Canım kardeşim,
Mektubunu gün doğarken okudum. Central Park üzerine sis çökmüştü ve tatlı bir pembelik kaplamıştı gökyüzünü. Bir süre pencereden şehri seyrettim…
New York… İçimdeki görkemli yalnızlığın şehri.
Ölümlü bedenimin küçüklüğünü yüzüme vurun büyük dünya…
Ardımda bıraktığım dar algılı küçük yaşamı düşünüyorum şu anda, birkaç gün sonra geri döneceğim… Ve biliyorum ki Tolgacığtm ne ben büyüyeceğim, ne acılarımız küçülecek…
Acılarımızdan utanalım istiyorlar. Zayıflıklarımızdan utanalım… Hata yapmaktan korkalım istiyorlar…
Mümkün mü?
Aşkla ve acıyla ve hayatla görülecek hesabın daha çok başındayız.
Acının defterini şimdilik kapatıyorum.
Arttk “umut”tan konuşmaya ne dersin?
Gözlerinden öperim…
İclâl
***
“Usanmadım, uslanmadım…”
Şairin dediği hep haklı yola mı çıkıyor?
“Kime sorsan evinde bir oda eksik” diyor çünkü…
İnsanoğlunun en iyi bildiği bir diğer duyguyu anlatmaya kalkıştık yine… Tolga ve ben…
Acının tanımı olur mu ; konuşmak acıyı tüketir mi ?
Bu sınavın sorularını biliyordum da yanıtları doğru mu sayamıyorum…
Ben acıyla yaş alıyorum… Onunla biçimleniyorum. Ve onunla sınanıyorum. Ve sanıyorum bir türlü uslanmıyorum…
Her kitabıma mutlaka hır Sezen Aksu şarkısı damgasını vuruyor. Bu sayfalar biçimlenirken dilimde sürekli aynı şarkı vardı…
“Öğrenmedi gönül yaşlanmayı
Dünya zamanıyla gün saymayı
Saldım semaya özgür, en kara sevdayı
Senden başka bir şeye inanmadım…”
Sevgili okur,
Hâlâ yanımda mısın, sen de benim gibi kendini masallara adar mısın?..
Prelüd
“Senin Adın Bile Geçmedi” 2009 Ağustos’unda yayımlanmıştı.
Çalışmaya başladığımızda bahar sonuydu.
Şimdi, serinin ikinci kitabı için bir araya geldiğimizde, aradan tam sekiz ay geçmiş demek ki.
İnsan, geçip gitmiş zamanı böyle hesaplar ve ağlar.
Yazık ettiğini, haksızlığa uğradığını, asla değişmeyeceğini, hiç iyileşemediğini, her seferinde döne döne başladığı yere savrulduğunu, duymaması gereken sözler duyup görmemesi gereken şeyler gördüğünü, kendini bir türlü sevip sevdiremediğini, ömrünü yok yere tükettiğini düşünür ve ağlar.
Üzerinden zaman geçmişse, insan yaşadığı evlerle semtlere, işittiği ilk sevgi sözcüklerine, hatırladığı bütün sarıp sarmalamalara, unutamadığı güneşli günlere, boynundaki ipi almak için uzanmış şefkatli ellere ve mutluluktan öldüğü gecelere bile ağlar.
Yeni kitabın ilk konuşmaları için İclâl’e giderken bunları düşünüyorum işte.
Bu seferki temanın acı olmasına karar verdiğimizden beri, beni kendi odağına çağırıp çeken ilk şey oluyor zaman.
İclâl’le geçen… İclâl’le geçecek zamanı düşünüyorum sonra.
Bir önceki kitaba sorularla ve metinlerle girmiştim.
O metinlerde kullanılan zaman anıların zamanıydı. Günler geçiriyorduk birlikte ve sonra anılarını alıyordum kaleme.
Bu defa, zamanı daha sınırlı kullanabileceğim geliyor aklıma.
Günlere dökebileceğimi düşünüyorum İclâl’le geçecek zamanı.
Sonrasında, o günlerden bir seçkiyle katılabileceğimi bu kitaba…
Daha ilk günden, bir sürü haksızlığın tam ortasında buluyorum onu.
Anlatılacak şeyler değil. “Ben olsam ertelerdim bu görüşmeyi,” diye düşünüyorum. “Dayanamazdım.”
“Daha kötüsü de olabilirdi,” diyor o. “Bu sabah kalktım ve böyle düşündüm. O yüzden unutacağız. Unutup devam edeceğiz.”
Böylelikle, anlamaya bile kalmadan, başlamış oluyoruz kitaba. Şöyle devam ediyor çünkü: “Ama adaletsizliğin acısını,.. Ölümden sonraki bu en büyük acıyı mutlaka konuşalım. En çok bunu konuşalım bu kitapta.”
Bu arada Kont Asistan Batu’nun yönettiği bir telefon trafiği başlıyor.
Dinleye dinleye anlıyorum ki, şehrin bir yerlerinde evlere yemek servisi yapan motosikletli çocuklar trafik kazaları geçiriyormuş.
İclal’den “Sadece zamanında yetişmemiş siparişlerin parasını değil, hastane masraflarımızı da kendimiz karşılıyoruz. Sigortamız bile yok!” diye yardım istiyorlar.
İclâl, ertesi günün köşe yazısını bu konuya ayırmaya karar veriyor ve söz konusu şirketlerin irtibat numaralarını bulup, yönetimlerini sorgulamaya başlıyor telefonda.
O konuştukça, gücünü paradan alan otoriteyi rahatsız eden sanki benmişim gibi, içimin acısı hafifliyor.
Salonu silme cam. Boğaz’ın içindeymiş gibi oluyor insan. Binlerce yılın acılarına tanıklık etmiş denize bakarak başlıyoruz konuşmaya.
İlk sorum, acının anlatılabilir olup olmadığına ilişkin.
Ama söz konusu olan acıysa, sıralı sekili ilerlemek pek mümkün değil.
Hani bazı geceler vardır; tasarlanmamıştır; ama ne olursa olur ve en güzel sohbetlere açılır. Biri bir şey söyler, ardından öteki başka bir şey mırıldanır, rota belirsizdir önce ama sonra herkes birdenbire dirilir ve neyin içinde olduğunu kavrayıp, konuştukça konuşmaya, dinledikçe dinlemeye başlar. Hayatın, konuşmaların, genel geçer tavırların umut kırıcılığı bitiverir. Konu acı bile olsa! öyle bir sohbete açılıyoruz işte.
Kızı Lâl gelene dek sürdürüyoruz konuşmayı.
Öyle yerlere çekiyor ki konuyu, arada bir heyecanlanıp lafı ağzından alarak, söyleyeceklerini söylemek isterken yakalıyorum kendimi.
Sonra çok tuhaf bir şey oluyor. Lâl kapıdan girdiğinde.
Önce, her çocuğun o bildik, gününü anlatma telaşı yaşanıyor. Ayaküstü.
Ve yine ayaküstü, daha oturmamışlarken, anne kız kelime çalışmaya başlıyorlar karşımda. Neye uğradığımı şaşırıyorum.
“Muhtemel”in ne olduğunu soruyor İclâL; “kinaye”yi soruyor. O gün o acılarla boğuşan kendisi değil sanki. Mutlulukla soruyor. Lâl de aynı mutlulukla açıklamaya başlıyor.
Kendimi birdenbire İngiliz klasiklerinin içine savrulmuş gibi hissediyorum ve sevinçten ağlamak geliyor içimden.
Ben Tolga’ya sıradan bir hikâye anlatmıştım. Hiç içlenmeden, hiç hüzünlenmeden… Yorulduğum bir çocukluk öyküsüydü çünkü. Kimsenin bir diğerinden farklı acı taşımadığını anladığımdan beri… Ya da acılar parıltısını yitirip sıradanlaştığından beri kanıksadığım bir geçmiş zaman hikâyesiydi.
“Kimsenin bana bir şey yapmasına gerek olmadığını biliyordum artık. Vakti gelince kendim çıkarıp kendim vuruyordum sırtıma kırbacı…”
Böyle dedim Tolga’ya…
Sonra çay koymaya gittim…
Tolga bana ertesi gün bu metni yolladı.
Şarkıların ilki
Kırbaçla açmıştı gözünü.
Sesi, doğar doğmaz patlamıştı kulağında.
Bir daha da hiç eksik olmamıştı sırtından.
Kendi varlığıyla ne zaman sevinip taşacak olsa, çok değil birazcık umutlansa, yiyiveriyordu kırbacı.
Sahibi, kendi yavrusunu yiyen kediler gibi, kırbaçla yalaya yalaya sıyırıyordu tenini.
Sonra, çok çok sonra, güzel günler çıkıp geldi.
Kem sözler, azarlar, aşağılamalar, tenini kızarta kızarta yakıp dağlamalar bitmişti.
Yerine kahkahaları, sevinçleri, aşkları, sevip sevilmeleri, onaylanmaları ve başarıları koymuştu yeni günler.
Kulak kesilmiş, güzel günler başlar başlamaz hemen o alıştığı sesi aranmıştı.
Ama hayır; bir şeyler yolunda giderken; o kadar sevinçliyken ve mutluyken, şaklamıyordu artık kırbaç, duymuyordu sesini.