Çocuk

Tom’un İnanılmaz Maceraları – Sırlar Müzesi

tomun inanilmaz maceralari sirlar muzesi henry chancellor

Ama fazla heyecanlanmayın. Burası eski püskü, doldurulmuş hayvanlar ve işe yaramaz bir sürü çöple dolu, buz gibi soğuk ve köhne bir yer. Artık kimse ziyarete gelmediği için müzenin günleri de sayılı.

Ama Tom yaşamak için buraya gönderildiğinde, bu müzenin göründüğünden çok daha fazla şey barındırdığını fark etti. Doldurulmuş hayvanlar pasaklı ve güve yenikleriyle dolu olabilir, ama inanılmaz bir sırları var.
Tom onların yaratıldığı zamana, bir asır geriye gidip geri dönebileceğini keşfettiğinde, akla hayale gelmeyecek dehşetli olaylarla dolu bir maceraya başlar…

Zamanın içinde yaptığı bu nefes kesici yolculukta Tom’a katılın ve Kral Edward dönemindeki bir buz panayırından Moğolistan çöllerine, hatta balta girmemiş Hint ormanlarına uzanan serüvenin tadını çıkarın…

***

LOUIS, INIGO VE ESME’YE

GİRİŞ

ŞU ANDA, DÜNYANIN DİĞER UCUNDA

Tosontsengel Vadisi’ne aniden gece çöktü. Cip, bütün gün boyunca ardı arkası kesilmeyen bir dizi tepenin üzerinde bir o yana bir bu yana sallanıp durmuş, nihayet bir tanesinin üzerinde zar zor durduğunda, hemen arkasından bir tane daha ve bir tane daha tepe belirmişti. Akşama doğru yol, batıya doğru giden geniş bir vadiye açılmıştı. Güneş batmaya başladığında dağların pürüzsüz tarafları portakal renginde parıldıyor, aşağılarındaki karanlık çam ormanları ise mora çalıyordu.

“Orada, orada. Güzel görünüyor.”

Cip durdu. Kirli sakallı, sarışın ve uzun boylu bir adam elini gözlerine siper ederek ormanın kenarındaki, güneşin son ışınlarının ortaya çıkardığı alev rengindeki ağaçlık tepeyi işaret etti.

“Bir şey görüyor musun?” diyen bir ses duyuldu arkadaki koltuktan.

Epey zayıf olan adam cevap vermek yerine dürbününü kaldırarak parlak tepenin üzerindeki, devrilerek ormanın içinde uzun ve gri bir kesik oluşturmuş çökük çam ağaçları dizisine baktı. Orası mükemmel bir noktaydı.

“İşte bu.”

Devrik ağaçları işaret ettiğinde, gri pejmürde bir kürke sarınmış tıknaz Moğol şoför cevap olarak bir şeyler geveledi. Cip tozlu yoldan sallanarak geçip bayırın yukarısına doğru yol aldı.

Ağaçların bittiği yere ulaştıklarında güneş batmıştı. Batılı adam acı içinde arabadan çıkıp gerindi, dakikalar sonra arka kapı vuruldu ve adamın yanına ufak tefek, kurnaz görünümlü, koyu renk gözlüklü Çinli bir adam geldi. Çinli adam arkalarındaki ormana bakıp onaylarcasına gülümsedi.

“Heyelan. İyi yer seçtiniz Bay Scatterhorn.”

.

“Teşekkür ederim.”

“Bu gece şansımızın yaver gideceğini düşünüyorum.”

“Bunu dün gece de söylemiştiniz.”

Çinli adam yeniden gülümsedi ama Sam Scatterhorn bu kez karşılık vermedi. Bütün gününü o cehennemi andıran cipin içinde oradan oraya savrularak, şoförün kekremsi ter kokusunu koklayarak geçirmiş, kafası çatıya çivilenmiş yastıklara çarpıp durmuştu. Çok yorgun ve gergindi. Üstelik Bay Wong’un bitmez tükenmez nezaketi de sinirlerini bozmaya başlamıştı. O gülümsemenin ardında hiç de hoş olmayan bir şey vardı…

“O halde işe koyulalım,” diye mırıldandı bıkkınlık içinde. Cipin içinden küçük bir çanta ve ince metal bir çubuk çıkardı. “Belki şans başka zaman yüzüme güler.”

“Endişelenmeyin Bay Scatterhorn,” diyerek gülümsedi Wong, ‘sizi almadan gitmeyeceğiz.”

Sam Scatterhorn homurdandı. “Ben de öyle düşünmüştüm.” Wong’un gülümsemesini görmezden gelip kayaların üzerinden ormana doğru ağır ağır yürüdü.

Wong sigarasını yakıp derin bir nefes alırken, “Sersem yabancı,” diye kendi kendine söylendi. Bu adam kendini şanslı saymalıydı. Şu anda Moğolistan’dan bu denli uzakta olmak için her şeyini vermeye razı olacak bir sürü insan vardı. Sam Scatterhorn hiç kimseydi. Wong onu ucuz bir otelde, bir dilenci gibi yaşarken bulmuştu. Hapisten henüz yeni çıkmıştı ve bir mikroskop dışında ne parası, ne de giysisi vardı. Wong onun kanundan kaçan biri olduğunu, kaçarken hızlı para kazanmanın yollarını aradığını ve sonra kaybolduğunu düşünüyordu – Wong bu tiplerle daha önceden de karşılaşmıştı. Birçok kez. Ama bu ‘Bay Scatterhorn’ -her kimdiyse- karşılaştıklarının en iyisiydi. Wong boğazını temizleyerek sert bir şekilde yere tükürdükten sonra kendi kendine gülümsedi. Bir fil kadar sabırlıydı: ne kadar sürerse o kadar bekleyebilirdi. Scatterhorn eninde sonunda aradıklarını bulacaktı. Bulması gerekiyordu. Ve eğer sorun çıkarmaya karar verirse, o halde bu bakir doğanın içinde kaybolması çok kolaydı. Kazalar sık sık olurdu. Kimse onu özlemezdi, değil mi?

Wong, çoktan eski bir askeri yemekhane çadırını kurmaya koyulmuş olan asık suratlı şoföre emir vererek cipe geri döndü ve uydu telefonunu aldı. Kaputun üstündeki anteni uzatıp sigarasını söndürdü ve bağlantı beklemeye başladı.

.

Güneş artık gözden kaybolmuş, vadi tabanına mor bir gölge yayılmıştı. Serin ve karanlık ormanda tırmanan Sam Scatterhorn açık bir alana ulaştığında durdu, bir ağaca yaslanarak biraz dinlendi. Gözlerini kapayarak derin derin nefes aldı, havadaki ağır çam kokusunu içine çekti. Sonunda kendine gelmeye başlamıştı. Çekirgeler etrafında vızıldıyor, uzaklarda bir yerlerde bir ağaçkakanın çıkarttığı takırtıları duyuyordu. Dolunaya bakarak kendi kendine gülümsedi; sihirli saat. Bu, günün en sevdiği zamanıydı.

Sonra birden buraya neden geldiğini hatırladı. Etrafındaki devrik ağaçlara uzman gözüyle baktı, çubuğuyla çürümüş kütükleri dürterek yaprakları sıyırıp ters yüz etti. Aradığını bulmasına çok az kalmıştı. Düşen bir ağaç gövdesinin önünde eğildiğinde yumuşak ve beyaz odunun içinde küçük bir delik gördü. Çakısını alıp deliğe soktuktan sonra bıçağını dikkatlice geri çekti. İşte, bıçağının ucunda sallanan tombul, beyaz ve yaklaşık dört santimetre uzunluğunda bir kurtçuk vardı.

Lamprima adolphinae,” diye fısıldadı kendi kendine. Bu iyiye işaretti. Yaratık rahat deliğinden çıkartılmaktan hoşlanmamış ve gelişigüzel kıpırdanmaya başlamıştı.

Sam Scatterhorn usulca, “Tamam, tamam,” diye fısıldadı, kurtçuğu yumuşak ve etli yuvasına geri soktu.

Dizlerinin üzerine çöküp dikkatlice ayaklarının etrafındaki kırmızı toprağı eşeledikten bir süre sonra altın sarısı ve siyah renkte bir ışıltı gördü. İşte oradaydı. Temkinli bir şekilde yaprağı kaldırdığında altında yetişkin erkeği buldu. Bu altın Papua makaslı böceğiydi, dengeli ve hareketsiz bir şekilde altı siyah bacağının üzerinde duruyordu. Bedeni orman gölgesinin üzerindeki koyu mavi gökyüzünü yansıtan altın renginde cilalı bir tabakaydı ve başının her iki tarafındaki iki pembe iğneli alt çene ağaçların tepelerine doğru bükülmüş, her an bir şey kapmaya hazır duruyordu. Sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi büyüleyiciydi. Sam Scatterhorn bir anlığına, yıllar önce küçük bir çocukken evinin yukarısındaki koruda hayatının ilk böceğini bulduğunda hissettiklerinin aynısını hissetti.

“Sen kocaman genç bir adamsın, değil mi?” dedi sessizce, böceğin sırtındaki sert, altın renkli kabuğu okşayarak. Yavaşça çantasından başka bir kutu aldı. Metal çubuğunun ucundaki yaratığı pratik bir el hareketiyle kaldırdı, tek harekette kutusunu üstüne geçirip kapağını kapattı.

“Benimle geliyorsun,” diyerek gülümsedi, kutuyu parmağıyla okşayıp dikkatlice çantasına geri koydu. “Şimdi, Bay Wong için başka bir arkadaşın var mı?”

.

Sam Scatterhorn kampa geri döndüğünde hava kararmıştı. Bay Wong ateşin yanında oturuyordu ve ağaçların arasından çıkan uzun boylu batılı adamı görür görmez iyi haberleri duyma hevesiyle hemen havaya sıçradı. Ama Sam Scatterhorn’un aksi yüz ifadesinde başka bir şey vardı. Wong kendini kontrol ederek yeniden oturdu, nazikçe çantasını yere koyup matarasından upuzun bir yudum alan Sam’i izlemeye koyuldu. En sonunda Wong kendini daha fazla tutamadı.

“Kaç tane?” diye sordu. Sam Scatterhorn onu duymazlıktan geldi. “Bir mi? İki mi? Dört mü? Kaç tane Bay Scatterhorn?”

Sam Scatterhorn avucuna su alıp yorgun gözlerini ovuşturdu.

Dumanı tüten pirinç kâsesinin yanına çökmüş olan şoför göz ucuyla Wong’u seyrediyordu. Yabancı bir şey bulmuştu ve Wong öfkesini kontrol etmeye çalışıyordu. Bu iyi bir şeydi.

“Hiç mi yani?” diye söylendi Wong.

“On iki tane,” diye cevapladı Sam Scatterhorn sakince.

“On iki mi!”

Wong, Sam Scatterhorn’un bulduklarına bakmak için hızla çantaya yöneldi. İçinde on iki uzun kâğıt kutu vardı, hepsi yığılmış ve özenle etiketlenmişti. Bir tanesini açıp dikkatli bir şekilde altın makaslı böceği avucunun içinde salladı. Wong’un nefesi kesilmişti. Bu, hayatında gördüğü en büyük makaslı böcekti. Bir finans müdürü gözüyle ateşin ışığında parlayan iğneli alt çenesinin genişliğini ölçtü.

“Bu şampiyon bir dövüşçü olabilir,” dedi usulca. “Hepsi bu boyda mı?”

“Bazıları daha bile büyük. Buradaki şartlar mükemmel.”

.

Wong aklından hızlıca hesap yaptı. Tokyo’da böcek güreşi önemli bir işti ve bütün dünyadaki şampiyon böcekler olağanüstü paralar kazandırıyordu. Uzunluklarının her milimetresi değerlerine yüzlerce dolar katıyordu. Ve şimdi on iki tane dövüşçü böcekleri vardı! Bu çanta elli, hatta yüz bin dolar değerinde olabilirdi. Kahkaha atmamak için kendini zor tuttu: Büyük ikramiye onlara çıkmıştı ama nasıl kötü bir anlaşma yaptığını anlamasın diye duygularını yabancının önünde çok fazla göstermemesi gerekiyordu.

Wong böceği dikkatlice kutusunun içine geri koyarken, “Bence küçük bir kutlama gerek,” dedi. “Son sake şişesine ne dersiniz?”

Zoraki bir gülümseme Sam Scatterhorn’un yapabileceği tek şeydi.

“Bu daha iyi,” diyerek sırıttı Wong. “Biliyor musunuz, daha sık gülümsemelisiniz. Size iyi gelecektir.”

.

Kaçınılmaz koyun eti ve pirinç Wong’un ucuz sakesiyle yıkandıktan sonra Sam Scatterhorn uyku tulumunun içinde, ateşin yanına yatıp ısındı. Wong’un endişelenmesine gerek yoktu, ne denli kötü bir anlaşma yaptığının zaten farkındaydı. Ama nadir bulunan makas böceklerini aramak için bu korsanlara Moğolistan’ın ıssızlarında eşlik etmekten başka bir seçeneği yoktu. Wong’un kazandığının yalnızca onda birini görmüş bile olsa, yine de buna değerdi. Bu gece bulunan böceklerin parası ona birkaç ay daha yeterdi ve aradığı şeye de yaklaşıyordu, bunu hissediyordu. Her geçen gün daha çok yaklaşıyordu… Sam Scatterhorn sırtüstü yatıp, çam ağaçlarının üzerinde parıldayan engin gök kubbedeki Samanyolu’na baktı. Bay Wong’un böcek dövüşlerini Tokyo’nun arka sokaklarındaki barlarda yapması hiç umurunda değildi. O, vahşi doğanın içine çok daha önemli bir amaç uğruna gelmişti. Ama bu onun sırrıydı…

Gün batımında durulan rüzgâr şimdi yeniden çıkmış, vadinin içinde hızla esiyordu. Hava soğuktu. Yüzü ateşe dönük olsa da, Sam Scatterhorn uyku tulumunun içine sızan ve sırtına değen buz gibi soğuk havayı hissediyordu. Wong çadırın içinde horluyordu. Şoför de körkütük sarhoş bir şekilde çadırın içinde, yerde sızıp kalmıştı. Yemeğini yediği ve günlük votkasını içtiği sürece, böcek bulup bulmamaları umurunda değildi. Sam Scatterhorn onlara katılacak bir ruh halinde olmadığı için şapkasını kulaklarına kadar çekip uyku tulumunun daha derinlerine sokuldu. Tıpkı bir kurtçuk gibi.

.

Uyandığında saat gece yarısını vurmuş olmalıydı. Rüzgâr artık dondurucu bir hal almıştı ve hava dışarıda uyumak için fazla soğuktu. Çadıra, Wong’un yanına girmekten başka seçeneği yoktu. Sam Scatterhorn sessizce lanetler yağdırarak uyku tulumundan çıkıp bağcıklarını bağlamadan çizmelerini giydi. Karanlığın içinde yalpalayarak kısacık bir mesafe gitmişti ki, artık çalıların üzerinde yürümediğini fark etti. Yer çizmelerinin altında, tıpkı bir buz kütlesi gibi çatırdayarak kaydı. Ne tuhaftı. Başındaki feneri açıp eğildiğinde, vadiye doğru inen uzun bir sıra böceğin ortasında durduğunu gördü. Sayıları on binleri bulmuş olmalıydı.

“Hah,” diye bağırdı Sam Scatterhorn, başını kaşıyarak. Bu olağanüstüydü. Heyecanlanarak parmak ucunda sıranın uzağına çekilerek eğildi ve dikkatli bir şekilde kalabalığın içinden bir tanesini çekip aldı. Tepinen yaratığı ışığa tuttuğunda şaşkınlığını bastıramadı -bu daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu. Böcek çok uzundu, neredeyse yirmi santimetreydi ve bedeni koyu mavimsi bir zırhın içine gömülmüş bir çakıl taşına benziyordu. Alt çenesinin yerinde, tıpkı bir akrebinkini, büyük siyah bir akrebinkini andıran keskin küçük kıskaçları vardı. Pandinus imperator; imparator akrep… Sam Scatterhorn’un zihninde düşünceler uçuşmaya başladı… Bu böcek Afrika’da yaşardı ve zaten akrepler eklembacaklılar familyasının üyeleriydiler – örümcekler gibi sekiz bacakları vardı ve altı bacaklı böceklere benzemezlerdi. Tepişen, ay ışığında aç bir şekilde ağzını açan yaratığı dikkatle inceledi. Bu kesinlikle melez bir türdü: yeni bir tür -belki de… yeni bir tür olabilir miydi gerçekten- Sam Scatterhorn’un kalbi daha hızlı çarpmaya başladı… dur, hayır, beklemesi gerek. Öncelikle onu oteline götürmeli, incelemeli, test etmeliydi. Belki onu adlandırabilirdi bile.

Lamprima Scatterhornus,” diyerek kıkırdadı. Evet, kulağa hoş geliyordu. Bu kıskaçlar da hain ve öldürmeye uygun görünüyordu. Bunu Wong’a göstermeliydi. Wong buna bayılacaktı.

Sam Scatterhorn etrafında parlayan feneriyle ortasında durduğu böcek sırasının artık bir nehre dönüştüğünü, bütün böceklerin ormana doğru yürüdüğünü gördü. Sanki göç ediyor gibiydiler – ama neden? Ormanda ne vardı ki? Tam o sırada Sam Scatterhorn ilk çimdiği hissetti. Çizmesinin içindeydi. Sonra da bacağında. Fenerini pantolonuna çevirdiğinde böceklerin her tarafını kapladığını gördü. İlk başta gülümsedi: işte bu oydu, böceklerle kaplı böcek çocuk; Wong onun bir fotoğrafını çekmeliydi. Ama sonra bunun ciddi bir durum olduğunun farkına vardı. Bu küçük hayvanlar zararlıydılar ve her yerini ısırıyorlardı. Keskin küçük bacakları yakasına doğru tırmanıyor, sırtından aşağı yuvarlanıyordu. Kıskaçları, tıpkı bir küçük bir cam kırığı kadar keskindi. Bir tanesini omzundan atmaya çalıştı ama böceğin siyah iğneli ayakları üstüne öyle yapışmıştı ki, ondan kurtulmak için neredeyse bacaklarını kesmesi gerekecekti. Bu böcekler nasıl bir türse, olağanüstü bir güce sahiptiler. Ve onlardan milyonlarca vardı. Şimdi, Sam Scatterhorn hayatında ilk kez şu anda burada olmanın bela aramak anlamına geldiğini fark etti. Aslında hepsinin başı çoktan büyük bir belaya girmişti bile.

Sam Scatterhorn ayaklarını hızla yere vurarak kampa döndüğünde her şeyin üzerinde küçük siyah sürüler olduğunu gördü. Su, yemek, hatta çadır bile onlarla kaplıydı. Tam Wong’a seslenecekti ki, ona her şeyi unutturan olağanüstü bir şey görmesiyle bütün dikkati dağıldı. Böcek sıraları, korları hâlâ beyaz olan ve yanan ateşin etrafında yürüyordu. Sonra aralarından bir böcek, ya arkasındaki böcek yoğunluğunun zorlamasıyla ya da diğerlerinden daha gözü kara olduğu için aniden beyaz ve sıcak küllerin arasına daldı. Sam Scatterhorn yaratığın buruşup hemen ölmesini bütün kalbiyle diledi.

Ama böcek ölmedi.

Hâlâ yaşıyordu.

Altı iğneli bacağı sıcağın içinde yavaş yavaş siyahtan pembeye döndü ve alevlerin içinde çırpındığında bedeni tıpkı erimiş çelik gibi parlamaya başladı. Sonra da sanki çılgın bir sirk numarası yapar gibi yürümeye devam etti. Ateşin öte yanına ulaştıktan sonra akıntıya yeniden atladı, bedeni hızlıca serinleyerek pembeden kehribara, kahverengiye ve sonunda yeniden siyaha döndü. Kısa bir süre içinde de kalabalıkta kayboldu. Sam Scatterhorn zar zor yutkunup mantıklı düşünmeye çalıştı. Bu imkânsızdı; dünya üzerindeki hiçbir böcek böyle davranmazdı.

Yeniden ateşe baktığında diğer böceklerin beyaz ve sıcak korların üzerine tırmandıklarını, mücadele ettiklerini gördü. Ateş, pembe ve sarı renklerde canlı bir halıya dönüşmüştü. Bütün böcekler tavdaki mücevherler gibi parlıyordu, ateş onların umurunda bile değildi. Sam Scatterhorn’un dili tutulmuştu. Ne tür canlılarsa bu yaratıklar, hayatında karşılaştığı en tuhaf şeylerdi. Bunu nasıl yapabilirlerdi? Bütün vücudundaki ısırıklar düşünce treninin içinde aniden parladı. Bu göç eden böcekler her yerinde ağır ağır yürüyorlardı. Hemen yollarından çekilmesi gerekiyordu. Peki ama ya Wong ve şoför?

Sam Scatterhorn siyah gelgitin içinden çadıra doğru ilerledi ve feneriyle içeriyi aydınlattığında yerde yatan iki hareketsiz beden gördü.

“Wong? Wong, uyanın!”

Cevap gelmedi. Uyuyan adamlar, vücutlarının her zerresini kaplayan canlı ve hareketli bir sürünün altına gizlenmiş gibiydiler.

“Wong?”

Sam Scatterhorn fenerini Wong’un yüzüne doğru çevirdi. Büyük bir böcek ensesinden sürünüp Wong’un dudaklarını kıskaçlarıyla açmaya çalışınca nefesini tuttu.

“Aman Tanrım,” diye fısıldadı ve hemen sonra böcek adamın içinde kayboldu. Onu yiyor gibiydi.

Sam Scatterhorn aniden başının dönmeye başladığını hissetti. Çadırın direğini tutarak gözlerini kapadı ve şiddetli kusma dürtüsünü bastırmaya çalıştı.

Derin derin nefes al, dedi kendi kendine, sakin ol.

Ama kalbi kulaklarında vahşi bir ritim çalıyordu ve düşünemiyordu. Bu böcekler etobur muydu? Olamazdı… bir kabustu bu… ve sonra alnında keskin bir çift kıskaç hissetti.

“Hayır!” diye bağırdı; böceği saçlarından çekerek cipe doğru tökezleyerek ilerledi, telaş içinde kapıyı çekti. Kapı kilitliydi. Tabii ki kilitliydi, anahtarlar şofördeydi! Şoförün cebindeydi ama Sam Scatterhorn o çadıra geri dönmeyecekti, şimdi olmazdı. İmkânı yoktu. Etrafını çevreleyen kara lekeye bakınca, yenik düşmesine çok az zaman kaldığını anladı. Böcekler çok fazlaydı. Gıcırdayan milyonlarca bacağın sesi kulaklarında yankılanıyordu. Kıskaçlar pantolonunu kesiyor ve etine kenetleniyordu. Bu şekilde bitemezdi.

Bitmemeliydi.

Yapabileceği tek bir şey vardı. Sam Scatterhorn çılgına dönmüş bir şekilde şapkasındaki binlerce böceği silkeleyip cipin tepesine çıktı. Hemen arkasından akın akın gelen böcekler arabanın ön camını tırmaladılar,

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Bir Deney Faresinin Sırları – Kızlar Giremez (Köpekler Girebilir)

Editor

Kemal Arkun – Yeniçeri Ocağı

Editor

Sakız Kızın Günleri

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası