“Her ne düşünüyorsak oyuz. Her ne olursak düşüncelerimizle oluruz. Düşüncelerimizle dünyayı kurarız. Kim ki saf düşünceyle konuşmaz veya hareket etmez, arabayı çeken öküzün ayak izlerini takip etmesi gibi tekerlerin, takip eder onu ıstırap.”
“Doğu Bilgeliği Dizisi”, Doğu öğretileri üzerine yazılmış inceleme, araştırma ve yorumların yer verildiği, bir yandan da çevirisi mümkün olduğu ölçüde bu öğretilerin yer aldığı kaynak metinlerin çevirilerinin yayınlandığı bir dizi olacak.
Bu ilk kitap ise, bir giriş kitabı olarak aynı zamanda, bu öğretilerin anlaşılmasında dikkat edilecek hususları toplu olarak ele aldığından ötürü dizinin bütün kitapları için istifade edilebilecek bir kılavuz kitap. Dolayısıyla bu hüviyetiyle kitap bir yandan mümkün olduğu kadar doğu öğretilerinin genel karakteristiklerine topluca işaret etmekte, bir yandan da muhtemelen başka özelliklere aşinalıklar veya alışkanlıklar sebebiyle bu öğretilerin anlaşılmasında karşılaşılabilecek güçlükler ve bunların nasıl aşılabileceği meselesi üzerine eğilmektedir.
Bunlar gerçekte bütün çağlarda ve ülkelerde bütün insanların düşünceleridir ve benim için özgün değillerdir.
Walt Whitman
I
İnsani varoluşunun tarihselliği kuşkulu olsa da tarih boyunca, isimleri etrafında mitoslara özgü gerçekliğin daha yüksek saygınlığı toplanmış olan Orpheus, Hermes, Buda, Lao-tzu ve Mesih gibi muallimler vardı.Tıpkı Plotinos, Augustinus veya Eckhart gibi Şankara da, her ne kadar hayatı hakkında nispeten az şey biliyorsak da, kesinlikle insanlar arasında bir insandı. Şankara MS 9. yüzyılın ilk yarısında Güney Hindistan’da Brahman bir ailede dünyaya geldi ve hâlâ yaşayan bir manastır sistemi kurdu. On sekiz yaşında bir Govinda’nın ve Govinda’nın kendi hocası ve Upanişadlar üzerine bir incelemenin yazarı olan Gaudapada’nın talebesi olarak bir samyasin, “gerçek anlamda yoksul kimse” oldu. Şankara Benares’i ziyaret etti ve on iki yıl boyunca burada Brahma Sutra üzerine ünlü tefsiri yazdı; Upanişadlar ve Bhagavad Gita üzerine tefsirleri daha sonra kaleme aldı. Hint dünyasında büyük bilgelerin hayatının çoğu Hindistan’da gezip dolaşarak ve tartışmalara katılarak geçmiştir. Otuz ila kırk arası bir yaşta öldüğü anlaşılmaktadır. Onun hayatındakiler gibi geziler ve tartışmalar Hindistan’a özgü yerleşmiş geleneklerdi; nasıl ki yüzyıllar boyunca Latince Batı’da lingua franca idiyse, şimdi olduğu gibi onun zamanında da Sanskritçe lingua francaydı, ve herkese açık tartışmalar o kadar genel bir kabul görmüştü ki gezici öğretmenlerin ve tartışmacıların münazaraları için yapılmış salonlar neredeyse her sarayda vardı.
Şankara’nın ismiyle birlikte anılan geleneksel metafizik ya Vedanta, ya Atmavidya ya da Advaita diye bilinir. Bu isimlerden ilki Upanişadlar’da geçer ve aynı zamanda hem “son bölüm” hem de “nihai, mutlak anlam “olarak”Vedaların Sonu”; ikincisi gerçek”ben” veya “ruhî öz”ün bilgisinin yer aldığı öğreti; üçüncüsü de, bir yandan ikiliği reddederken, diğer yandan birliğin doğası hakkında hiçbir olumlu ifade kullanmayan, bu sebepten ötürü hiçbir surette bizim tekçiliğimize [monism] ya da tümtanrıcılığımıza [pantheism] kıyasla düşünülmemesi gereken “ikici olmayan” anlamına gelir. Marifet ya da irfan{2} bu metafizikte öğretilir.
Şankara hiçbir anlamda yeni bir dinin veya felsefenin kurucusu, kâşifi, ya da yayıcısı değildi; bir yorumcu olarak onun büyük eseri Veda öğretisinin birlik ve bütünlüğünün gösterilmesine ve görünürdeki çelişkilerin içlerinde ortaya konulan bakış açılarıyla farklı ifadelerin irtibatlandırılması yoluyla açıklanmasına dayanır. Bilhassa ve Avrupa Skolastikliği ile aynı şekilde birbirini tamamlayıcı nitelikte olan iki Tanrı yaklaşımını—ki bunlar olumlayıcı ve yadsıyıcı{3} teolojinin yaklaşımlarıdır—birbirinden ayırdı. Olumlama yoluyla ya da izafi bilgiyle, her türlü eksiklik ve noksandan tenzih edilerek, Yüce Varlığa nitelikler izafe edilir; selb ya da yadsıma yoluyla ise ondan her türlü nitelik uzaklaştırılır. Buda’nın olduğu gibi Şankara’nın yönteminin de temelini oluşturan Upanişadların ünlü “değil, değil”i—başka birçokları gibi Dante’nin de dile getirdiği— hakikatin kabulü üzerine oturur: discursive / gidimli düşüncenin erişim alanının ötesinde olan ve selb ya da yadsıma yoluna gidilmedikçe anlaşılamayan şeyler vardır.
Şankara’nın üslubu ne kadar giriftse o kadar özgün ve güçlü bir üsluptur. Burada onun Bhagavad Gita üzerine yorumundan bir pasaj zikredeceğim. Bu bizi Vedanta’nın merkezi sorunuyla, yani gerçekten “ben” olan şeyin—ve sadece bizim düşünce tarzımıza göre değil—ayırt edilmesi meselesiyle tanıştırma imkânına da sahiptir. “Nasıl olur da”, diye sorar Şankara, “bu hocalar sıradan insanlar gibi ‘ben falancayım ‘ve’ ‘Bu benim’ derler? Dinle: bunun nedeni şudur: onların bilgi dedikleri şey bedeni ‘ben’leri{4} olarak düşünmelerine dayanır.” Brahma Sutra üzerine Yorumunda sadece Sanskritçe dört sözcükle, bilen, eyleyen ve bir bedenden diğerine göç eden şey olarak içimizdeki içkin [her yerde mevcut] ruh öğretisini açıklar. Bu Hint metafiziğinde en eski zamanlardan bugüne gelmiş yegâne tutarlı içkin Ruh öğretisidir.
Şankara’nın yorumlarının altında yatan metafizik literatür esas itibariyle Brahmanalar ve onların Upanişadları ile birlikte Dört Veda’dan—ki bunların hepsi MÖ 500’den önceki döneme ait vahyedilmiş kutsal metinler olarak kabul edilir—ve Bhagavad Gita ile Brahma Sutra’dan—ki Hıristiyan takviminin başlangıcından önceki bir döneme tarihlenir— oluşur. Bu kitaplardan Vedalar ayinlerle ilgilidir, Brahmanalar törenlerin açıklamasını içerir, Upanişadlar da ayin ve törenler için tartışmasız doğru olarak kabul edilen Brahma-öğretisine ya da Theologia Mysticaya ayrılmıştır. Brahma Sutra, Upanişad öğretisinin yoğunlaştırılmış özeti, Bhagavad Gita da düşünsel olmaktan çok faal, hareketli bir hayat{5} süren kimselerin anlayışına uyarlanmış bir açıklama yahut yorumdur.
Açıklamaya çalışacağım birçok sebepten ötürü Vedanta’yı yorumlamak çağdaş bir “düşünür”ün, hatta Platon veya Aristoteles gibi düşünürlerin kişisel görüşlerini yorumlamaktan çok daha güçtür. Ne günlük İngiliz konuşma dili, ne modern felsefe ya da psikoloji dili bunun için bize uygun ve yeterli bir söz dağarcığı sunar, ne de modern eğitim bize rahat iletişim için elzem olan fikri ve zihni bir arka plan sağlar. Bu sebepten ötürü sanki yüksek matematiğin tabirleriyle konuşuyormuş gibi, tamamen simgesel, soyut ve teknik bir dil kullanmak zorunda kalacağım; Emile Mâle’nin Hıristiyan simgeciliğinden “birçok karmaşık parçadan oluşan bir sistem”, bir nevi “değişkenler hesabı” diye söz ettiği hatırlardadır. Bunun şu faydası var: anlatılmak istenen konu ve kullanılacak simgeler ne kadar Greklere veya İslam’a, Mısır’a ya da Hıristiyanlığa özgü ise o kadar
Hint düşünce sistemine özgüdür.
Genel olarak metafizik görsel simgelere (sözgelimi haçlar ve daireler) ve her şeyden evvel ışık ve güneş sembolizmine başvurur—bütün dünyada hiçbir duyu objesi, Dante’nin söylediği gibi, “Tanrı için kullanıldığında maksadı bunlardan daha iyi ifade etmez”. Fakat aynı zamanda esas ve cevher, imkân ve fiil, örnek alınacak benzerlik, üfleme ve soğurulma,{6} sınırlı sonsuzluk, form / suret ve araz gibi teknik tabirler de kullanacağım. Ruhgöçü, tenasüh ve yeniden bedenlenmeden{7} ayırt edilmelidir. Keza ruhu da nefisten ayırt etmemiz gerekecek. Belli bir Sanskritçe sözcüğü bizim nefis veya can sözcüğümüzle karşılamanın uygun olup olmadığı konusunda bir fikir sahibi olmazdan önce nefis{8} sözcüğünün Avrupa geleneğinde ne kadar çok değişik anlamlarda kullanıldığını; hangi tür nefislerin “kurtarılabileceğini”; eğer talebesi olacaksak Mesih’in hangi tür nefisten nefret etmemizi istediğini; Eckhart’ın nefisin “kendisini öldürmesi” gerektiğini söylerken hangi tür nefisten söz ettiğini bilmemiz gerekir. Sonra Philon’un “nefisin nefisi” ile kastettiği şeyi bilmemiz gerekir; “hayvan”{9} sözcüğü harfi harfine “nefis sahibi”anlamına gelirken hayvanları nasıl”nefissiz”olarak düşünebileceğimizi sormamız gerekir. Özü varoluştan ayırt etmemiz gerekir. Nihayet “birdenbire”, “derhal”, “elan” gibi sözcüklerin tam ve özgün anlamlarını ifade etmek için “her daim şimdi”{10} gibi bir sözcük uydurmak zorunda kalabilirim.
Hindistan’ın kutsal metinleri çoğumuz için sadece, metafizikten çok dil alanında eğitim görmüş bilginlerin yaptığı çeviriler sayesinde ulaşılabilir durumdadır; ve zihinleri esas itibariyle doğa-bilimcilerin ve antropologların varsayımlarıyla yoğrulmuş bilginlerce yorumlanıp açıklanmaktadır—daha doğrusu çeşitli bahanelerle açıklama adı altında [asıl anlamlarından] saptırılmaktadır. Bunlar zihnî-fikrî kapasiteleri bizzat kendi gözlem güçleri tarafından öylesine engellenmiş bilginlerdir ki artık gerçeği görünüşten, metafiziğin manevi güneşini kendi tecrübelerinin maddi güneşinden ayırt edemezler. Bunlar bir tarafa, Hint edebiyatı ya esas ilgileri ve dikkatleri içerdikleri öğretilerin yanlışlığını ve saçmalığını göstermeye yönelmiş olan Hıristiyan misyonerlerce ya da en iyi niyetlerle dahi yola çıktıklarında öğretileri karikatürleştirmiş, hatta daha da kötü sonuçları doğurmuş olan teozofistlerce araştırılıp açıklanmıştır.
Ayrıca bugünün eğitimli insanı kadim Avrupa düşünce tarzlarıyla ve Hıristiyan öğretisinin düşünsel boyutlarıyla bütünüyle bağını koparmıştır, ki bunlar Veda geleneklerine en yakın öğretilerdi. Günümüzün Hıristiyanlığına dair bir bilginin bu konuda pek bir yararı olmayacaktır, çünkü zamanımızın aşırı duygusallığı{11} bir zamanlar—yararcı bir hümanizmden zar zor ayırt edilebilecek— saf ahlak karşısında metafizik / irfanı bir öğretinin ifade ettiği şeyi zayıflatmıştır. Bir AvrupalInın, hiç olmazsa, bir Hintlinin bakış açısından, Dante bir tarafa bırakılacak olursa, bütün Avrupa’nın en büyükleri olarak kabul edilebilecek Platon, Philon, Hermes, Plotinos, İnciller (özellikle Yuhanna), Dionysius, ve son olarak Eckhart hakkında bir bilgi ve anlayış edinmedikçe Vedanta araştırması için uygun bir şekilde hazırlandığını söylemek çok zordur.
Bugün sözcüğün yaygın olan anlamında Vedanta bir “felsefe” değildir, belki sadece Philosophia Perennis deyiminde kullanılan anlamda ve ancak Hermetik “felsefe”yi ya da Boethius’un teselli bulduğu “Bilgelik”i aklımızda tuttuğumuz kadarıyla felsefe olarak anlaşılabilir. Modern felsefeler kapalı sistemlerdir, diyalektik yöntemini kullanırlar ve karşıtların karşılıklı olarak birbirlerini dışladığını doğru olarak kabul ederler. Modern felsefede şeyler ya öyledir ya böyle; Philosophia Perennis ya da kadim felsefede böyle bir şey bizim bakış açımızın sonucudur. Metafizik, bir sistem değil fakat tutarlı bir öğretidir; o sadece koşullu sınırlı ve niceliksel tecrübeyle değil fakat külli imkânla ilgilidir. Bu yüzden o belli bir dünyada gerçekleşebilecek imkânlar bütününü olduğu kadar, ne tezahür imkânına sahip ne de herhangi bir anlamda salt biçimsel [sûrî] olan imkânları göz önünde bulundurur. Metafiziğin mutlak gerçekliği bütün karşıtların, hatta varlık ve varlık-olmayan karşıtlığının eriyip çözüldüğü Yüce Ayniyettir;{12} karşıtların “dünyalar”ı ve “tanrılar”ı kendi ötesine işaret eden simgesel varlıklar düzeyidir; bunlar ne mekân ne münferit varlıktır, içimizde gerçekleşmesi mümkün olan varlık durumlarıdır.
Filozofların dünyanın mahiyeti hakkında kişisel teorileri vardır; “felsefi disiplinimiz öncelikle bu görüşlerin ve onların tarihsel ilişkilerinin geçmişiyle ilgili bir araştırmadır. Daha önceki teorileri daha ileri götürebilme şansına sahip olsun diye yetişmekte olan filozofun kendisine ait görüşlere sahip olmasını teşvik ederiz. Philosophia Perennis’ın yaptığı gibi, Hakikati temelli olarak bilme imkânını kafamızda canlandıramayız; bu hakikate bürünmeyi bir hedef olarak önümüze koymayı ise daha da az düşünürüz.
Metafizik “felsefe”ye ezeliliği, ebediliği, evrenselliği ve değişmezliği nedeniyle”perennial”{13} deriz;o Augustinus’un “hep nasılsa şimdi de öyle olan ve öyle kalacak olan yaratılmamış bilgeliği”dir; onun da söylediği gibi ancak Mesih’in gelişinden sonra “Hıristiyanlık” diye adlandırılmaya başlamış olan şeydir din. Başlangıçta vahyedilmiş olan zımnen bütün hakikati içerir; gelenek inhirafsız aktarıldığı, bir başka söyleyişle, öğretmen ve talebeler zinciri kırılmadan muhafaza edildiği sürece ne tutarsızlık ne de yanlış mümkündür. Buna karşılık öğretinin anlaşılışı sürekli olarak yenilenmelidir; bu sadece sözcüklerle ilgili bir mesele değildir. Öğretinin tarihinin olmaması hiçbir surette onun ilke ve düsturlarının sürekli açıklanması, başlangıçta icra edilen törenlerinin zamana uyarlanması, ilkelerinin sanat ve bilimlere tatbiki imkânını hatta zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. İnsanlık başlangıçtaki kendi kendine yeterliliğinden ne kadar uzaklaşırsa böyle bir tatbikat için zorunluluk da o ölçüde artar. Bu açıklama ve uyarlamalar bakımından bir tarih mümkündür. Böylece başta işitilmiş olan ile “hatırlanmış olan” arasında bir ayrım yapılır.