arasında, diğerlerine göre en çarpıcı olanı şu:
Hakikati olmayan bir suçu affetme imkanı var mıdır? Affetme sorununu anlamanın tek yolu, böyle bir afla karşılanabileceği kabul edilen suçun yapısını sorgulamaktan geçer.
Böyle bir sorgulama olmaksızın yapılacak her af talebinin, suçu çoğaltmaktan başka bir işe yaramayacağını düşünüyorum. Sırası gelmişken; okuyucularımızın elinde tuttuğu kitabın, bir dizi konferans metninden yola çıkılarak hazırlandığını, yani (üç ay gibi bir süre içinde) sözle ifade edilmek üze8 re yazılmış bir metne dayandığını bir kez daha hatırlatalım.
Bu durum, sözel dilde kullanılan kimi ifadelerin neden bu denli çok olduğunu açıklayacaktır (metni baştan sona yeniden kaleme aldığım için, sözlü dile özgü bu ifadeler, kaçınılmaz olarak yeni konumlarına uygun makul bir sayıya ulaştılar).
Yine bu durum, hazırlık mülahazalarının uzunluğu ve her oturumun başında yeniden değinilen kimi hususların yanı sıra, kültürel bağlama yönelik sayısız (çoğunlukla örtük) göndermeye ve izleyicilerle yapılan tartışmaların metnin bütünündeki yansımalarına da açıklık kazandırıyor; kaçınılmaz tekrarlar da cabası.
Bir başka önemli husus: Ermenice kelimelere ve kitap başlıklarının sistemli çevriyazısı yapılırken, modem edebi Ermenicenin bir değişkesi olan ve Türkiye’de konuşulan Batı Ermenicenin telaffuzu esas alındı.
Okuyucu bu kitapta, konferans metinleri dışındaki Ek’te yer alan bölümde, görüşlerimi açıklarken sözünü ettiğim ya da yorumladığım -ve çeşitli yazarlar tarafından Ermenice kaleme alınmış- kimi metinlerin Türkçe çevirilerine de ulaşabilecektir.
Dürüstlük gereği şunu da belirtmeliyim ki, ilk başlarda bu metinleri Fransızcadan kendim çevirdim; elinizdeki çeviriler, benim Fransızca çalışmalarımdan yola çıkılarak yapıldı. Dolayısıyla, belge olmaktan başka bir değer taşımıyorlar. Daha kapsamlı, edebi çevirinin benimsenmiş kurallarına daha uygun Türkçe çeviriler yapmak başkalarına düşüyor.
Tanığın Ölümü
Söze başlarken, bu kitabı oluşturan konferans dizisinin düzenlenmesine katkıda bulunanların tümüne duyduğum minnettarlığı ifade etmek isterim. Beni İstanbul’a davet edip Sabancı Üniversitesi’nin eğitim kadrosu kapsamında (misafir öğretim üyesi olarak), rahat koşullarda çalışmam için özen gösterdiler. Her şeyden önce, zorlu dönemlerin atlatılmasına azmiyle katkıda bulunan Osman Kavala’ya teşekkür etmeliyim; tatsız gelişmeler (sırası geldikçe ayrıntılı olarak anlatacağım) yüzünden emeklerimizin heba olabileceğini düşündüğümüz anlarda bile kararlılığından vazgeçmedi.
Hülya Adak’a ve Ayşe Gül Altınay’a da müteşekkir olduğumu belirtmeliyim. Her ikisi de İngilizce çalışmalarımdan bazılarını okumakla ve bunları yararlı bulma nezaketini göstermekle kalmadılar; kendi uğraştıkları alanlarla ve araştırmalarıyla ortak yönleri bulup ortaya çıkarmaktan başka, beni İstanbul’a getirmeyi, Türk (ve Ermeni) dinleyiciler önünde bu konulan tartışmayı da tasarladılar. Yaklaşık bir yıl ka11
dar önce davet edildiğimde bir saniye bile tereddüt etmediğimi bugün gibi hatırlıyorum. Birkaç lojistik düzenlemeden sonra daveti kabul ettiğimi belirten bir cevap vereceğimi biliyordum. Elbette her iki tarafın da, kamusal alanda yapılacak tartışmaları ve akademik eğitim alanında yapılması mümkün ve istenilir olanı biçimlendirmek için belli bir zamana ihtiyacı vardı. Öte yandan, bu buluşmayı gerçekleştirmek üzere izlediğimiz yolda bazı engellerle karşı karşıya kaldık. leşte bu gürültü patırtının, bütün bu doğaçlama girişimlerinin, başlangıçta el yordamıyla sonralın azimle gerçekleştirilen bu organizasyonun sonucu: Genel başlığı “Edebiyat ve Felaket” olan bir konferans dizisi.
Konferansların konusunu aktarmadan önce yaşadığım zorluklardan ve kuşkulanmadan Lafı dolaştırmayacağım:
Gün gelip Türkiye’ye adımımı atacağım, hayatım boyunca hiç aklıma gelmemişti. Kayseri kökenli olan babam, bir daha dönmemek üzere 1920’de bu ülkeyi terk etmişti; Merzifonlu olan annem ise 1923’te … Günün birinde “dönüş”ün mümkün olabileceğini eminim onlar da hiç hayal etmemişti. Yaşamlarını Fransa’da kurdular. Gördükleri kabuslar dışında arkalarına tek bir kez bile bakmadan orada öldüler. Bu ülkeye dair muhafaza ettikleri son görüntü İstanbul limanıydı. Babam yirmi yaşındaydı. Fransa’ya gidiyordu ve ailesi de kısa süre sonra onu izleyecekti. Annem ise henüz çocuktu. Yaşadığı gaddarlık, sonsuza dek silinmeyecek izler bırakmıştı onda. Ailesinin hemen hemen tamamı yok olmuştu; kusursuz bir imha iradesinin açık ve etkili yöntemleri olan uzun yürüyüşlerin, katliamların ve kaçırmaların yaşandığı bir süreçte bütün aile bu topraklara gömülmüş, annem de hiçbir zaman kendini toparlayamamıştı. Annem ile babam, şimdi size anlatmayacağım uzun seyahatlerden sonra Paris’te karşılaştılar. Böylelikle ben de Paris’te, Ermeni kökenli bir Fransız olarak büyüdüm . Ama buraya geldiğimde aklımdan şu düşüncenin geçtiğini şaşkınlıkla görüyorum: Ne de olsa annemin ve babamın ülkesi! Ne var ki kuşkulanın yatışmadı henüz. Bu kuşkuların, davete olumlu cevap vermeme engel olmadığı doğru; ama onları görmezden gelip hasıraltı da edemezdim doğrusu. Öncelikle bu kuşkulan dile getirmek isterim.
Şu son aylarda ve yıllarda barışmaktan çokça söz edildi; lüzumundan çok. Öncelikle her tür yanlış anlamayı ortadan kaldırmak için ilkesel bir açıklamayla işe başlayayım: Barışma militanlarından değilim. Aslına bakılırsa herhangi başka bir görüşün militanı da değilim ve bunun kesin olarak anlaşılmasını isterim. Açık olan şu ki, bir çağrı aldım ve bunun tahmin ettiğimden çok daha belirleyici olduğunu, son derece önemli olduğunu ancak o zaman anlayabildim. Bu çağrıyı aldığım günü asla unutmayacağım; Türkiye’de ders ve konferans vermek için uygun olup olmadığım -ve böyle bir düşünceyi kabul edip etmeyeceğim- soruluyordu. O andan itibaren beni heveslendiren, bana çalışma şevki veren tek şey dostluktu; kimi görüşlerimi sunmaya -yersiz alçakgönüllülüklere yüz vermeden tereddütsüz eklemeliyim- beni teşvik eden şey dostane duygular oldu. Gösterdiğim ilk tepkinin haklı ve yerinde olduğu ortaya çıktı. Evet, dostluk. Çünkü bizim önemli ortak bir görevimiz vardı; siyasetteki katılıklara karşı, devletin propagandasına ve her tür propagandaya karşı, bunca zamandır yaşamlarımızı zehirleyen paranoyak tutumlara karşı, aslında genel olarak siyasete ve en önemlisi tarihe karşı vermemiz gereken bir mücadele vardı. Bu görevi, bu mücadeleyi tek başımıza, her birimiz kendi köşemizde kalarak sürdürmemiz hiçbir biçimde mümkün olamayacaktı. Aslına bakılırsa, lstanbul’a gelmeden önce bunu bilmiyordum. En büyük keŞfim bu oldu, zamanı geldiğinde de bu duruma açıklık getirmeye çalişacağım. Her ortak görev bir topluluğu tanımlar. Kuşkusuz burada söz konusu olan topluluk, umutsuzluğa dayalı bir topluluktur. Olsun, ne önemi var. Hiç olmazsa bu konferans dizisiyle, umutsuzluğa dayalı bu topluluğun felsefi dayanaklarını bulmaya çalışmayacak mıyız?