“Hayat genç bir yazarı yolculuklara zorluyorsa, Aytuğ Akdoğan valizini çoktan hazırlamış. Onun ufkunu maceralar, rotasını ise merak belirleyecek. Gittiği yerden döner mi: Aklı bedenini bağışlarsa oralarda kalacaktır. Yazdıkları bunun ipuçlarını taşıyor çünkü.”
küçük İskender.
Kitap, ilk cümlesinden itibaren toplumsallaşmış ya da toplumsallaşamamış insanın sahip olabileceği kimlikleri sorgular ve ironik bir biçimde “serseri” ruhlu bir genç tarafından, yirmi birinci yüzyılın “modern” insanına ve hayatına eleştirel bir bakış getirir. Henüz on dokuz yaşındaki bir gencin aykırı varoluşunu keşfetme ve hakikat arayışındaki yolculuğunda edindiği gözlem ve yorumlar, kitabı üç bölümden oluşan psikolojik bir deneme-roman haline getirir; yazar, bir şeyler anlatırken aynı zamanda bir şeyler söylemeyi de arzular. Yıllarca yalnız yaşamasına izin verildiğinden dolayı içinde oluşan intikam ve şiddet duygusu yüzünden ise kitabın sonlarına doğru artık ufak ufak delirmeye başlar; okur bu sonlarla beraber yazarın bilinci ile kendi sorgusu arasında gidip gelir. Kitabı bitirdiğinizde ise yazarın deyimiyle “kendinizi gerçekleştirmek için” yazarı öldürmüş olursunuz.
***
Geniş, mutlu bir ailede yetişmedim. Mahalleden arkadaşlarım da yok. Öyle çok zengin de sayılmam; ben bir avareyim, çalışmayı düşünmüyorum. Sabıka kaydım olmadan on yedi yaşıma kadar gelebildim. En büyük zevkim iki mezar arasına uzanıp tütün sarmak. Müzikle yaşıyorum, yazıyla öleceğim. Yüzüm, yalnızlığım benim. Hiç doğmamış gibi yerli, hiç ölmeyecekmiş gibi yabancısıyım buraların. O kadar aptalım ki hiçbir şey bilmiyorum. Benimki sefil bir varoluş; anlam peşinde, genç ama hiç. Ancak bazen sevinç dolu! Hâlâ, bazen.
BÖLÜM BİR:
Yaşama dair kaleme alınmış ilk sözcükler
“Ona tutunmaya çalışmak imkânsızdı. Güzelden de öteydi. Birisi benim bebeğimi gördü mü? Onu buralarda gören var mı? Aşk gitti ve beni kör etti. Baktım ama bulamadım; kalabalıkta kayboldu. Bebeğimi kimse gördü mü? Kaybettim, kaybettim bir daha asla bulamayacağım. Belki de yüz binlerce kez seslenmeliydim” The Rolling Stones – Anybody Seen My Baby
Siyah-beyaz bir başlangıç
Sizin içinizde kaç kişi var? İnsan en çok yazarken yüzleşebiliyor kendisiyle. Başkalaşımlarımla olan savaşım tüm hızıyla sürüyor, içimde nasıl bir yaratık barındırdığımı hala çözememiş bir haldeyim. Aslında nasıl birisi olmak ve nasıl bir şekilde ölmek istediğimi bilmiyorum. Siz yoksa sadece tek bir kişiden mi oluşuyorsunuz? Emin değilim…
Aylaklığı kutsadım; yıllarca aptallığımın keyfini sürerek yaşadım. Sırt çantamı alıp neresi olursa gittiğim günlerde yolum Barselona’ya düşmüştü. Tanrım, o şehir o kadar harikulade ve berbattı ki… Barselona, dünyanın her yerinden katillerin, sapkınların, dolandırıcıların, mültecilerin, göçmenlerin, fahişelerin ve en çok da uyuşturucu satıcılarının katılımlarıyla müthiş bir kombinasyona ev sahipliği yapmış, elinizi kolunuzu rahatlıkla biraz kire bulaştırabileceğiniz nadide bir şehir. Arka sokaklarında bugüne dek hiç olmadığım kadar -ki genel olarak pek nezih yerlerde takıldığım söylenemez- kavga, satış ve kaosa şahit oldum.
Senegal’lerden İspanya’ya salt marihuana satmak için gelen bir zenciyle nereye kadar düşebileceğimizi anlayabilmek için pazarlığa oturdum. Ona bir hikâye uydurdum ve biraz öncesinde elinde tuttuğu bir miktar ota 20€ diyen zenci, cebimdeki 5€ ve bir paket sigaraya razı olur hale geldi. Ona orada biraz beklemesini ve birazdan geleceğimi söyledim ama bir daha oradan hiç geçmedim, çünkü istediğim bir çeşit kimyasaldan çok bir hikâye idi. Gerçek bir hikaye. Ve La Rambla’daki ikinci gecemde yürümeye koyuldum. O cadde bugüne kadar gördüğüm en güzel caddeydi ve sanırım bütün bir İspanya’yı benim için böylesine güzel ve farklı kılan şey o fahişeydi. Şu an gene kimin altına girdiğini ölesiye merak ediyorum.
Ben yalnız bir insanım; bir şekilde insanların ilgisini çekmiyorum. Bu yüzden elime biraz para geçecek olursa, yalnızlığımı bir süreliğine başka bir kalbi kırıkla birlikte olarak paylaşmak bana ters gelmiyor: Kibar fahişe, yaşamı boyunca geçimini gençlikteki çekiciliğine borçlu olmak isteyen kızdan daha namusludur. Kızın bu kurnazlığını, görmüş geçirmiş annesi fısıldar kulağına. Yaptığım birçok şey kötü de olsa sizin bütün iyilerinizden daha gerçekçi dostlarım. Üstelik ben her zaman doğru olanı yapmanın doğruluğundan şüphe ediyorum. Ayrıca çoğu fahişenin umursamaz hallerinin hastasıyım, bence hepsinin kendilerince geliştirdikleri bir felsefeleri var. Yanılıyorum, onlar başlı başına bir romanlar ve ben okumayı ilk orospulardan öğrendim.
Aslında diğer kalburüstü memur ailelerinin çocukları gibi makul birisi olmalıydım, fakat kontrolü elimde olmayan bir dürtü beni kötüye, karanlık ve gizemli olana, yeraltına yönlendiriyordu. Herkesin ışıklar altında gülüp eğlendikleri yerler dururken ben o sokağın arkasında neler olup bittiğini görmek istiyordum, çünkü ışık sadece göz kamaştırıcı ve gerçeklerden uzaktı; benim gözlerim karanlıkta açılıyordu. Ve eğer birisi yoldan çıkmak istiyorsa onu hiçbir şey yanlıştan alıkoyamıyordu. Ailemin beni yetiştirmeyerek aslında iyi yetiştirdiğini düşünüyorum. Gene de ben ileride tatlı bir kız çocuğu yetiştirmek istiyorum, bugüne kadar tanıdıklarımdan farklı ve en azından biraz masumca bir kız çocuğu. Ta ki büyüyene dek…
Adını hala bilmiyorum, gene bir arka sokak keşiflerimde, Barselona’da tanıştım onunla. Aslında onu ilk gördüğümde bir fahişeden çok sadece güzel bir kızdı benim için, çünkü elinde telefonuyla, birazdan arkadaşlarıyla buluşacak, beraber bir şeyler içip evlerine dağılacaklar gibi sade bir hali vardı. Ayağında sıradan siyah bir babet, kırmızı bir pantolon ve üstünde gene bir fahişe olduğunun ipuçlarını taşımayan yazlık bir t-shirt ile birkaç barın bulunduğu bir sokağın giriş kısmında bir şeyler ya da birilerini bekliyor gibiydi. Biraz sonra anladım ki beklediği başka günahlarmış.
Göz göze gelir gelmez en cüretkâr tavrıyla onun olmamı istedi. Ben de ilk gördüğüm andan beri onunla olmak istiyordum. Yanına gitmedim, nedense biraz bozulmuştum. Ben devam ettim ve arkamdan geldi, böylece daha fazla geri çevirecek durumum kalmadı ve akışına bıraktım her şeyi. Yol boyunca konuştuk; kültürlü ve eğlenceliydi, yaşını da hiç sormadım ama yirmiden fazla olamazdı. Bana en büyük üzüntüsünün, zamanında onun yerine başkalarının yazdığı şiirler olduğundan bahsetti: “Bazen öyle şiirler okuyorum ki, altına kendi imzamı atmak istiyorum!”
Kaldığı otel pek bir “renkli rüyalar oteli” kıvamındaydı. Odasında iki kişilik geniş bir yatak ve yatağın hemen yanındaki duvarda kocaman bir ayna vardı. Ya seksin hazlarının tekrar tekrar yansıtılarak defalarca yaşanmasını istiyordu ya da yüzleşmesini istiyordu sanki onu beceren adamların; o adamların aslında bugüne kadar kimler tarafından becerildiğini ve bir orospuyla yatacak kadar düştüğünü gösterebilmek içindi sanki ayna. Ya da kendisine bakmak istiyordu, gene hiç tanımadığı boktan bir adam tarafından gidip getirilirken bunu neden yaptığını anlamlandırmak istiyordu. Böyle bir kız için olay sadece para olamazdı. Gün içinde belki de defalarca yeniden kadın olan ama benim hala “tatlı bir kız” olarak anımsamak istediğim bir orospu olarak bile o, bütün kadınlardan güzeldi.
Ganalıydı ama uzun bir süre Touluse’da yaşadığını anlatmıştı. Ama ne zaman kopmuştu raylar, hayat onu ne zaman bir orospu haline getirmişti? O kadar güzeldi ki bence bir fahişeden çok, iyi giyimli, güzel de bir maaşı olan herhangi bir iş adamının akşamları beraber çıkıp, güzel yerlerde güzel yemekler yiyip şaraplar içtiği karısı olmalıydı. Ya da en azından onu ilk gördüğümde düşündüğüm gibi sadece bir şeyler içmek ve biraz rahatlamak için arkadaşlarının gelmesini bekleyen herhangi bir kız. Ama belli ki o herhangi bir iş adamının karısı ya da herhangi bir kız olmamayı seçmişti. Gene de bir orospu olmak ne kadar seçilebilirdi ki?
Belki de zamanında oğlanın birine fena tutulmuş ve ortada bırakılmıştı. Şimdi ise her gün biriyle daha yatıp onu kendince kızdırmak istiyordu ama oğlan binlerce kilometre uzaklıkta bir evde çoktan çoluk çocuğa karışmıştı bile. Gururlarından birbirlerini terk eden sevgililer dünyanın öbür uçlarında mutsuz oldukları bir hayat yaşıyor olamaz mıydı? Belki de en kötü ihtimal adamın onsuz da mutlu olabilmesiydi…
Bir orospunun hikâyesini kimse bilemez ama ben yazabilirim. Düşündüğüm her şey yanlış olsa da onu özlüyorum ve özlüyorum. Çünkü zehirler akıtıldıktan sonra -bunu kendimi aklamak için söylemiyorum ama boşalmak gerçeğe ulaşmak için bir araç, bir bahane benim için- giyinip dışarı çıkmadan önce son kez o dev aynaya baktığımızda, neden bilmiyorum bizi çok yakıştırmıştım. O siyah deri ceket ve dağınık saçlarımla kendimi siyah bir fahişenin yanında, onun dünyasında pek güzel hissetmiştim. Aynadan, odanın ve gecenin verdiği belli belirsiz bir çaresizlikle ona da baktım en az “bize” baktığım kadar ve hala bir kız kadar güzel görünüyordu. Bunu ona da söyledim ve gülümsedi. O an kör oldum…
Onu bir daha hiç görmedim ama hep hatırladım. O da beni bir daha hiç görmedi ama o geceden sonra da benim gibi beş para etmez serserilerle birlikte oldu. Başkaları da aynı benim gibi sıralarını beklediler ve içine ağladılar. Ben ise bir daha hiçbir orospuyla yatmadım, çünkü kendi romanımı yazmaya karar vermiştim. Paylaştığımız bütün anları çok sonraları bile defalarca tekrar yaşadım. Bir rüyaydı benim fahişem ve bir ağıt. Bir çiçek; bir yalnızlık. Artık siyah-beyaz modası hiç geçmeyecek, sonsuz bir renk benim için.
Barselona… İlk defa bir yerden ayrılmak üzere çantamı toplarken karnım ağrıdı ve ellerim titredi. Oysa bugüne kadar en iyi yaptığım şey gitmek idi. Demek böyle acayip bir şehri böylesine müthiş sevmiştim. Kalbim şu an hala Barselona’da atıyor. Herkes çıkmalı o sokaklara, herkes tanıklık etmeli insanların hayatları uğruna nasıl ölümleri göze aldıklarına. Bu sayede anlaşılacaktır aslında yaşamı anlamlı kılan şeyin ölümlü olmasının olduğu. Ya fahişeler ve berduşlar sonsuza kadar yaşasaydı?
Hayatın ölümlü olmasından daha kötü bir şey varsa o da hayatın ölümsüz olma ihtimalidir. Benim sınırım mesela ölümümden sonra çizilecek, çünkü yaşarken bir Tanrı’dan söz edemeyiz. Evet, bu dünyada bile vardır gerçekten çok mutlu insanlar ama emin olun kimse bunu sonsuza kadar sürdürmek istemez. Bir süre sonra dünyadan alabileceğiniz bir şey kalmaz. Yaşamasını en iyi bilenler için bile.
Aslında ben hala o fahişenin odasındaki deri ceketli, pezevenk görünümlü, katil ruhlu pisliğim. Peki ya bazı sabahlar on yaşındaki bir oğlan çocuğu gibi anne ve babasının arasına girip yatan kim? En belalı şehirlerin en belalı serserileriyle pazarlık yapan ya da daha dilini ve hayatını bilmediği bir ülkenin fahişesiyle o yola çıkmayı anlamsızca göze alan kim? İyi bir roman yazmak için kendimi satabilirim, ama kendimi aldatmam. Kendimden saklanamam, hayır bu kadar güçlü değilim. Öyleyse hangisi benim? Hepsi benim.
“Anne ben geldim. Dizlerin duruyor mu başımı koyacak? Anne ben geldim: Ben, oğlun, hayırsızın.” Ahmet Erhan / Teoman – Oğul
Benim hikâyem de her erkek gibi
aynı yerden başlıyor: Annemden
Gün doğdu ve başka bir ülkedeyim. Çok sigara içtim ve hiç uyumadım. Dostoyevski ile Venedik’e giden bir trendeyim. Onu okuduğunuzda yazmaya devam etmenin absürdlüğü çarpıyor gözünüze. Biraz önce gene bir anons sesi geldi trenden ve gene hiçbir şey anlamadım. Sanırım İtalyancayı hiç anlamadığım için bu kadar seviyorum; anlamsız sözleri fakat güzel müziği olan bir şarkı gibi. İtalya’nın varoşlarında geriye doğru giden ya da ters oturduğum bir trende yol alıyorum, ancak elimdeki Dostoyevski’den çok kafamdaki yapbozla ilgileniyorum, hâlâ yerlerine oturtamadığım parçalarım var: Annemi düşünüyorum.
Biz Çengelköy’de büyükçe bir evde, yalnız ve basit hayatlar yaşayan bir aileyiz diye düşünüyorum. Artık farkındayım ki çok gezen daha dışa dönük oluyor. Belki de en çok bu yüzden hep “yol” alıyorum. Annem mesela, yakınlarda evinden çıkıp da gidebileceği bir kafe ve içebileceği bir kahve olsaydı, o büyük evinde o kadar yalnız kalmamış olurdu belki. Ya da tiksinmeseydi onlardan ve bir köpek alsaydı. Sokaklarda tek başına yürürken görülmek istemiyorsa elinde bir köpek ve tasması ile dolanırdı. Ben de sokakta yalnız olmaktan çekindiğim günlerde elimde bir kamerayla çıkar ve bundan tanrısal bir zevk duyarak gördüğüm her şeyi çekerdim. Bugün sinemaya bu denli meraklı olmamın sebebi bir zamanlar içinde bulunduğum yalnızlık olmalı… O lüks ve sessiz eve giren bir daha çıkamıyordu sanki o dağ başından.
Annemin günden güne sigarayı arttırmasına ve neredeyse kanser olmasına neden olacak kadar çok vukuatımız oldu babamla. Babamın hapse girmiş olması yetmezmiş gibi, bir gün ben okuldayken eve iki polis girmiş ve evdeki bütün bilgisayarları alıp gitmişlerdi. Nedeni, zamanında bunun kendisine yapılmasını çoktan hak etmiş olan bazı adamları, internette kaçak olarak oynatılan poker vb. bahis oyunlarında dolandırmamdı. Kendimce bir şekilde adaleti sağlarken bundan faydalanmak da istemiştim.
Ya da gene aynı sene içinde öğretmenlere ettiğim hakaretlerden dolayı okuldan atılmam ve beş yıl okuduğum lise hayatı boyunca üçüncü kez okul değiştirmemin sıkıntısı mesela. Bazen babamla benim, annemin standart hayatını sürdürebilmesi için başına açtığımız belaların iyi ve gerekli olduğunu düşünürdüm ama genç işi bir teselliden başka bir şey değildi bu. Onun için bizim kadar aksiyon fazlaydı. Ağabeyim her zaman mükemmeldi, onun için fazla sözcük yok. Ben “kötü” bir yazarım.
Devlet memurluğu tarzında güvenli ve düzenli maaşı olan işlerin insanıdır annem; sıradan ve küçük şeylerden mutlu olabilen ama babam yüzünden hep huzursuz olan iyi bir kadın. Onun yazı yazmamdan da endişe duyduğunu sezebiliyorum. Hangi anne oğlunun sanatını anlamlandırabilmiş? Daha farklı şeylere ilgi duymam beni sadece anormal kılıyor onun gözünde, farklı değil. Annem için fena olmayan ders notlarıyla pek sorun çıkartmayan ilk gençlik yılları yeterli olurdu. Bana kalırsa ben de yazmayan biri olmayı isterdim ve bu konuda da haklı olmalı çünkü biraz düşününce, edebiyata meraklı oğlunun içindeki bambaşka biriyle yüzleşmesini gerektiriyordu yazdıklarım. Bu ürkütücüydü.
Bir keresinde annem için “Onun bağırmayan bir sesini hiç duymadım” şeklinde bir açıklama yapmış ardından bu düşüncesiz hareketimden dolayı üzülmüştüm. Aslında o ne kadar iyi bir kadındır bilseniz. Bütün anneler gibi hayatı endişe üzerine kuruludur. Mesela o hayatı boyunca hiç sarhoş olmamış bir kadın. Kendisinin