Beylik laftır, “Türkler tarih yapmayı bilir, tarih yazmayı bilmezler.” Sinemadaki durum da bundan farklı değil. Yeşilçam kriz dönemlerinde bile film üretebilen dünyanın sayılı sinemasından biri. Ama sinemayı yazmak, Türkiye’de cazip bir yazı alanı değil. Sinema yazıları, öncelikle eleştiri türü içinde yer alan bir yazı türü.
‘Gizemli Bir Dünya: Sinema’nın odak noktası ABD ve Holivud Sineması dışındaki ülkelerin sinemalarından haberler sunmasıdır. Bu dünyanın değişik renkleri, popüler kültür cenderesinin aldatmalarına kanmadan ısrarla ele alınmıştır.
‘Gizemli Bir Dünya: Sinema’nın ikinci odak noktası ise Holivud Sineması’na eleştirel yaklaşımdır. ‘Sinema’nın sadece sinema olmadığının’ altı çizilir bu yazılarda…
Bu iki noktadan hareketle Türk Sineması’na değiniler ve uyarılar kitabın üçüncü damarını oluşturuyor.
***
POLİSİYE OKUMAK İYİDİR
Suç edebiyatının ürünlerinin artık pek kıymet-i harbiyesinin kalmadığı son senelerde bunun sebebi ne olabilir diye epey kafa yoranlardan biriyim. Zannederim, bu meselenin en büyük zanlısı Amerikan Sineması ve Kitap Endüstrisi… Zevk alınan ve keyifle seyredilen ne kadar film varsa, heyecanla okunan ne kadar kitap varsa, Amerikalılar tarafından alabildiğine sömürüldüler. Bu nedenle de Holivud son 20 senedir doğru dürüst, kaliteli bir film pek çıkaramadı, olan da varsa istisnadır.
Bundan ötürü son yıllarda Kore, Japon ve İskandinav filmlerine meylettim. Çünkü Amerikan Sineması’nın dibe vurmasına karşılık, bu ülkelerin sinemacıları halen kaliteli konular bulup, vasatın üzerinde film çekebiliyorlar. Polisiye diyerek kendimi kısıtlamayayım genel olarak ‘suç’ edebiyatının eserlerini okumak ve ‘suç’ temalı filmleri seyretmekten zevk alıyorum. Bunda belki de şu sorunun cevabı gizli: Neden polisiye roman okur veya filmini izleriz?
Kısaca cevaplayacak olursam, birinci sebep, muhtemelen hiçbir zaman cinayet işlemeyip, soygun yapmayacağımız içindir. İkinci olarak da, esrarengiz hikâyeleri okuyarak veya ekranda seyrederek başka bir âleme yolculuk yapmak için… Mutlaka başka sebepler de vardır fakat son olarak polisiyede, dedektiften başka kimsenin şüphelenmediği en masum kişi suçlu çıkabilir ve bu durumu sadece okuyucu (yani biz) ile başkahramanımız olan dedektif bilmektedir. Hal böyle olunca, gerek romanını okurken, gerekse filmini seyrederken ‘suç’ konulu eserlerden keyif alır, heyecandan hop oturup, hop kalkarız.
Son haftalarda İskandinav yapımı polisiye filmler izliyorum. Orijinali “Den Som Dræber”, İngilizcesi “Those Who Kill” olan ve Türkçe olarak da “Katil Kim?” diye isimlendirebileceğimiz 6 filmlik seri, şahsi gündemimin başköşesini işgal etti. Gündelik haber rutininden kurtulup da, fırsat bulduğumda hemen filmi açıyorum ve bakıyorum. Tabii ki filmleri seyrederken, sadece boş boş bakmayıp, genelde İskandinav özelde de Danimarka insanını, toplumunu, yaşayış biçimlerini, bakış açılarını tahlil ediyorum. Çünkü film veya roman deyip geçmemek lazımdır. Her toplum, kendisini sanat eserleriyle dünyaya tanıtır, lanse eder. Turist olarak yabancı bir memlekete gitsek, en fazla iki hafta kalabiliriz. Bu esnada da, zaten turizm acentesi ve vazifeli olan rehberin esiriyizdir. Gezip gördüğümüz yerlerde, ziyaret ettiğimiz ülkenin insanlarıyla sohbet etme fırsatı bile bulamayız. Bulsak da bu kişiler ancak ya garson veya tezgâhtar oluyor. İşte bundan ötürü, insanların kendi kendilerini anlattıkları romanı okumak veya filmi seyretmek çok daha fazla bilgi verir, diye düşünüyorum.
Katil Kim?
Her bölümünde ayrı bir seri katilin ve peşindeki polislerin macerasını seyrettiğimiz “Den Som Dræber”, Danimarkalı yazar Elsebeth Egholm’un yazdığı çok satanlar listesinde yer alan polisiye-suç roman serisinden uyarlanmış. Kadın bir yazar olan Egholm’un senaryo ekibinin içinde de yer aldığı polisiye dizide başrolleri Laura Bach (dedektif Katrine Ries Jensen), Jakob Cedergren (adlî psikiyatr Thomas Schaeffer) ve Lars Mikkelsen (Cinayet Masası Müdürü Magnus Bisgaard) paylaşıyorlar. İzafî olarak suçun az işlendiği memleketlerden biri olduğunu düşündüğüm Danimarka polisinin işinin daha kolay olduğunu zannediyordum. Fakat vaziyet hiç de öyle değilmiş.
‘Bilgi ve teknoloji üreten materyalist’ ülkeler diye gruplandırılan İsveç, Kanada, Danimarka, İngiltere ve Amerika’yı, yine ileri bilgi ve teknoloji üreten ancak ‘idealist’ ülkeler olarak Norveç, İsviçre, Yunanistan, Güney Kore ve Japonya’da; cinayet, ırza tecavüz, yaralamayla sonuçlanan ciddi saldırı, hırsızlık, gasp, meskene tecavüz gibi suçlar almış başını yürümüş durumda… Yani refah toplumunda yaşayınca, can ve mal emniyetiniz olacağı mânâsına gelmiyor imiş. Bunu da yeni öğrendim.
Filmde ana karakterimiz olan dedektif Jensen, üvey babası tarafından ağır biçimde işkence görmüş, vücudunda da bunun emareleri kalmış olan, yalnız yaşayan, işinden başka birşey düşünmeyen bir kadın… Adlî psikiyatristimiz Schaeffer hem üniversitede ders veren bir akademisyen hem de polis için çalışan (dedektif Jensen gibi) bir iş manyağı… Bu sebeple ikinci filmde, karısı Benedicte, oğlunu da alarak, psikiyatristi terk ediyor. Kuzey memleketlerinde aile kavramını derinliğine çözebilmek, bizim gibi güneyli insanların haddi değil. Çünkü adamların hayatına ve insanî münasebetlerine bakıldığında, tam bir muamma gibi geliyor. Aile denilince, anne-baba ve çocuktan oluşan bir üçlü anlaşılıyor. Büyük ebeveyn ile yalnızca özel günlerde bir araya geliniyor ve hep beraber kadeh kaldırılıyor. Zaten gençler başka bir âlem… 18 yaşına gelen bir genç istediği her şeyi ama her şeyi dilediği biçimde yapıyor. Anne, baba, dede vesaire ona karışamıyor. Ailenin bir büyüğü, çocuğa tokat vursa, çocuk hemen polisi arayıp da “kendisine kötü muamelede bulunulduğunu” söyleyip, aileden şikâyetçi olabiliyor falan filan… Yani özgürlüğün fazlası da zararlı.
Filmin olumlu karakterleri bile geçmişlerinde maraz olan, şuur altında psikolojik hastalık taşıyan tipler olunca, suçlu karakterleri neredeyse haklı bulabiliyorsunuz. Hele de kuzey ülkelerinin “karanlık” atmosferi suç ve polisiye filmler için doğal mekân haline geliyor. Cinayet romanlarının kraliçesi olan Agatha Christie bile bir kuzey ülkesi addedilebilecek olan İngiltere’nin yağmurlu vadilerinde, ıssız şatolarında geçen hikâyeler kurgulamamış mıydı?
Konu uzun, yazdıkça başka mecralara kayıyor ama kendi memleketimizdeki polisiyeden bahsetmeden olmaz. Ahmet Mithat Efendi’nin 1884 yılında yayımlanan “Esrar-ı Cinâyât”, Osmanlı Türkiyesi’nde yazılmış ilk polisiye roman olarak kabul ediliyor. Ahmet Mithat’ı Yetvard Oydan Efendi’nin “Abdülhamid ve Şerlok Holmes” adlı kitabı takip etmiş ve devamında Peyami Safa (Server Bedii takma ismiyle), Vedat Örfi Bengü (Lord Lister serisini yazmış), Cevat Fehmi, Refik Halid, Hüseyin Rahmi gibi yazarlar çeşitli polisiye romanlar kaleme almışlar.
Günümüzde de polisiye ve suç konusunda kalem oynatan yazarlar var fakat bunların en büyük problemleri:
1) Amerikan taklidi romanlar yazmak
2) İnandırıcılık problemlerinin olması
3) Aşırı gerçekçiliğin girdabında kaybolmaları
4) Kendi toplumunu tanımadan, yabancı eserleri kopya etmeleridir.
Hal böyle olunca, edebiyatı olmayan bir ülkenin sinemasından bahis bile edilemez. Sinemacılarımız da “ucuz ve bayat” aşk filmlerinden fırsat bulup da kaliteli bir “suç” filmi senaryosu yazmayı ve çekmeyi akıl edemiyorlar.