İlk bölümünde okuru ele geçiren benzersiz ve ilginç bir hikaye.. Ruby’s Slippers ve Maggie Bean üçlemesinin yazarından… Sirena..
Maine, Winter Harbor kasabasının dalgalarının derinliklerinde ölümcül bir şeyler beklendiğinden, bu yaz burada hiç kimse güvende değildir.
“Winter Harbor’da tatil yapmak, Vanessa ile Justine Sands kardeşler için bir gelenekti ve bu da, Carmichael kardeşler ile beraber zaman geçirmek anlamına gelmekteydi. Bu yaz Vanessa, ablasının cesaretinden faydalanmaya, okyanusa olan korkusunu yenmeye ve belki de Simon Carmichael ile aralarındaki arkadaşlığı daha da ileri götürmeye kararlıydı.
Fakat ne zamanki Justine, büyük bir aile kavgasından sonra, kayalıklardan suya atlamaya gidip ertesi gün de cesedi kıyıya vurunca, Vanessa bunun bir kazadan daha fazlası olduğuna inanır. Ablasının bazı büyük sırları olduğunu ve Caleb Carmichael’in de ortadan yok olduğunu öğrenince, bundan daha da emin olur. Bu arada, ağızları kulaklarına varmış biçimde kıyıda ölü bulunan erkek kurbanların olduğu korkutucu deniz kazaları meydana gelince, bir anda bütün sahil kasabası karışır.”
***
1. BÖLÜM
Kız kardeşim Justine daima karanlık korkusuyla baş etmenin en iyi yolunun aslında aydınlıkmış gibi davranmak olduğuna inanırdı.
Yıllar önce kapkaranlık odada yatağımızda yatarken bu teoriyi uygulamaya çalışırdı. Bense, yastıklarla çevrili halde iken bile, kötülüğün gölgelerin içinde saklandığına ve üzerime atlamadan önce, nefes alıp verişimin yavaşlamasını beklediğine, kendimi inandırmıştım. Ve her gece benden bir yaş büyük, ama on yıllarca daha bilge olan Justine, sabırla dikkatimi dağıtmaya çalışırdı.
Korkumun ne derece kötü durumda olduğunu ölçmek için de daima “Erin Klein’in bugün giydiği güzel elbiseyi gördün mü?” gibi basit sorularla başlardı konuşmaya.
Ender zamanlarda, genellikle yorucu bir günden sonra geç saatte yattığımızda, korkamayacak kadar yorgun olurdum. O gecelerde, evet, ya da hayır derdim ve uykuya dalana kadar sıradan bir sohbet geçerdi aramızda.
Ama çoğu gecelerde, “Sen de bir ses duydun mu?”, “Sence vampirler ısırınca canın çok yanar mı?” ya da “Canavarlar da korkar mı?” diye bir sürü soru sorardım fısıldayarak. Tam bu noktada Justine ikinci soruya geçerdi.
“İçerisi oldukça aydınlık,” derdi. “Her şeyi görebiliyorum – sırt çantamı, mavi yaldızlı bileziğimi, kavanoz akvaryumdaki Japon balığını… Sen ne görüyorsun, Vanessa?”
Sonra odanın, annem ışığı söndürüp kapıyı örtmeden önceki halini tam olarak gözümde canlandırmaya çalışırdım. En sonunda da, kenarda bekleyen kötülüğü unutup, uykuya dalardım. Her gece bu yöntemin işe yaramayacağını düşünürdüm, ama her gece de işe yarardı.
Justine’nin yöntemi diğer bir sürü korkumla da baş etmeme yarıyordu. Ama yıllar sonra, bir kayalığın üzerinde durup Atlas Okyanusu’na bakarken, hiç şansım olmadığını biliyordum.
“Sence de Simon bu yaz daha farklı görünmüyor mu?” diye sordu Justine bana doğru gelip saçlarını toplayarak. “Daha olgun? Daha hoş?”
Ses çıkarmadan onayladım. Simon ve erkek kardeşi Caleb bu sabah kapımızı çaldıklarında ilk fark ettiğim şey Simon’un dış görünümündeki değişimdi. Ama bu başka zaman konuşulacak bir şeydi – mesela göl evindeki taş şöminenin önünde ısınırken. Öncelikle, eve dönmeliydik.
“Caleb de öyle,” diye söze başladı tekrar. “Maine’deki kırık kalpli kızların sayısı bu yıl dörde katlanmış olmalı.”
Evet manasında başımı salladım, gözlerim yaklaşık on beş metre aşağıda olan sudaki girdaba ve köpüklere takılmıştı.
Justine havlusunu üstüne sardı ve bana doğru yan yan yaklaştı. O kadar yaklaştı ki, saçlarındaki tuzun kokusunu alabiliyor, vücudundaki gözenekleri görebiliyor ve teni sanki tenime değiyormuş gibi ıslak teninin soğukluğunu hissedebiliyordum. Saçlarından damlayan su gri zemine çarpıp ayaklarımın üzerine sıçrayarak etrafa daha küçük damlacıklar saçıyordu. Ani esen rüzgârın oluşturduğu dalgalar üzerimize doğru çiseliyor, ürpertimi titreyişe dönüştürüyordu. Aşağılardan bir yerlerde, Simon ve Caleb, onları ağaçların arasından bize doğru getirecek olan dik yolu tırmanırlarken, kahkahalar atıyorlardı.
“Bu sadece bir yüzme havuzu,” dedi Justine. “Sen de yaklaşık yarım metre yüksekliğindeki bir sıçrama tahtasının üzerinde duruyorsun.”
Başımı yukarı aşağı salladım. Bu an Boston’dan buraya kadar olan altı saatlik yolculuğumuz boyunca düşündüğüm, geçen yazdan beri her gün en az bir kere hayalini kurduğum andı. Olduğundan daha korkunç göründüğünü biliyordum; turistlerin ve gezginlerin gözünden uzak olan bu kuytu yere giden yolu keşfettiğimizden beri geçen iki yıl boyunca Justine, Simon ve Caleb bir sıyrık dahi almadan onlarca defa buradan suya atlamışlardı. Daha da önemlisi, eğer buradan hiç atlamazsam, daima bu ufak yaz topluluğunun en küçük üyesi olarak kalacağımı da biliyordum.
“Havuz sıcak,” diye devam etti Justine. “Bir kere girdin mi tek yapman gereken iki defa bacak çırpmak, sonra rahat şezlonguna bir iki adımda ulaşabilirsin.”
“Rahat şezlongumda yatarken nazik bir plaj görevlisi bana meyve suyumu da getirir mi?”
Justine bana baktı ve gülümsedi. İkimiz de her şeyin buraya kadar olduğunu biliyorduk. Espri yapacak kadar kendimdeysem, çoktan tercihimi yapmıştım.
“Ananasları evde unuttuğum için özür dilerim,” dedi Caleb arkamızda, “ama plaj görevlisi burada ve hizmet etmeye hazır.”
Justine ona doğru döndü. “Zamanı geldi. Donuyorum!”
Justine kayalığın kenarından uzaklaşırken, ben de ileri doğru eğildim. Şu an hissettiğim rahatlama geçiciydi ve tüm yıl boyunca yeminler ettiğim şeyi yapamayışımın neden olduğu hayal kırıklığı, Chione Kayalıklarından ayrılır ayrılmaz tekrar ortaya çıkacaktı. Bu gece, yine böyle tavuk gibi ödlek ve bebek gibi korkak olduğum için bütün gece uyuyamayacaktım.
“Dudakların morarıyor,” dedi Caleb.
En sevdiği -üzerinde güneş gözlüğü ve mayo giymiş bir çizgi film kahramanının resmi olan ve ondan başka kullanmadığı- plaj havlusunu silkeledi ve Justine’nin vücuduna sardı. Justine’yi kendisine yaklaştırıp kollarını ve omuzlarını ovaladı.
“Yalancı.” Kumaş havlu başlığının altından Caleb’e gülümsedi.
“Haklısın. Daha ziyade lavanta rengindeler. Ya da leylak renginde… Çünkü böyle dudaklar sıkıcı mor gibi olmazlar. Yine de sanırım onları ısıtmam gerekiyor.”
Bakışlarımı başka yöne çevirip, şortum ve tişörtümün yanına doğru yürüdüm. Justine de bu yaz için bir yemin etmişti – geçen yaz ve ondan önceki yaz olduğu gibi Caleb’le çıkmayacaktı. “O hala çocuk gibi,” demişti. “Liselilerle işim olmaz artık, onun liseyi bitirmesine daha bir yıl var. Artı, bilgisayar oyunu oynamadığı zamanlarda tek yaptığı şey o dandik gitarını çalmak. Ne kadar hoş olsa da… Hiçbir işe yaramayan şeylere ayıracak bir saniyem bile yok.”
Bates Üniversitesi’nde ikinci sınıfa geçecek olan ve bu yüzden de yaşça – ve buna bağlı olarak zekâ yönünden – daha olgun olan Simon’la neden takılmadığını sorduğumda yüzünü buruşturdu.
“Simon?” diye tekrarladı. “Yürüyen ve konuşan Hava Kanalı’yla mı? Bulut oluşumlarını incelemek için üniversiteyi bir araç olarak kullanan dâhiyle mi? Hiç sanmıyorum.”
Justine’nin kendisine verdiği sözünden dönmesi topu topu otuz dakika sürdü – ki bu süreçte ancak arabadaki bavulları indirmiş, bir şeyler atıştırmış ve Simon’un eski Subaru’suna binmiştik. Öyle hemen Caleb’in üzerine atlamamıştı, ama onu görür görmez, parlayan gözlerinden böyle yapmak istediği açıkça anlaşılıyordu. Kollarını Caleb’in boynuna dolayıp çocuğun yüzü kızarana dek boynunu sıkmak için arabaya binip, yolun aşağısına inene kadar beklemişti.
Artık Caleb’e sarıldığına göre, ben de giysilerimi giydim ve bir havlu kaptım. Hava güneşli olmasına ve henüz ıslanmamış olmama rağmen, soğuktan titriyordum. Maine’nin bu kadar kuzeyinde yazın ortasında bile, hava sıcaklığı yirmilerin üzerine pek çıkmıyordu ve sert esen rüzgâr, havayı daima en az beş derece daha soğuk hissettiriyordu.
“Yola çıkmalıyız,” dedi Simon aniden, yolun ağzında belirerek.
Simon, Carmichael kardeşlerden yaşça daha büyük, daha sessiz, daha çalışkan ve dış görünüş itibarıyla eskiden sırık gibi uzun ve kötü duruşlu olanı olabilirdi, ama geçen yıldan beri bir şeyler değişmişti. Kolları, bacakları ve göğsü dolgunlaşmıştı; üzerinde gömleği yokken, karın kaslarını açıkça görebiliyordum. Hatta ayakta daha uzun ve daha dik görünüyordu. Bir çocuktan ziyade bir erkek gibi görünüyordu.
“Gelgit değişiyor ve bulutlar toplanıyor.”
Justine’yle göz göze geldik. Ne düşündüğünü biliyordum: Farklı kanal, aynı hava durumu.
“Ama daha yeni geldik,” dedi Caleb.
“Peki ya günbatımını izlemeyecek miyiz?” diye sordu Justine. “Her yıl burada günbatımını izleyeceğiz diyoruz, ama hiçbir zaman izlemiyoruz.”
Simon sırt çantasından bir tişört çıkarıp kurulanma gereksinimi duymadan üstüne geçirdi. “Daha birçok günbatımı olacak. Bugünkü günbatımı buraya doğru hızla ilerleyen şiddetli fırtına tarafından engellenecek.”
Simon’un ufka doğru yukarı aşağı salladığı başını takip ederek aynı yöne baktım. Ya gökyüzünü fark etmeyecek kadar suya odaklanmıştım, ya da kara bulutlar aniden ortaya çıkıvermişti.
“Yola çıkmadan önce hava durumunu kontrol ettim – meteoroloji istasyonu gökyüzünün gecenin geç saatlerine kadar açık olacağını söylüyordu. Ama görünüşe bakılırsa, yıldırım düşmeden önce dağdan inmek için yaklaşık yirmi dakikamız var.” Başını iki yana salladı. “Keşke Profesör Beakman da bunu görebilseydi.”
Ben daha neden diye soramadan önce Caleb ile Justine kısık seslerle kendi aralarında konuşmaya başladılar ve ısınmak için dizlerimi karnıma kadar çekerek otururken Simon da yanıma çömeldi. “İyi misin?” diye sordu.
Evet anlamında başımı salladım ve gülümsemeye çalıştım. Yıllar boyunca Simon yalnızca Caleb’e değil, aynı zamanda Justine’ye ve bana da koruyucu bir ağabey olmuştu. “Biraz üşüdüm, keşke spor ayakkabılarımın kauçuk tabanı daha kalın olsaydı diye düşünüyorum, ama bunun dışında iyiyim.”
Sırt çantasından kestane rengi bir örtü çıkardı ve bana uzattı. “Hiç önemli değil. Sadece bir gün böyle… Daha önümüzde uzun bir yaz var. Ayrıca bundan sonraki yaz ve ondan da sonraki yaz… “
“Teşekkürler.” Utanmış bir şekilde bakışlarımı başka bir yöne çevirdim. Simon içinden gelenleri söylemişti, ama başarısızlığımı bu kadar kısa zaman zarfı içerisinde hatırlatmaya da gerek yoktu.
“Ciddiyim,” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Ne zaman hazır olursan, hatta hiç hazır olmazsan bile sorun değil.”
Dikkatim dağıldığı için mutlu bir şekilde örtüyü üzerime çektim.
“Yeni plan,” dedi Justine.
Simon’un uzattığı elini tuttum ve kalktım. Justine ve Caleb birbirlerinden zor da olsa ayrılmışlardı, ama bu sadece Justine havlularını yere düşürene kadar sürdü. Kayalığın kenarında durmuş el ele tutuşmuş bir şekilde arkalarına bakıyorlardı.
Justine sırıttı. “Zamanımızın kısıtlı olması, kesinlikle şimdiye kadarki en güzel yaz olacak olan dönemin ilk gününü ölümsüzleştirmemize engel olamaz.”
“Eve dönüp sıcak çikolatayla ısınarak mı?” dedim.
“Aptal Nessa.” Justine bana doğru bir öpücük gönderdi. “Caleb ve ben son bir atlayış daha yapacağız.”
“Dönerek,” diye ekledi Caleb.
Onlar birbirlerine bakarken ben de Simon’a baktım. Sanki beyni en kısa zaman biriminde en güçlü etkiyi oluşturacak kelimeleri bir araya getirecekmiş gibi ağzı açık bekliyordu. Geniş sırt kasları ince pamuklu tişörtünün altında gerilmişti. Bana yardım ettikten sonra iki yana açılan elleri yumruk halini almış ve kaskatı kesilmişti.
“Salto! ” diye bağırdı Justine.
“Hayır,” dedi Simon. “Asla olmaz.”
Kendimi gülmekten alıkoyamadım. Justine’de en sevdiğim – kıskandığım – şey de buydu. Ben hala gece lambası açık olmadan uyuyamazken, Stephen King okuyamazken ve fiziksel olarak tamamen güvenli bir şekilde kayalıktan suya atlayamazken, Justine benim tam da kaçmak için elimden geleni yaptığım, adrenalin yüklü şeyler için yaşıyordu. İşte burada, yağmurun altında sırılsıklam olmanın ve kızarmanın birkaç dakika öncesindeyiz; ama o bir girdaba sırtı dönük bir şekilde atlayarak elektroşoku garantilemek istiyor.
“İki dakika sürer,” dedi Caleb. “Biz atlar atlamaz, aşağıya doğru inebilirsiniz, yolda buluşuruz.”
“Böyle havalarda dalgaların tuhaf bir hal aldığını biliyorsun,” dedi Simon. “Son atladığımızdan beri su çok daha sığlaştı.”
Justine arkasına baktı. “Su o kadar da çekilmiş olamaz. Bir şey olmaz.”
Benden yaşça büyük ve güzel kardeşimi izliyordum; saçları uzun tutamlar halinde rüzgârda savrulacak kadar kurumuştu. Söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu – Justine bir kere kararını verdi mi, artık konuşma fırsatın yoktur. Bana doğru gülümserken, gözleri gökyüzünden kalan son parçaları da yutar gibi görünen kara bulutların önünde parıldıyordu.
Parlak beyaz, keskin bir yıldırım aniden gökyüzünden koptu ve yeri titretecek kadar yakınımıza düştü. Rüzgâr yaprakları dallarından kopartarak ve yerden toprak kaldırarak esti. Uzun bir sopa tıpkı bir ok gibi bana doğru uçtu; iki elimle yüzümü kapadım ve yere yattım. Yağmur önce hafif bir şekilde, sonra hızla yağmaya başladı, taki Simon’un örtüsü sırtıma yapışana ve soğuk su yüzümden aşağıya akana kadar öylece durdum. Fırtına başladığı kadar hızlı bir şekilde biter umuduyla olduğum yerde kaldım, ama hava gittikçe soğudu, rüzgâr sertleşti ve gök gürültüsü gittikçe şiddetlendi. Ayaklarımın altındaki kayanın titreşimi beni olduğumdan da fazla sarstı. Birkaç metre ötede, Simon rüzgârda dengesini korumaya çalışarak kayalığa doğru ilerledi ve Justine ile Caleb’in havlularını ve elbiselerini aldı. Seslendim ama sesim sağanak yağmurun ve uğuldayan rüzgârın arasında kayboldu.
Güçlükle ayağa kalktım, ama yere yakın duruyordum, o karanlıkta ve uçuşan molozların arasında kayalığa doğru ilerlemeye çalıştım. İkinci bir yıldırım ufku ikiye yarınca, sanki güneş açmış gibi her yeri net bir şekilde görebildim.
Justine gitmişti.
Kollarımı yüzüme siper ederek kayalığın kenarına doğru hızla koştum. Üçüncü bir yıldırım ileriye düştü ve ben – kayalıklardan aşağıya düşerek – misyonumu tamamlamaya ne kadar yakın olduğumu anladım.
Durmaya çalıştım ama yer çok kaygandı. Sırt üstü yere düştüm ve tek bacağım ileri doğru kaydı. Bir yıldırım daha düşünce spor ayakkabımın gümüş süsü parıldadı; tek ayağımın uçurumun kenarında olduğunu gördüm. Çığlık atıp arkamı döndüm ve parmaklarımı pençe gibi yapıp yere geçirdim.
Bin bir, bin iki-
Gök gürüldüyordu ve kayalar ayaklarımın altında titriyordu. Sert fırtınalar esnasında, yıldırımlar ve gök gürültüleri arasındaki saniyeleri saymak genellikle beni sakinleştirmiştir – ama bunun nedeni çoğu fırtınanın hemen dibimde meydana geliyor olmamasıdır.
“Yaşıyorlar!”
Simon beni iki eliyle belimden yakalayıp düştüğüm yerden ayağa kaldırdı. Sonra elimi tuttu ve kenara doğru adım adım ilerledik. Uzun birkaç saniyenin ardından elimi sıktı ve parmağıyla aşağıyı işaret etti.
Yıldırım artık daha hızlı düşüyor ve suyu görmeyi kolaylaştırıyordu. Küçük dalgalar iri kayalara vururken göl çalkalanıyordu. Zemindeki ince ağaçlar yana doğru eğilip kalkıyor, ince gövdeleri rüzgârdaki esnek sazlara benziyordu. Başımı iki yana salladım, gözlerim Simon’ı kesinlikle görebiliyordu – sonra Justine’yi gördüm, karanlığın içinde yavaş yavaş ilerleyen ufacık beyaz bir nokta gibiydi. Hafiften koşarlarken Caleb’in kolu Justine’ye dolanmıştı ve kayaların üzerinden yola doğru yarı sürünür bir şekilde ilerliyorlardı.
Justine iyiydi. Tabii ki iyi olacaktı.
Simon onları görüp görmediğimden emin olmak için bana baktı ve beni geri çekti. Her nasılsa ayaklarım hareket edebiliyordu artık, Simon’un arkasından açık alana ve otların kapladığı yolun ağzına doğru hızla ilerledim. Yukarıya çıkarken kaldırdığımız ve üzerinden atladığımız dallar ve kökler şimdi kaygandı ve ilerleyişimizi zorlaştırıyordu, ama yavaşlamadık. Kalbim küt küt atıyordu ve ağaçlığın içinden koşarak ilerlerken bir şeyin, ya da birinin daha hızlı bir şekilde arkamızdan kovaladığı hissini görmezden gelmeye çalıştım.
Yaklaşık yarım kilometre aşağıda, ilerlemekte olduğumuz yol yukarıya çıkarken fark etmediğim başka bir yolla birleşiyordu. Simon geriye dönüp sola doğru ilerlemeseydi, o yolu şimdi de fark etmezdim.
Beklenmedik yol değişikliğinin nedenini görünce kısa bir süreliğine durdum.
Justine. Caleb’in kollarındaydı ve baldırından ayağına kadar inen şerit halindeki bir kesikten oluk oluk kan akıyordu.
Bu ya kir ya da suyosunu-
“Nessa.” Simon onu Caleb’in kollarından alırken Justine elimi tuttu ve öptü. “İyiyim, yemin ederim. Kendim de yürüyebilirdim, ama birileri kahramanı oynamak istedi.”
“Arabada malzeme var,” dedi Simon, kollarında Justine’yle ana yola doğru ilerleyerek.
Caleb’e baktım. Arkalarından bakarken yüzü o kadar endişeli görünüyordu ki, birkaç dakika öncesine kadar Justine’ye kur yapan o neşeli, kendinden emin çocukla aynı kişi olduğunu söylemek oldukça güçtü.
“Kardeşin.” Başını iki yana salladı ve bana döndü.
“Biliyorum.” İkimiz de biliyorduk. Bu Caleb’in hatası değildi. Benim ya da başka birinin de değildi. Justine ateş çemberinin içinden çırılçıplak geçmek istese bile, kimse onu durduramazdı. Hemen yanında bornoz ve yangın tüpüyle beklerdiniz, çünkü yapabileceğiniz en iyi şey ancak bu olurdu.
Arkalarından yürümeye başladık. Biz koştukça yağmur da hafifledi. Gök gürültüsü azaldı ve gök gürültüleri arasındaki saniyeler uzadı. Rüzgâr bile yumuşadı ve normal bir yaz esintisine dönüştü. Simon’un toprak yolun kenarına park edilmiş eski yeşil Subaru’suna vardığımızda, bulutlar gökyüzü görünecek kadar dağılmıştı.
“Gördün mü?” dedi Justine biz onlara doğru koşarken. Arka kapısı yukarıya doğru açılmış olan arabanın döşemesinde oturmuş, Simon yaralı bacağına bandaj yaparken, iki bacağını ileri geri sallıyordu. “Sadece bir sıyrık…”
“Sadece bir sıyrık değil,” dedi Simon, “ama acile gitmeyi de gerektirmiyor.”….