Sanki bütün bunları kendine söylüyor, kendinle konuşuyor gibiydi. Doğruldu, semenderini su bardağının içinden usulca alıp göğsüne yerleştirdi. Semenderin kulağına yavaşça, “Sakin ol bebeğim, sakin ol! Yok, bir şey!” dedikten sonra üstünü giyindi. Sonra o da bir sigara yaktı, sonra da bakışlarını gece lambasının gölgelere boğduğu odasının tavanında bir noktaya dikerek konuşmaya devam etti: “Biliyor musun, fotokopiyle çoğaltılmış gibisiniz. Bana benzer şeyleri söyleyip sonra da benimle sevişmek isteyen ama göğsümdeki semenderi görünce hemen hemen aynı tepkileri gösteren o kadar çok erkek oldu ki artık her şeyden ve herkesten umudumu kestim…”
KAFALARINI KARIŞTIRACAK BİR ÖYKÜN YOKSA YANDIN DEMEKTİR!
İyi ki yolda arama yapan polisin gözlerine korkusuzca bakmamışım… İyi ki o an kimliğimi evde unuttuğumu fark ettiğim için kendimi suçlu hissedip de gözlerimi ondan kaçırmışım… Yoksa benim için çok farklı, böylesi ilginç ve bana çok şey öğreten bir gece yaşamayacaktım.
Bindiğim dolmuştan indirildiğimde, saat neredeyse gece yarısına yaklaşıyordu. Bir ekip otosuna bindirildim ve yaklaşık on, on beş dakika sonra oturduğum semtin bağlı olduğu emniyet amirliğinin nezarethanesine konuldum.
Sadece polislerin oturduğu salondan sızan kirli bir ışığın daha da kararttığı bu tuhaf odada, idrar, sigara, ter ve ayak kokusunu bastıran çok daha ağır ve keskin bir kokuyu hissediyordum: Korkunun ve aşağılanmışlığın kokusu…
Nöbeti devralan polisler sırayla demir parmaklıklardan bana tuhaf ve uzak bir ilgiyle baktıklarında, onların gözlerinde kendimi o an Afrika ormanlarından yakalanıp getirilmiş tropikal bir kuş gibi düşündüm. Bana bir süre baktıktan birkaç dakika sonra da oturdukları salondan bir ses duydum: “Kimliği yokmuş!” diyordu, biri diğerine.
Şakağında koca bir ben olan, sürekli terleyen ve hızlı hızlı konuşan bir polis nezarethanenin demir parmaklıklarına başını dayayıp ne iş yaptığımı sorunca, ne olur ne olmaz, deyip: “Serbest meslek,” dedim. Bunu duyunca bir anda dalgınlığından kurtuldu ve o sıradan bakışları yırtıcı kuşların gözlerine benzedi ve üstüne basa basa: “Başka?” dedi. “Nasıl başka?” dedim. Durdu, yırtıcı gözlerinden keskin, asitli ışıklar geçti; belli ki bir şeyler düşündü: “Yok bir şey,” dedi ve sonra tekrar eski dalgın savrukluğuna, eski sıradan gözlerine döndü. Birkaç saniye sonra da polislerin oturduğu salondan: “Serbest meslek… Sertest meslek, ha!” diye yüksek sesle bağırıp kahkaha atan birkaç polisin sesi geldi kulağıma…
Nezarethanenin gıcırdayan banklarından birine yavaşça oturdum, sırtımı dayadığım bankın ıslak soğukluğunu ciğerlerimde hissettim. Hemen, gömleğimin cebini yokladım. Dostluk dolu bir sigara yaktım. Garipti, o an içimde çocuksu bir dinginlik vardı. Sanki buraya düşünce birdenbire kendimi sevmeye, kendime alışmaya başlamıştım. Ruhum, tutarsız esen rüzgârlarını kesmiş ve içimde hiç durmadan kendine çarpıp duran pencerelerini şimdilik sessizce örtmüş, bir ana şefkatiyle üzerine kapanmıştı. Bedenim kanıma salgıladığı salgılarıyla, tüm ağrılarını, sızılarını geri çekmişti.
Dışarıdan gelen bağırış, çağırış, hatta tokat seslerini duyunca kendimden koptum. Demir parmaklığın kilidi hoyrat bir çabuklukla açıldı ve iki polis saçları üç numara kesilmiş, zayıf, uzun boylu ve üzerinde rengârenk yeleği olan gençten birini ensesinden tutup içeri, yanıma fırlattı. Yeni misafirimle bir an göz göze geldik ama beni pek önemsemedi. Önce nezarethanenin bir ucundan öbür ucuna birkaç kere gidip geldikten sonra, bir sigara yaktı. Sonra da ürkek adımlarla demir parmaklıkların önüne yürüdü: “Bakın, çok yanlış yapıyorsunuz. O torba benim değildi, masanın üzerinde duruyordu, biri bırakıp gitmiş. Ben yıllardır tombalacılık yapmıyorum,” dedi salonda nöbet bekleyen polislere.
Bunun üzerine daktiloda bir şeyler yazan polislerin biri yazmasına hiç ara vermeden: “Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu biz iyi biliriz, bize akıl öğretme de kapa çeneni, biz senin gittiğin yerden geri geliyoruz,” diye bağırınca, başını eğdi ve geçip karşıma oturdu. Bana bu defa dikkatlice baktı ve başıyla selamladı, sonra da: “Kimliğini evde mi unuttun sen?” diye sordu. Çok şaşırmıştım. “Nasıl anladınız?” dedim. “Ben anlarım,” dedi. “İnsanların yüzünden her şey belli olur.” Yine ayağa kalktı ve ama bu kez biraz daha umutsuz bir şekilde demir parmaklıkların önünden bir süre polisleri seyretti. Bu defa da polislere: “atv’de arkadaşlarım var, arayabilir miyim?” diye sordu. Polisler önce birbirlerine baktılar, aralarında bir an bir sessizlik oldu. Aynada kravatını düzelten bir polis: “Kimi arayacaksın, atv’den?” diye sordu meraklı bir muziplikle: Tombalacı genç önce bir an düşündü sonra da, “İbrahim!” dedi. Bu sırada elinde çay tepsisiyle biraz önce içeri girmiş olan bir bekçi alaylı bir ses tonuyla. “Ohoo!.. Senin de dünyadan haberin yok; İbrahim, aylar önce Kanal 6’ya geçti,” deyince, daktiloda yazı yazan polis atıldı. “Söylüyoruz, senin gittiğin yerden biz geri geliyoruz, diye, inanmıyor.” Bizimki bu defa polislerden bir hayır gelmeyeceğini anlayınca, onların duyacağı bir şekilde ama bana bakarak: “Siz, öyle, sanın. Nasılsa, durumumu haber alır almaz, onlar beni ararlar” dedi…
İşte tam bu anda duvarları titreten bir sesle herkes irkildi: “Çekilin, dokunmayın o pis ellerinizle bana. Hiç utanma yok mu sizde!” Demir parmaklıklı kapımız, bu defa ağır ağır açıldı. İriyarı, kızıl saçlı, yaşlı komiser, kibar bir ses tonuyla: “Dokunan falan yok size, lütfen, buyrun geçin!” dedi. Ve nezarethaneden içeri, uzun beyaz sakalları ve elindeki garip tahta bastonuyla yaşlı bir adam girdi. Havanın sıcak olmasına rağmen kalın bir palto vardı üzerinde; boynunda ise yün bir atkı. Bize önce kim olduğumuzu anlamak için son derece ciddi bir ifadeyle baktı; sonra da adeta kutsal dava arkadaşlarını selamlar gibi: “Geçmiş olsun, arkadaşlar!” dedi o kusursuz İstanbul Türkçesiyle. Paltosunun ceplerini arar gibi yaptıktan sonra da “Sigaranız var mı arkadaşlar?”diye sordu. Bir sigara uzattım. Tombalacı genç de sigarasını yaktı. Sigarasından bir duman çektikten sonra tombalacının biraz önce yaptığı gibi, o da demir parmaklıkların önüne emin adımlarla ve yüzünde polisleri küçümseyen, dahası onlara yol gösterip akıl verecek olan birinin ifadesiyle yürüdü ve tane tane konuşarak: “Bakın, sayın arkadaşlar, bugün burada, bu gece, bir tarih ayaklar altına alınıyor ve tüyler ürpertici bir skandal yaşanıyor. Neden mi? Açıklayacağım. Bu mübarek şehir, bu evliyalar diyarı fethedilirken, daha hiçbiriniz dünyada yoktunuz. Ama sorgusuz sualsiz, bu hayvan inine attığınız, ben vardım. İşte, acı olan bu. Yüce Fatih Sultan, Akşemsettin Hoca ve ben surlardan İstanbul’a girerken, yaşadığımız o gururu hiçbiriniz bilemezsiniz. Bilemediğiniz için de sürekli yanlışlar…