Binlerce yıllık Poseidon Sarayı diplerde yatıyordu.
Efsanevi Atlantis, denize battığında parçalanarak yıkılmıştı.
Birileri onu yeniden inşa etti.
Denizin derinliklerinde…
Carl Friedrich von Humboldt,
Yağmur Yiyicilerin Kenti’nden döndükten birkaç hafta sonra yeni bir görev üstlenir.
Ege Denizi’nde gizemli bir şekilde batan gemileri arayacaktır.
Bu amaçla dönemin en modern araştırma gemisi olan Calypso’yu kiralar ve sonucunda on dokuzuncu yüzyılın en heyecan verici buluşlarından biri olan batisferle tanışır.
Bu, suyun altında saatlerce kalabilen bir dalış küresidir.
Ancak Humboldt ve dostları suyun altında planladıklarından daha uzun bir süre geçirmek zorunda kalacaklardır çünkü denizin üç yüz metre dibinde inanılmaz bir keşif yaparlar.
***
Max için…
Giriş
19 Mayıs 1893.
(Duharlı gemi Kornelia, kudurmuş denizde yalpalayarak ilerliyordu. Geminin bordasına çarpan dev dalgalar gövdesini dökme demirden yapılmış bir çan gibi sallıyordu. Rüzgâr kudurmuş gibiydi. Ani esintiler, beyaz köpükler halinde yükselen dalgaların üzerinde bir kırbaç gibi şaklıyordu. Gök gürültüsü denizin üzerinde yankılanırken ara sıra çakan şimşekler karanlık bulutların arasında kor gibi parlıyordu.
Kaptan Vogiatzis fırtınalı geceye gözlerini dikti. Hesapları doğruysa, ki çok ender yanılırdı, birazdan önlerine Santorini adalarının çıkması gerekirdi. İki ana ada Thera ve Therasia’nın arasından birçok kaptanın felaketine neden olan bir akıntı geçiyordu. Denize dik inen sarp kayalıkların gün ışığında harika bir manzarası olabilirdi ama gece olduğunda ciddi bir tehlike oluşturuyorlardı.
Dimitrios Vogiatzis deneyimli bir kaptandı. Kırlaşmış saçları ve beyaz sakalı yüzünden meslektaşları ona Kutup Ayısı adını takmışlardı. Zor anlarda her zaman soğukkanlılığını korumasıyla ünlüydü ama bu fırtına şimdi o ünlü sakinliğini zorlu bir sınava sokmuş gibiydi.
Ucu haçlı tespihinin tanelerini parmaklan arasında kaydırdı. Sakin ol, dedi kendi kendine, cesaretini kaybetme. Geminin yükü yerinden kaymadıkça hiçbir sorun çıkmazdı. Girit Adası’ndaki Kandiye ve Hanya kentleri arasında planlanmış rotaya yerleştirilecek olan elli tonluk demiryolu rayı, güvertenin altında sıkıca bağlanmıştı. Kornelia tüm ağırlığıyla suyun üzerinde yol alıyordu. Geminin yan yattığına dair bir iz yoktu. Yine de hiçbir şeyi şansa bırakmamalıydı. Duruma göz atması için serdümeni bir kez daha aşağı yollamıştı. Önlemin zararı olmazdı. Yardımcısı pompaları bir kez daha gözden geçirip buhar makinesinin sorunsuz çalışıp çalışmadığını kontrol edecekti.
Yine bir şimşek çaktı. O sırada dev bir dalga küpeşteyi aşıp büyük bir çatırtıyla üst güverteye çarptı ve sularını camlara püskürttü. Camların üzerinde yol yol oluşan beyaz çizgiler zaten kötü olan görüşü daha da bulanıklaştırdı.
Şu lanet olası fener neredeydi? Aslında onu çoktan görmüş olması gerekirdi.
İç sesine kulak verip bu işi almayabilirdi. Ufukta biriken yoğun bulutların kaçınılmaz bir şekilde yaklaştığını daha bu sabah görmüştü. Hava tuhaf bir şekilde basıktı. Fırtına patladığında ise o çoktan denize açılmıştı. Tamam, teklif edilen para hiç de yabana atılacak gibi değildi. Armatörü Stavros Nikorne-des ona iki katı para teklif etmişti. Son aylarda kaybedilen üç gemiden bu yana armatörlerin işi oldukça zorlaşmıştı. Yüklerin belirlenen tarihlerde taşınması gerekiyordu ve Vogiatzis böyle havalarda denize açılacak cesareti gösteren çok az kaptandan biriydi. Ama öldüğü takdirde para ne işine yarayacaktı?
Biraz önce yardımcısının tekrar ortaya çıktığını görmüştü. Serdümen ambar kapağını kapamaya çalışıyor ama rüzgâr onu sürekli engelliyordu. Birkaç kez uğraştıktan sonra sonunda kapamayı başardı. Sürgüyü çektikten sonra ansızın geriye doğru sendeledi. Eğilerek bir eliyle küpeşteye tutundu ve fırtınanın kırbaç gibi şakladığı güverte üzerinde adım adını ilerlemeye çalıştı. Köprünün basamaklarına ulaştığı sırada, Vogiatzis uzakta bir ışığın parladığını gördü.
Fener! Sonunda!
Tahmininden biraz sola düşmüştü ama olsun. Rota doğruydu. İşin iyi tarafıysa, boğazla aralarında hâlâ yeterli mesafe bulunmasıydı. İçine çekilme tehlikesi yoktu. Rahatladığını hissetti. Santorini’yi geçerlerse, Girit’e dek önlerinde açık deniz olacaktı. Kayalık, ada ya da başka tehlikeler yoktu. Haçlı tespihini hafifçe öptü. Tanrı dualarını duymuştu.
Dümeni sancak tarafına çevirdi ve Therasia’nın çevresinde geniş bir yay çizecek şekilde Kornelia’ya yol verdi. O sırada kapı açıldı ve sırılsıklam olmuş genç adam sendeleyerek içeri girdi.
“Kapıyı kapat!” diye bağırdı Vogiatzis. “Aletlerimi mahvediyorsun!”
Serdümen aldığı emri yerine getirmek üzere aceleyle kapıyı kapadı. Sırılsıklam halde ve soluk soluğa raporunu verdi. “Her şey yolunda. Makineler çalışıyor, yükün durumu iyi. Pompalar çalışıyor. Başaltına bile baktım. Hiçbir sorun yok.”
“İyi,” dedi Vogiatzis. “Çok iyi. Kargalar nasıl?”
Kargalar, güvertenin altındaki buharlı makinenin ateşli ağzına gece gündüz kömür kürekleyen dört ateşçiye verdikleri isimdi.
Kaptanın yardımcısı genişçe gülümsedi. “İyiler. Gerçi dizlerine dek kusmuk içindeler ama durumları iyi. Onlara fırtınadan sağ salim çıkabilmemiz için tüm güçleriyle çalışmaları gerektiğini söyledim.”
Vogiatzis gülerek genç adamın omzuna vurdu. İleride iyi bir denizci olacaktı. Günün birinde bu meslek için çok yaşlı olduğunda, gözü arkada kalmadan kürekleri ona teslim edebilirdi. O zamana dek denizcilikle ilgili bildiği her şeyi ona öğretecekti.
Bir pipo yakmak için henüz erken olup olmadığını düşündüğü sırada, rahatsız edici derecede dikkatini çeken bir şey onu bundan alıkoydu.
“Kancalı Korsan’ın sakalı,” diye sövdü. “Bu da ne?”
“Yolunda gitmeyen bir şey mi var?”
“Şu öndeki ışık.” Vogiatzis dışarıyı işaret etti. “Fener biraz önce diğer taraftaydı.”
Serdümen dışarıdaki cehenneme kuşkulu bir bakış attı. “Yoksa döndük mü?”
“Bildiğim kadarıyla hayır. Kornelia’yı rotasından çıkarmadım. Biraz önce fener sol taraftaydı, şimdi ansızın sağa geçti. Arılaşılır gibi değil.”
“Belki başka bir gemidir?”
“İşareti ve seyir ışığı olmayan bir gemi mi? Bu nasıl bir gemi olabilir? Ayrıca yanıp sönmesine ne diyorsun? Bu hatta yirmi yıldır gidip gelirim. Therasia fenerini bin tanesinin içinde tanırım.”
Kaptan yardımcısı başını iki yana salladı. “Böyle gitmeye devam edersek boğaza gireriz. Ben olsam sancak tarafına doğru giderdim.”
“Ben de öyle yapacağım,” diye homurdandı Vogiatzis, sonra Komelia’yı eski rotasına geri döndürdü. Ensesinde hissettiği nahoş bir çekilme ona burada bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu. Bu hissi çok iyi tanırdı ve onu asla aldatmamıştı. Pusula da şaşırmış gibiydi. Fazlasıyla batıya gittiklerini işaret ediyordu. Şimdiki rotalarına göre doğrudan Mora Yarımadası’nın güney ucunda küçük bir ada olan Kithira’ya doğru yol alıyorlardı.
Ama fenerin varlığı inkâr edilemezdi. Oradaydı, bu kadarı belliydi. Yoksa değil miydi?
Kaptan yardımcısı alnını kırıştırdı. “Fenerin lambasına ne oldu?”
“Ne olmuş?”
“Yok olmuş,” dedi genç adam. “Gözümü ondan ayırnıa-mıştım. Bir saniye içinde kayboldu.”
“Poseidon’un sakalı, haklısın!” dedi Vogiatzis. Ensesindeki çekilme şimdi batmaya dönüşmüştü. Artık bir şeylerin yolunda gitmediğinden iyice emindi.
“İşte!” diye bağırdı genç adam. “İşte, yine orada. Arkasında bir tane daha var. İki tane oldular.”
Vogiatzis gözlerini kıstı. Aynı renkte ve birbirinden farksız ışıldayan iki ışık mı? Bu olanaksızdı. Bu bir göz yanılsaması mıydı? Gülünç! Bu fırtınada mı?
Yardım ararcasına pusulasına baktı. İbre deli gibi hareket ediyordu. Önce güneyi gösteriyor, ardından yine batıya dönüyordu. Sonunda daire çizmeye bile başlamıştı.
Yardımcısının dikkatini bu olağanüstü olaya çekeceği sırada beriki bağırdı: “Şurada bir tane daha var! İleride bir tane daha. Saat on yönünde, gördünüz mü? Şimdi dört tane oldular!” Sesi kontrolünü kaybetmişti.
Vogiatzis göreceği kadarını görmüştü. Kolu geri çekti ve motorlar boşta çalışana dek hızını azalttı. Sonra yağmurluğuna el attı.
Genç yardımcısı korkudan büyümüş gözlerle ona baktı. “Ne yapacaksınız?”
“Burada kal. Ben gidip bir bakayım.” Kapıyı açıp fırtınaya çıktı. Rüzgâr tüm şiddetiyle yüzüne çarptı. Uğultusu soluk kesiciydi. Yüzüne iğne batmış gibi yakan tuzlu suyun tadını aldı. Fİ ini merdiven parmaklığından bırakmaksızın, demir basamakları dikkatle indi. Rüzgâr suyun üzerinde beyaz köpükler oluşturuyordu. Sanki deniz kaynıyordu.
Vogiatzis tüm gücüyle ilerlemeye çalıştı. Birkaç kez kayma tehlikesi atlattıysa da her seferinde tam zamanında parmaklıklara tutunmayı başarabildi.
Geminin ortasına ulaştığında, olduğu yerde kaldı. Rüzgâr bir arılığına şiddetini kaybetmiş gibiydi. Başını kaldırıp çevresine bakındı. Köprü üstündeyken bir tahmin olarak kendini gösteren şey, şimdi kesinlik kazanmıştı. Aynı renkte ışıkları ve işaretleri olan dört feneri, şimdi tüm çıplaklığıyla görebiliyordu. Hepsi de birbirinden aynı uzaklıktaymış gibiydi, sanki Kornelia’yı dört bir koldan kuşatmışlardı.
“Olanaksız,” diye fısıldadı Vogiatzis. “Bu mümkün değil.” Yüzündeki su damlalarını sildi. Gördüğü şey korkutucu, aynı zamanda büyüleyiciydi.
Orada durmuş, ne yapacağını düşündüğü sırada ansızın ışıkların daha da büyüdüğü hissine kapıldı. Bu olabilir miydi? Bir süre bekledi ama artık şüphesi kalmamıştı. Bu şeyler her neyse, yaklaşıyorlardı.
Vogiatzis çenesini ileri uzattı. Demek bunlar gerçekten de gemi, diye geçti aklından. Belki de korsanlardı. Bu, tek mantıklı açıklamaydı ve diğer gemilerin kayboluşunu da açıklıyordu. Bu hergeleler herhalde gemileri tuzağa düşürmek için fenerin sinyal ışıklarını taklit eteneyi becermiş olmalıydılar. Şimdi de onun yüküne göz dikmişlerdi.
Cesedimi çiğnemeden asla, diye düşündü.
Silah dolabında iki tabancası vardı. Savaşmadan Kornelia’yı onlara teslim etmeye niyeti yoktu.
Sendeleyerek köprüye ulaşmaya çalıştı. Geç kalmamış olmayı umuyordu. Işıklar tehlikeli biçimde yaklaşmışlardı.
Ansızın çakan bir şimşek denizin üzerini parlak bir aydınlığa boğdu.
Vogiatzis çakılmış gibi olduğu yerde kaldı. Başka türlüsünü yapamazdı, çünkü gördüğü şeyi aklının alması mümkün değildi.
Bunlar gemi değildi.
Bunlar fener de değildi.
Ne olduklarını bilmiyordu, tek bildiği, daha önce hiç böyle bir şey görmemiş olduğuydu. Denizden parmağa benzeyen dört tane dev pençe çıkmıştı. Olağanüstüydüler ve boyları Kornelia’dan en az yirmi metre yüksekti. Vogiatzis yüzeylerinin dev bir ahtapotunki gibi sert ve yara izleriyle dolu olduğunu fark etti. Parmak kemikleri kalın ve kıkırdaklıydı, eklemleri paslanmış menteşeler gibi gıcırdıyordu. Yaratık son derece yaşlı olmalıydı. Denizin derinliklerinden gelen bir dev, diye düşündü Vogiatzis. Onları yok eünek için yüzeye çıkmıştı. Ahtapotun kollarının ucunda parlayan kızılımsı ışıklar kötücül bir şekilde ona tepeden bakıyordu.
Rüzgârın uğultusu içinde, uğursuz bir hışırtı yankılandı. Kollar geminin üzerine doğru yaklaştı. On metre yukarıda kıvrıldılar. Dev pençeler aşağı doğru indi ve üst güverteye çarptı. Korkunç bir çatırtı gecenin içinde yankılandı. Çevreye kıvılcımlar saçıldı, sonra tüm ışıklar karardı.
Kornelia burundan bataıaya başladı. Vogiatzis’in ayakları yerden kesildi. Tutunacağı bir yer ararken sırılsıklam güvertenin üzerinde kaymaya başladı. Yerlerinden kurtulan sandıklar ve fıçılar birbiri ardına yuvarlandı. Vogiatzis mucize eseri altlarında kalmamayı becerebildi ama demir çapanın vincine çarpmaktan kurtulamadı, havada geniş bir yay çizerek güvertenin üzerine savruldu. Çarpmanın şiddeti ciğerlerindeki soluğu kesmişti. Omzunda yakıcı bir acı hissetti. Kolu yaralanmıştı.
Korkuyla çevresine bakındı.
Neler olduğunu anlayamadan, bir anda kendini kudumıuş denizin içinde buldu. Çevresinde tahtalar ve gemiden kopmuş parçalar yüzüyordu.
Biraz uzağında gözüne bir can simidi ilişti. Son gücüyle onu yakalayıp sıkıca tutunmayı başarabildi.
Can simidine yapışmış halde Kornelia’ma dev canavar tarafından dibe çekilişini yarı baygın bir şekilde izledi. Geminin burnu köpüren dalgaların içinde gözden kayboldu. Ölüm şarkısı ölmekte olan bir balinanın haykırışını andırıyordu. Suyun üzeri köpükler ve baloncuklarla doldu, sonra gemi tamamen battı. Suyun altında hâlâ bir tek ışık görülebiliyordu, sonra o da söndü.
Vogiatzis oluşan girdaba baktı. Kornelia içindekilerle birlikte denizin dibini boylamıştı.
Birinci Bölüm
1
Berlin, 10 Haziran 1893…
Vtagdalena Vakfı’nın arkasına geldikten hemen sonra yağmur yağmaya başlamıştı. Önce iri damlalar halinde, ardından gittikçe şiddetlenerek. Oskar, Alexander kıyısına vardığında yağmur âdeta bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Kasketini yüzüne indirip gittikçe büyüyen su birikintilerinin arasından Kari Caddesi’ne doğru koşmaya başladı. Orada tramvaya binip birkaç durak sonra indi, biraz yürüdükten sonra eski mahallesine ulaştı. Eskiden buralarda soyguna çıkmış, cepleri boşaltmış ve insanların değerli eşyalarını çalarak yüklerini hafifletmişti.
Eski mahallesini tekrar görmek ona tuhaf gelmişti. Aslında kâşif Cari Friedrich von Humboldt’un hizmetine gireli yalnızca iki ay olmuştu. Bu arada Peru’ya yaptığı maceralı bir yolculuğu ardında bırakmıştı. Şimdi düşündüğünde, rüya gördüğünü sanacak kadar inanılmaz geçen bir seyahatti. Ama artık ayaklarının altında yine o bildiği toprak vardı. Başından geçenleri dostlarına anlatmak için sabırsızlanıyordu.
Yağmurdan korunmak isteyen insanlar başlarını omuzlarına kısmış halde at pisliklerinden kaçarak binaların içine koşturuyorlardı. İnsan bu havada köpeği bile kapı dışarı edemezdi. Oskar kuru bir dam altı bulabilmek amacıyla admıla-rını hızlandırdı. Kolunun altına sıkıştırdığı Berliner Morgenpostgazetesiyle koşmaya devam etti.
Çok geçmeden her zaman gittiği meyhanenin tanıdık tabelası gözüne ilişti. Cuma akşamıydı ve meyhaneler hıncahınç doluydu. Oduncu’da da durum farklı değildi. Müzik ve kahkaha sesleri sokağa taşıyordu. Kurşun çerçeveli pencereden dışarı sızan ışık sıcaktı. Oskar kasketini çıkardı ve karışmış olan siyah saçlarını düzeltti, sonra kapıyı açıp içeri girdi.
Gürültü ve pis koku ansızın yüzüne çarptı. İçerideki hava tütün ve kızartma yağıyla iyice ağırlaşmıştı. Ter ve kusmukla karışan ekşi bira kokusu genzini yaktı. Evet, Oduncu tıpkı hatırladığı gibiydi. Tanıdık ve bir o kadar da uzak. Neredeyse başka bir dünyadan çıkmış gibi.
“Kimleri görüyorum?” diye bir ses duydu sol tarafında. “Yıldırım çarpsın. Bu bizim Oskar değil mi?”
“Merhaba, Kurt.”
Oduncu’nun müdavimlerinden olan yaşlı adam gece gündüz burada rastlanan tiplerden biriydi. Kurt genişçe sırıtarak ağzında kalmış birkaç siyah dişini gösterdi. Her zamanki gibi siyah birasının başına çökmüştü. Bu, hem açlığını hem de susuzluğunu gideren kara bir sıvıydı. Oskar onu yemek yerken hiç görmemişti.
“Ee, ölüler diyarından geri mi döndün?”
“Ne ölüsü?” diye sordu Oskar. “Ben gayet iyiyim.”
“Ama ben başka türlü duydum.”
Oskar elini boş verircesine sallayarak kalabalığın arasında kendine yol açmaya çalıştı. Hedefi meyhanenin en arkasındaki köşeydi. Dostlarının buluşma yeri olan küçük bir köşe masa.
Birkaç adım ilerleyemeden siyah tenli Kayıkçı’ya çarptı. Bu, iki metre boyunda, iri yarı bir adamdı. Bir zamanlar bir yük gemisinde çalıştığı için ona böyle diyorlardı. Kayıkçı arkasını dönüp baktı. Gözleri kısıldı. “Sen ha?”
“Evet, ben,” dedi Oskar.
“Bu ne sürpriz!”
“Bence de. Ölüler diyarından geri döndüm, her ne demekse. Geçebilir miyim?”
“Behringer geri döndüğünü biliyor mu?”
“Bilmiyorum. Geri döndüğümü herkese ilan etmek zorunda değilim ya?” Fasulye sırığı kılıklı adamı kenara iterek sonunda varmak istediği yere ulaştı.
En azından gruptan bir kişi oradaydı. Bu, dağınık saçlı, yelken kulaklı bir çocuktu. Oskar’in yüzüne geniş bir sırıtma yayıldı. “Fare!”
Çocuk bakışlarını bardağından yukarı kaldırdı. Gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Oskar?”
‘Ta kendisi.”
Fare sanki hayalet görmüş gibiydi. ‘Tanrım! İşte buna sürpriz derim! Demek yaşıyorsun!” Ayağa kalkıp Oskar’in boynuna atıldı. Onu öyle bir sıktı ki Oskar’ın soluğu kesildi.
“Yavaş ol, dostum,” dedi Oskar. “Neden herkes öldüğümü düşünüyor, anlamadım.”
“Çünkü herkesin düşündüğü tam olarak bu,” diye karşılık verdi Fare. “Bunca zamandır nerelerdeydin?”
“Birazdan arılatırım. Diğerleri nerede? Bugün bütün grup buluşmayacak mı?”
“Aslında öyle,” diye sırıttı Fare. “Herhalde berbat hava yüzünden deliklerinden dışarı çıkamamışlardır. Ama ben bunu değiştireceğim, bana güvenebilirsin. Gidip herkesi toplayayım. Sen burada bekle, tamam mı?”
‘Tamam, beklerim.”
“Sakın yerinden kıpırdama, hemen dönerim!”
Fare kalabalığın arasından kapıya doğru ilerlerken meyhaneciye bağırdı: “Hey, Paul, bak kim geldi!” Deri önlüğü şiş göbeğinin üzerinde davul gibi gerili olan dazlak başlı meyhaneci sevinçle elini kaldırdı. “Seni tekrar görmek güzel, Oskar. Bu kadar uzun süre ortalarda görünmeyen biri mutlaka susamıştır, değil mi?”
“Bundan emin olabilirsin.”
“Her zamankinden mi?”
“Her zamankinden, Paul.”
Yarım saat sonra Oskar’ın çevresi eski dostları tarafından sarılmıştı. Willi, Bert, Fare ve tabii kocaman açtığı gözleriyle ona âdeta taparcasına bakan Lena. Oskar öyküsünü tüm ayrıntılarıyla anlatırken bakışları âdeta dudaklarına kilitlenmişti.
“İki ay,” dedi Willi başını iki yana sallayarak. “En azından bir haber gönderebilirdin. Senin için endişelendik. Hangi delikteydin?”
Oskar bu soruya bir yanıt vermek yerine gazeteyi masanın üzerine doğru itti. Öyküsünü kanıtlayabilmek için bir şeylere ihtiyacı olduğunu biliyordu, çünkü kâşifle birlikte yaşadıkları olaylar gerçek olmaktan çok, kulağa palavra gibi geliyordu. Lena gazeteyi kaparak sayfalarını açtı.
“Üçüncü sayfa,” dedi Oskar. “Yüksek sesle oku, diğerleri de duysun.”
Lena Polischinski on üç yaşlarındaydı, gerçek yaşını kendisi de bilmiyordu ama Oskar sayılmazsa, içlerinde okuryazar olan tek kişi oydu. Uzun, kızıl-kahve saçları ve her zaman gülümsermiş gibi görünen bir ağzı vardı. Boyu kısaydı ve bir gelincik kadar çevikti, avına sessizce yaklaşıp iş bitirmekte üstüne yoktu. Lena gruba yeni katılmıştı ve yaklaşık altı aydır onlarla birlikteydi.
“Gizemli kâşif Peru’dan geri döndü,” dedi gazete sütununa gözlerini dikerek. “Üniversitedeki konferans büyük bir sansasyonla sona erdi.”
“Sansasyon da ne demek?” diye sordu Willi.
“Fransızca bir söz,” diye açıkladı Oskar. “Gürültü, patırtı ya da isyan demek. Hadi, devamını oku!”
“Üniversitenin ileri gelenleri, ünlü seyyah ve dostlarının iddialarına inanmayıp onu üniversiteden kovunca, Cari Fri-edrich von Humboldt’un konferansında büyük bir kargaşa yaşandı,” diye okumaya devam etti Lena. “Haklı şüphelere karşın Humboldt’un seyahatinde keşfettiği uçabilen makinelerin çizim ve modelleri öylesine özgündü ki, aralarında Kont Ferdinand von Zeppelin’in de bulunduğu önemli mühendisler kâşife destek oldular: ‘Humboldt’un Peru’da gerçekten de gizemli bir halkın varlığını keşfetmiş olduğundan bir an bile şüphe etmedim ve bu buluşların işe yarayacağından eminim. Bu modellerin patent hakkını satın aldım ve çok yakında üretime geçeceğim.’ Humboldt bu konuda basma yaptığı açıklamada, üniversite yönetimine sırt çevirip çalışmalarına serbest piyasada devam edeceğini söyledi. Kâşif, ‘Yeni bir çağ başladı. Bu çağ, sözlerin değil, eylemlerin çağı olacak. Almanya, Büyük
Britanya, Fransa ya da Birleşik Devletler gibi büyük ülkelerin gerisinde kalmak istemiyorsa dikkatli olmalı/ dedi.” Lena başını kaldırdı. “Humboldt neden seni yanına aldı?”
“Herhalde işimde en iyisi olduğum için.” Oskar arkasına yaslandı. “Aslında adı Humboldt değil. Asıl adı Donhauser. Büyük kâşif Alexander von Humboldt’un evlilik dışı oğlu olduğunu iddia ediyor ama sanırım, bu sahte bir ad. Onun işlerini görüyorum, atölyesinde ona yardım ediyorum. Onun sağ koluyum diyebilirsiniz. Ben olmasan ne yapar bilmiyorum.” Bu tabii biraz abartıydı. Doğruyu söylemek gerekirse yalnızca basit bir uşaktı ama bunu dostlarının gözüne sokmanın gereği yoktu.
“Peki neden özellikle sen?” diye üsteledi Lena.
Oskar omuz silkti. “Ne bileyim? Onu soymaya kalktım, herhalde işimi iyi becerdiğimi düşünmüş olmalı. Ama bunun ardında başka bir şey olduğu şüphesini üzerimden atamıyorum.”
“Örneğin?”
Oskar yine omuz silkti. “Bilmiyorum. Lafı ne zaman bu konuya getirsem tuhaf bir şekilde sırıtıyor ve kaçamak yanıtlar veriyor. Ama olsun. Dünya seyahatine davet edilen biri daha ne ister?”
‘Tanrım, şuna bakın!” diye bağırdı Bert, sosise benzer kalın parmaklarıyla gazete sayfasının üzerine vurarak. “Resimde bizim Oskar da var!”
Haber yazısının yanında dört maceracının göründüğü bir de fotoğraf vardı. Silindir şapkası ve bastonuyla birlikte tepeden tırnağa siyahlar içindeki Humboldt, çiçekli giysisiyle siyah tenli hizmetçi Eliza, uzun, sarı saçları ve açık mavi renkli zarif giysisiyle yeğeni Charlotte ve tabii her zamanki gibi görünen Oskar: Tüvit ceket, deri ayakkabılar ve kasket.
“Hey, hey, ünlü adamlar gibi çıkmışsın,” dedi Fare. “Gerçek bir züppe gibisin. Kim bilir, birkaç yıl sonra artık bizi tanımazsın bile.”
“Elbette tanıyacağım, ne sandın,” diye güldü Oskar. “Söz veriyorum. Hadi şimdi bir şeyler içelim. Bu tur benden olsun.”
Oskar herkese içki ısmarladıktan sonra kollarını ensesinde kenetleyerek Peru seyahatini anlatmaya koyuldu. O akşamın ilgi odağı olmuştu ve her dakikasının keyfini çıkarıyordu. Önündeki büyük bardak dolusu elma suyu ve birkaç dilim ekmekle gecenin sonuna dek anlatmayı sürdürdü. Öyküsünün sonuna geldiğinde masadakilerin hepsi kocaman gözlerle ona bakıyorlardı.
İlk konuşan Willi oldu. “Çılgın bir öykü,” dedi. “Kayalarda yaşayan ve dev böceklere karşı savaşan İnkaların torunları. Gazetedeki haberi görmeseydim, bizimle dalga geçtiğine inanırdım.”
“Yine de bir kart atabilirdin,” diye homurdandı Lena. “Hiç haber vermemen gerçekten hoş bir şey değildi.” Yüzünü astı.
“Biliyorum,” dedi Oskar kabul ederek. “Benim için bu kadar endişeleneceğinizi bilseydim, yola çıkmadan önce bir haber bırakırdım. Ama her şey çok çabuk oldu. Kendim bile inanamadım. Ama şimdi yine buradayım. Bu bir daha olmayacak, söz.”
“Kulağa tam bir cennetmiş gibi geliyor.” VVilli’nin bakışları hayranlık doluydu. “Bu herifle çalışmaktan bıkarsan, haber ver, hemen yerini alabilirim.”
“Hiç şansın yok,” dedi Oskar. “Böyle kokmaya devam edersen, evin kapısından bile içeri zor adım atarsın.”
“Peki ya daha önce yıkanırsam?”
“Senin kokun bir kalıp sabunla bile çıkmaz. Âdeta ikinci derin gibi olmuş.”
Kahkahalar ortalığı çınlattı. Willi, Oskar’ın kaba şakalarına alışıktı ve bu yüzden ona kızmamıştı.
“Şu Charlotte, bence oldukça güzel bir kız.” Lena fındık rengi gözleriyle dikkatle Oskar’a baktı.
“Öyle mi dersin?”
“Sence değil mi?”
“Şey, tabii…” Oskar duraksadı. Kâşifin yeğeni ne zaman aklına gelse kalbi çarpmaya başlıyordu. Charlotte belki fazla güzel bir kız değildi ama karşı konulmaz bir çekim gücü vardı.
“Ama bazen gerçekten zor biri olabiliyor,” dedi. “Her zaman son sözü söylemek ister. Gece gündüz bilim kitaplarından başka bir şey okumaz, tıpkı dayısı gibi. Macera öyküleri hakkında sohbet edilecek biri değil, ne dediğimi arılıyorsunuz, değil mi? Yani, sizinle olduğu gibi değil.”
“Peki ya şu Eliza?” diye sordu Bert. “O nasıl biri? Biraz tuhaf görünüyor. Şu koyu teni…”
“Hey, Eliza hakkında sakın yanlış bir söz etme!” diye bağırdı Oskar. “O çok iyi biri. Haitili bir büyücü. Parmağının tek bir hareketiyle seni kurbağaya çevirebilir. Yani, ne dediğine dikkat et.” Masadakilere kötü bir bakış attı. Sonra yüzü bir sırıtışla genişledi. “Haha!”
Diğerleri rahatlayarak bir kahkaha kopardı. Konu kara büyü olduğunda, hepsi hurafelere inanırdı.
Oskar elini kaldırıp masadakilere yeniden içki ısmarladı. Humboldt’tan akşamın keyfini çıkarmak için biraz para alınıştı.
Kalabalığın ansızın yarıldığını ve bir grup insanın ona doğru yaklaştığını göz ucuyla gördü. En önde de kara derili Kayıkçı vardı. Yüzündeki alaycı gülümsemeyle öne doğru adım attı. Ardında Oskar’in bu gece mümkünse hiç görmek istemeyeceği bir yüz belirdi. Onun buraya uğrayabileceğini hesaba katmış ama bu kadar çabuk olacağını tahmin etmemişti.
2
CöAsdanı yaklaşık bir altmış boyundaydı ve Oskar’a bir gorili anımsatıyordu. Mavi takım elbisesi kollarına kısa gelmişti, pantolonu söküktü ve ayakkabıları kaderine boyun eğmiş gibiydi. Başının üzeri yer yer fırça gibi tüylerle kaplıydı ve bu görüntü geniş yüzüne daha ilkel bir hava veriyordu. Geçmişinde boksörlük yaptığını anımsatan basık burnunun üzerinde, gri renkli iki soğuk göz bakıyordu.
“Behringer.”
“Beni hâlâ tanıyabilmen çok hoş.” Tefeci kaypak bir gülümsemeyle ona baktı, sonra Fare’yi yakasından tutarak sandalyesinden kaldırdı. “Defol!” diye homurdandı. “Sizler de, hiçbirinizi gözüm görmesin. Dostum Oskar’la konuşacaklarım var.”
“Bizim de!” dedi Lena dişlerinin arasından. Sonra meydan okurcasına gözlerini ona dikti. Behringer fazla duraksamadan sandalyeye öyle şiddetli bir tekme patlattı ki, Lena sandalyeyle birlikte sırtüstü devrildi. Ama kız söverek ayakları üzerinde dikilip tefeciye saldırmaya hazırlandı. Ansızın her tarafta çakılar parlamaya başlamıştı. Behringer ellerini kaldırdı. “Sakin olun,” dedi. “Dostumuzla şurada iki çift laf etmek istiyorum. Birbirimize girişeceksek, hiç kimse bundan kârlı çıkmaz. Hadi, yok olun çocuklar, bırakın yetişkinler biraz sohbet etsin.”