Her insan içinde bir oda taşır. Bunu işitme duyusuyla bile kanıtlamak mümkündür. Diyelim ki gecedir, dört bir yanda sessizlik hüküm sürerken biri seri adımlarla ilerlemektedir; bir kulak kabartan çıkarsa, duvara tam tutturulmamış bir aynanın takırdamasını işitebilir örneğin.
İçeriye göçmüş göğsü, dışarıya fırlamış omuzları, sarkmış kolları, güç bela oynatabildiği ayakları, belli bir noktaya sabitlenmiş bakışlarıyla orada dikilip duruyor. Bir ateşçi. Kömürü küreyip ocağın alev kusan ağzına boşaltıyor.
Fabrikanın yirmi avlusunu kimseye gözükmeden sessizce geçmiş çocuk yaklaşıp önlüğünü çekiştiriyor. “Baba,” diyor çocuk, “çorbanı getirdim.” Aşağıdaki kış toprağından daha mı sıcak burası? Çevredeki her şey aklar içinde yükselirken, kara olan tek şey kömür kovam.
Önceden yukarılardaydım, şimdi en dipteyim; beni kuşatan tepelere başımı kaldırıp baktığımda boynum kopacak gibi oluyor. Donmuş beyaz zemin üzerinde çoktan geçip gitmiş kayakçıların izleri görülüyor yer yer.
Ayaklarımın ancak birkaç santim gömülebildiği kalın kar tabakasında küçük kutup köpeklerinin ayak izlerini takip ediyorum. Binicilik anlamsız artık; atımdan inip kovamı omzumda taşıyorum. [3] S. W. [4] Beethoven kitabı için müteşekkirim.
Schopenhauer’i okumaya bugün başlıyorum. Ne büyük bir yapıt: Zarafette eşi olmayan eliniz, gerçeği derinden kavrayan o keskin bakışınız, sanatçı ruhunuzun temelinde saklı kalmış denetim altındaki yangın ve akıllara durgunluk verecek engin bilginizle böylesi nice anıt dikeceğinizi umuyorum, bu anıtları görmek benim için dile getirmesi güç mutluluk vesileleri olurdu.
Yaşlıyım, şişmanım, kalbimde ritm bozukluğundan kaynaklanan can sıkıcı bir ağrıyla divanda uzanmışım, öğle yemeği sonrası mahmurluğunda tarihi bir kitabı karıştırıyorum. Hizmetçim içeri girdi, iki parmağını öne büzdüğü dudaklarının üzerine koydu, bir ziyaretçim olduğunu bildirdi.
“Kimmiş bu?” diye sordum, tam ikindi kahvemi keyifle yudumlayacakken bir ziyaretçinin çıkagelmesi canımı sıkmıştı. “Bir Çinli,” diye yanıtladı hizmetçim, dışarıdaki ziyaretçi duymasın diye gülmesini tutmaya çalışıyor, olanca gücünü harcıyordu.
“Bir Çinli ha? Beni görmeye mi gelmiş? Bir de Çinli gibi giyinmiş olsa bari!” Hizmetçi gülmemek için hâlâ çaba harcayarak başını evet anlamında salladı. “Hele bir adımı söyle ona, sonra sor bakalım, gerçekten aradığı ben miyim? Yanda oturanlar bile beni tanımazken kalkıp Çin’den ziyaretçim gelsin, olacak iş değil!”
Hizmetçim parmaklarının ucunda yaklaşarak fısıldadı: “Elinde yalnızca bir kartvizit var, üzerinde sizin tarafınızdan kabul edilmesini rica eden bir not yazan kartvizit. Bir sözcük olsun Almanca bilmiyor, hiç anlamadığım bir dilde bir şeyler geveleyip duruyor. Kartviziti elinden almaya korktum doğrusu.”