1976’da İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele kitabım çıkmıştı. Aslında o, dört cilt olarak tasarladığım bir çalışmanın tümüne ait bir isimdi. Onun için her cilde ayrı adlar bulmak ihtiyacını duydum. Birinci cilde Mutlakıyete Dönüş adı uygun göründü. Gerçekten de, o ciltte açıklandığı üzere, İttihatçı önderlerin ülke dışına kaçmasıyla birlikte Vahdettin’in bir karşı-ihtilalinden söz etmek mümkün görünmektedir.
1919 yılının eylül ayı sonunda Damat Ferit’in çekilmesiyle bu süreç son bulmakta ve yeniden bir meşrutiyet dönemi başlamaktadır. Bu kitap o yeni meşrutiyetin tarihi olduğuna göre buna da Son Meşrutiyet adını uygun buldum. Mahmut Goloğlu TBMM’nin kurulması üzerine açılan döneme “Üçüncü Meşrutiyet” adını vermişti.
Gerekçesi şuydu: TBMM İngilizlerin elinde “esir” olan Padişah’ı tanıdığına ve onu kurtarmayı amaç edindiğine göre, bu siyasal düzen meşrutiyetti. Yeni bir meşrutiyet dönemi söz konusu olduğuna göre de, üçüncü diye nitelenmeliydi. Mutlakıyete Dönüş’te Goloğlu’nun nitelemesini benimsemiştim.
Şimdilerde ise Hocam Tarık Zafer Tunaya’nın da eleştirisini dikkate alarak, artık bunu uygun bulmuyorum. Zira Goloğlu’nun tahlili biçimsel bir açıdan doğru olmakla birlikte, TBMM’de mevcut olan yoğun devrimci niteliği ya da gizli gücü (potansiyeli) göz ardı ettiği için, pek isabetli sayılamaz. Üçüncü bir meşrutiyet aranacaksa, bu, herhalde Ekim 1919 – Mart 1920 dönemi olmalıdır.
Çünkü bu dönemde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Damat Ferit’e karşı kazandığı zafer sayesinde Vahdettin’in mütarekenin ilk yılında yürütmüş olduğu karşı-ihtilal durdurulmuş ve Mebusan Meclisi’nin tekrar toplanması mümkün olmuştu.
Buna göre nisan başında (1920) Damat Ferit’in Sadaret’e getirilmesi ile bu son (üçüncü) meşrutiyet de son bulmuş oldu. Nitekim Mebusan Meclisi’nde ve basında Ekim 1919 öncesi için, meşrutiyet sayılamayacağını anlatmak için, “fasıla-i meşrutiyet” deyimi kullanılmıştır.
Mutlakıyete Dönüş doçentlik tezimdi. Onu 1975 yılında bitirdim. İlk başta mütareke döneminin siyasal tarihini yazmaya niyetliydim. Ne var ki kullandığım mikro-tarih yöntemiyle hem yazım uzun sürdüğü, hem de hayli uzun bir metin ortaya çıktığı için, dört yıl yerine bir yılın siyasal tarihini yazmakla yetinmek zorunda kalmıştım.
Mütarekenin kalan yıllarını diğer üç ciltte ele alacak, ikinci cildi, yani Son Meşrutiyet’i profesörlük tezim yapacaktım. Ama arada Jön Türkler ve İttihat ve Terakki kitabımı yazdığım için, bu kitaba ancak 1979 yılının sonunda (13 Aralık 1979) başlayabildim.
Derken iki şey oldu. Dört ciltlik Türkiye Tarihi’ni örgütleme işini üstlendim. Bu, hayli vaktimi alan büyük bir projeydi. Sonra YÖK çıktı. YÖK öncesi sistemde bir üniversite asistanının profesör olması için doktora, doçentlik, profesörlük olmak üzere üç tez yazması gerekiyordu. YÖK’le yalnızca doktora tezi kaldı, iki tezi kaldırdılar.
Üniversitede yükselmek için artık “yayınlar” gibi hayli esnek, yurtdışında yayımlanan kaynaklarda zikredilmek, başka bir üniversiteye gitme şartı gibi ilginç ölçütler getirilmişti. Oysa benim Mülkiye’den ayrılmaya niyetim yoktu. İşte bu nedenlerle bu ikinci cilt gecikti. *** Doçentlik tezimin bir nüshasını rahmetli Gündüz Ökçün’e vermiştim.
Tezi iade ederken bir eleştiride bulunmuş, metodoloji yok, demişti. Burada o eleştiriyi biraz olsun karşılamak istiyorum. Bu kitabı (ve 31 Mart Olayı’nı) yazarken kısa sayılabilecek bir zaman aralığına ait derlediğim büyük sayılabilecek bir bilgi yığınını alıp “kuyumcu gibi” işlemeye, “örücü gibi” örmeye çalıştım. Biraz iktisatçılara özenerek buna mikro-tarih diyorum.
Herhalde küçük-tarih de denebilir. Bu tanıma göre, uzun zaman aralıklarını alıp genel çizgileri ortaya çıkarmak, bunlar hakkında yorum ve kuramlar geliştirmek de makro ya da büyük-tarih oluyor. Genellikle ikincisiyle uğraşmak daha “şanlı” bir iş sayılmaktadır.
Ben de bunun daha önemli olduğuna katılıyorum. Ne var ki, küçük-tarih çalışmalarına dayanmayan büyük-tarih çalışmalarının temelsiz kaldığını, ayrıca küçük-tarihle biraz uğraşmamış tarihçilerin büyük-tarih yapmakta pek başarılı olamayacaklarını sanıyorum.
Gördüğümüz gibi, Damat Ferit hükümeti bir açmaz karşısında kalıp istifa etmek zorunda kalmıştı. 1 İtilaf devletleri Mustafa Kemal hareketinin kuvvetle bastırılmasına izin vermemişlerdi. Buna karşılık Sivas Kongresi’ne karşı Ali Galip-Muhittin Paşa suikastını hazırlayan bir hükümetin Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’yle bir uzlaşma yapabilmesine imkân yoktu.
Bu imkânsızlık değerlendirmesi Damat Ferit’ten kaynaklanmıyordu. O, 21 Eylül 1919’da Eskişehir ya da Afyon’a, Konya’ya kalabalık bir heyetle gidip Mustafa Kemal’le görüşmek istediğini İngiliz ve Fransız yüksek komiserlerine açıklamıştı.
İki gün sonra Paşa, herhalde Padişah’ın kendisini destekleyen bildirgesinin olumlu bir sonuca ulaşamaması üzerine, 2 bundan vazgeçmiş bulunuyordu. Bu sırada Kütahya ve Afyon arasında bir demiryolu köprüsünün tahrip edildiği haberi de gelmişti. 3 Daha sonra, 25 Eylül’de Damat Ferit’in daha gerçekçi bir girişimi oldu.
Abdülkerim Paşa’yı araya koydu, fakat bir sonuç çıkmadı. Mustafa Kemal’in Damat Ferit’le uzlaşmaya en ufak bir niyeti yoktu. Ali Galip – Muhittin Paşa fitnesi onun bu tutumunu haklı gösteriyordu. Birinci ciltte belirttiğim gibi, Vahdettin’in, Damat Ferit’in bu zorunlu istifası karşısında temelli olarak siyasal çizgi değiştirmeye kalkışması beklenemezdi.
Çünkü Vahdettin seziyordu ki Ali Galip – Muhittin Paşa komplosundan sonra, Anadolu kendisine ne denli saygı gösterir gibi yaparsa yapsın, bu geçici bir taktikten başka bir şey olamazdı ve fırsat bulurlarsa kendisini tahttan indireceklerdi.
Öte yandan, İngilizlerle yaptığı gizli anlaşmaya da güvenerek, Barış Konferansı kararlarının uygulanması sırasında İtilafçılar sayesinde Mustafa Kemal hareketini ezip dağıtabileceğini umabilirdi. Onun için Damat Ferit’in yerine, Mustafa Kemal’le uzlaşabilecek bir hükümeti işbaşına getirmesi, geçici ve oyalama niteliğinde bir siyaset değişikliğiydi.
Zaten İtilafçılar, Damat Ferit’in zora başvurma önerisini reddedip onu uzlaşma yolunda teşvik ettiklerine göre, onların da arzusu –ve belki de İngilizlerin el altından yaptıkları tavsiye– bu yönde olmalıydı. Ali Rıza Paşa hükümetinin aslında esaslı bir siyaset değişikliğini ifade etmediği şundan da bellidir ki, bizzat Sadrazam önceki hükümetin bir mensubuydu (Meclis-i Vükela’ya memurdu) ve o kabinenin çoğu üyeleri yerinde muhafaza edilmişlerdir. 4
Eski kabineden Damat Ferit Paşa, Mustafa Sabri Efendi, Süleyman Şefik Paşa, Adil Bey, Hamdi Efendi, Rauf Paşa ayrıldılar, Haydarizade İbrahim Efendi, Damat Şerif Paşa, Mustafa Reşit Paşa, Abdurrahman Şeref Bey, Mersinli Cemal Paşa girdiler.
Türkgeldi’nin anlattığına göre, Damat Ferit kabinesi içinde başlayan çekişmeler dolayısıyla kendisi 29 Eylül günü Vahdettin’e, kamuoyunun dört kişiyi istemediğini söylemiş, Padişah da bunlara Hamdi Efendi’nin de dahil olduğu yolunda cevap vermiş. 5 Demek ki, kurulan Ali Rıza Paşa hükümetinin “yeni” bir hükümet olmaktan çok, adeta Padişah’ın kurdurduğu ve öncekini esas alan “asgari tadili” bir kabine olduğu ortaya çıkıyor. 6
Ali Rıza Paşa kabinesine yeni girenlerin ise Saray Fırkası’nın ılımlı adamı Tevfik Paşa’nın kabinelerine girmiş İbrahim Efendi, Şerif Paşa, Mustafa Reşit Paşa oldukları gözden kaçmıyor. İlk bakışta Anadolu bakımından olumlu olarak değerlendirilebilecek yalnız Abdurrahman Şeref ile Cemal Paşa var. 7 Cemal Paşa, Cihan Savaşı’nın önde gelen komutanlarından biri olarak, Mustafa Kemal ve onun komutan arkadaşlarıyla iletişime girebilecek bir kimseydi ve onun için bu mevkie getirilmişti.
Fakat dikkati çeken nokta, Cemal Paşa’nın Anadolu hareketine, önce, katılmış olmasına rağmen, alınan kararlara aykırı olarak 1 Temmuz 1919’da Konya’dan kalkıp İstanbul’a gitmesiydi. Birinci ciltte işaret edildiği üzere, bunda ideolojik bir gerekçeden çok, kendisinin Mustafa Kemal’den kıdemli olması, yani Mustafa Kemal’in önderliğini çekememek gibi mesleki-kişisel bir etkenin payı olduğu akla geliyor.
Malta dönüşü Cevat Paşa gibi birçok subayın Milli Mücadele’de görev almasına karşılık, Cemal Paşa’nın görev almamış olması, bu ihtimale göre, bunu doğrulayan bir husus sayılabilir. Ali Rıza Paşa hükümeti hakkında bütün bu söylenenleri güçlendirecek tanıklığı Türkgeldi’de buluyoruz.
Türkgeldi, Ali Rıza’nın sadaretini garip bulmuş ve bayağı tepki gösterip onu Harbiye Nezareti’nde görmek istediğini belirtince, Padişah onu teselli için, “Bu hülleci bir kabine olacak! 8 Tevfik Paşa son fişeğimizdir.
Onu atiye saklamalıyız,” demiş. Türkgeldi’nin tepkisi Ali Rıza’nın zekâsı, çalışkanlığı, hatta uğurlu olup olmadığı ile ilgili olabilirse de, Türkiye’nin kaderini belirleyecek Barış Konferansı arifesinde hükümet başkanında diplomasi yetenek ve bilgilerinin gereğine işaret olabilir. Tevfik Paşa’nın çok iyi ve tecrübeli bir diplomat olduğu “eski Türk” çevrelerinde kabul edilmişti.
Nitekim Vahdettin de, sözlerinden sezilebileceği gibi, herhalde Barış Konferansı evresi için onu düşünüyordu. Demek ki Ali Rıza hükümeti bir ara hükümetti ve en önemli, belki biricik görevi Mustafa Kemal hareketini yumuşatıp, bu yoldan mümkünse dağıtmaktı. Ali Rıza Harbiyeli, yaşlı askeri bir paşa olarak tam bunu yapabilecek kimseydi. Mersinli Cemal Paşa da Mustafa Kemal’in kuşağına daha yakın, fakat yine de ondan kıdemli biri olarak bu konuda çok yardımcı olabilecek durumdaydı.
Vahdettin’in Ali Rıza’yı göreve getiren Hatt-ı Hümayun’unda halkta “bir müddetten beri” görülen bölünme ve anlaşmazlığın “sui tefehhüm” yüzünden artmakta olduğu, bunun giderilmesinin ve birliğin sağlanmasının, hükümet ve düzenin yerleştirilmesinin, bir de seçimlerin bir an önce yapılıp Mebusan’ın toplantıya çağrılmasının “matlubı kat’imiz” olduğu belirtiliyordu. 9