Yazgan’ın öykülerinin temel ve ortak sorunsalı gurbet-sıla uçları arasındaki dönmek-kalmak ikilemidir denebilirse de, burada ne gurbet ne de sıla kavramları alışıldık göçmen terminolojisindeki karşılıklarına tam olarak denk düşmektedir. Çünkü Yazgan’ın göçünün ardında yatan temel dürtü, ekonomik değil entelektüel bir nitelik taşımaktadır. Yazar James Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi adlı romanından anlatılana benzer biçimde, hayatını çevreleyen ve entelektüel anlamda kendini var etmesini kısıtlayan toplumsal ağlar bütününden sıyrılabilmesinin bir yöntemi olarak benimsemiş gibidir göçü. Ancak, her farklılaşmanın bir bedeli olduğu gibi, bu tür bir bağımsızlaşarak varoluşun da bedeli vardır…
Tamer Gülbek
İÇİNDEKİLER
Uzun bir kış
Karanlık günler
Akşam
Yaz hüznü
Kaçıncı sonbahar
Anneme söylemeliyim hastalığını
Sanrı
Geliver
Güz gülleri
Aynalı top
Göl
Keşke
Pembe Kuş
Geçmişe Yolculuk
Kuzey Esintisi
Batık Tekneler
UZUN BİR KIŞ
Yaramaz güneş ışığı beyaza durmuş ağaçların çırpı dallarıyla oynuyor. Sonra yere, kara düşüyor. Sapsarı, sıcacık. Kilisenin çanım aydınlatıyor. Karşıda restoran. Kardeşim garsonluk yapardı. Öldü. Daha sonra sahibi restoranı satıp gitti.
Uzun bir kıştı. Rüzgâr pencereden görünen kırmızı tuğla evlerin masalımsı üçgen çatılarının üstündeki karları havaya uçuruyordu. Kardan toz bulutlan vardı. Kar arabaları homur homur yerleri kuruyordu.
Bu kaçıncı kışım burada diye düşündüm. Kar herşeyi kapatıyordu. Sanki yaşama, duygulara bir süreliğine ara veriliyordu.
Bekçinin bıyıkları buz tutmuş oluyordu sabahlan. Sivri buzların sarktığı çatıların altından yürümemeye özen gösteriyorduk. Gelir gelmez ilk iş içi kürklü botlar alınmıştı biz çocuklara. Erkeklere uzun donlar ve kalın fanilalar. Yollan kaplayan kalın buz tabakası yer yer yarılmış oluyordu okula giderken. İçlerinden sular akıyordu o yarıkların. Gözümü kapatıp geldiğimiz Batıyı düşlüyordum erkenden gelip boş bulduğum sınıfta. Şubat ayında lale toplamaya çıktığımız kırları. Hıdırellezde çer çöpten yaptığımız evleri. İç geçiren annelerimizi. “Ah! Bir evimiz olsa.” Paskalyada tokuşturduğumuz boyalı yumurtaları. O yıllardan sonra ilk yağan karda ne kadar sevindiğimizi. Basımızı gökyüzüne kaldırıp daha düşerken havada erimeye başlayan kar tanelerini yüzümüzde bıraktığı
ıslaklığı.
Ama artık bu doğu kentinde gerçek karın ne olduğunu öğrenmiştim. Öğleden sonra okul çıkışı Nermin’lere gidiyorduk. Yol kıyılarındaki karlar bu kısacık günlerde şimdiden gölgelenmeye, maviye çalmaya başlıyordu. Nermin’lerin evi kışın karla yazın katır tırnaklarıyla kaplı bir arsaya bakıyordu. Pencerenin önündeki sedirde oturuyorduk. Soba çıtır çıtır yanıyordu. Nermin ara sıra elindeki demir çubukla yansı mavimsi, madensi duman tüten kırmızı korları karıştırıyordu sobada. Kıvılcımlar uçuşuyordu havada. Nermin’in şeffaf cildinin altındaki incecik kılcal damarların göründüğü al yanakları daha da kırmızıydı şimdi.
Bense iki kanatlı, büyük demir kapıların açıldığı taş koridorların içinde kayboluyordum. Danimarka kraliçesi Gürtrit’in yaşamını okurken zamanı unutmuştum o karlı arsaya bakan sedirin üstünde. Bir gün kaderin beni Kuzey’e fırlatacağım hiçbir falcı söylememişti. Sütlü kahvenin kokusu yaydıyordu ortalığa. Bu doğu kentinde yapılan sütlü kahvelerin lezzeti hiçbir yerde yoktu.
Dönüş yolunda durup ayaklarımı vuruyordum yere sık sık. Havanın ne zaman karardığını, akşam ayazının ne zaman başladığını hiç ayrımsayamamıştım. Evimize giden yol uzadıkça uzuyordu. Ayaklarım karıncalanıyordu. Bir süre sonra hissetmemeye başlamıştım onları. Koşmaya başladım. Sabırsızca çalıyordum zili. “Evde yoklar mı Bir asır kadar uzun sürmüştü sanki beklemem.
“Nerde kaldın?”
O an azarlanmanın bile ne kadar hoş olduğunu düşünüyordum. Birgün böyle bir kış günü annemleri evde bulamayıp kapıda kalma korkusunu taşımıştım hep. Çocuksu, içgüdüsel bir donma duygusuydu bu. Kardeşim kilisenin karşısındaki restoranın bahçesinde ördekleri besliyor. “İçerigel!”diyor. “Sana çay yapayım. Isın biraz.”
“Bu ördekleri kim getirdi buraya?”
“Karşıki gölün kıyısından geldiler”
“Uçarak mı?’
“Evet ,” diyor. ‘Dinlene. Dinlene.”
Gene de Ölüyordu ördekler. Buz tutmuş toprakta taş kesmiş yatıyorlardı.
Güvercinleri vardı. O batıdaki küçük kasabada. Uçururdu onları. Tutsaklıktan kurtuldular diye sevinirdim. Sevinmem uzun sürmezdi. Geri dönerlerdi.
Diz boyu nergislerle süslü o tepeye çıkardık birlikte. Elinin üstünde ‘kar kız’. Uçup geriye döner. Elinin üstüne konardı. Hiç büyümeyen utangaç gülümsemesi biraz böbürlenme kokardı.
Güneş patileri altından yaramaz bir kedi gibi oynuyor kilisenin önüne kürelenmiş karlarla. Gelmek istediğini söyleyince “Sen kar sevmezsin!”demiştim. “Burası soğuk. Kışlar uzun!””Sen buralarda yapamazsın.” O doğu ilinde nasıl soğuktan sık sık burnunun kanadığını, üstüne üstlük ciğerinde bir broşun çatladığını .günlerce ağzından gelen kanı durduramadıklarını anımsatıyorum.
“Başım belada.” diyor. “Buralardan kaçmam gerek.
Güneş şimdi paskalya yortusu için çalmaya başlıyan kilisenin çarımda yalazlanıyor.
Bana biçtiği annelikleri hoşlanmadığımı belli etmedim hiç. Annemin sevgisizliğinden, babamın gaddarlığa varan disiplin anlayışından bana sığındığı zaman küçüktüm, üstüme ne büyük bir yük aldığımın farkına varmadım. İlk gençliğimizde yaşam benim için hergün keşfedilmesi gereken bir deniz dibiydi. Aceleme yetişmeye çalışıyordu. Okuduğum kitapları okumaya. Gördüğüm filmleri, oyunları seyretmeye. Kafka’nın ‘Değişim’ini okuduğu zaman sinirleri bozulmuştu. Daha doğrusu hastalanmıştı .Şekspir’i okumaktan çoktan vazgeçmişti. Oysa o doğayı severdi. Kuşları, çiçekleri, atlan. Çocukluğumuzun en mutlu yıllarını geçirdiğimiz o küçük kasabada seyisin peşinde koşardı babamın atına binmek için.
Evlendiğimde artık bir anneye yaşaması gereken gel gitleri bana yönelmişti. Her başını belaya sokusunda bana koşuyordu. Bazen annemler yerine bana telefon ediyorlardı karakoldan. Gidip alıyorduk onu kocamla. Türkiye bize dar gelip kendimizi dışarı attığımızda bana ulaşmak için gene o bildik yola başvurmuştu. “Başım belada.” Ve bu kez gerçekten de başı büyük beladaydı.
Kaç yıl oldu buralardan geçmeyeli. Cevat’ı kapının önünde görmüştüm bir kez. Birbirimize söyleyecek şey bulamamıştık. Gözlerini kaçırılıyordu benden. Sıkıntılı bir sessizlik sürüp gidiyordu aramızda. Çok sonraları restoranı satıp gittiğini rastlantıyla öğrendim. Şimdi simsiyah, tombul gagası kırmızı bir kuş karları didikliyor.
Kilisenin gönderdiği o taziye kartındaki mezarının bulunduğu yeşil tepeciğin yer yer karlarla kaplı olduğu aklıma geliyor apansızın. Baharın uç verdiği daha karların erimeye vakit bulamadığı bir zaman.
KARANLIK GÜNLER
Karanlık bir İskandinav öğleden sonrasıydı. Donuk donuk parlayan cansız gün ışığı bir süre can çekiştikten sonra ölüp gitti. Şimdi sokak lambalarının yıvışık san ışıklan yüzüyordu ıslak asfaltta. Kaldırımda çıplak ağaçların incecik dallanılın gölgeleri karma karışık yatıyordu. Duraktaydık. Yorgun yüzler taşıyordu otobüsler.
Sabahın altısında tuvalete gitmek için açık kapısının önünden geçerken masasının ışığının yandığını görmüştüm. Öne doğru eğilmiş. Sırtı hafif kambur, diyaliz yapıyordu. Dışarısı karanlıktı. Sessizdi. Masadan vuran ışıkta gerçekdışı gibiydi. Hayaleti andınyordu. Diyaliz torbalarım getiren yaşlı ve öksürüklü adama para verirken. “Öğle yemeği yersin”demişti geçen gün.
İşte şimdi birdenbire saçım kestirmek istemişti. Hayret etmiştim. Çünkü daha yeni gitmişti berbere.
Otobüs geldi. Bindik. Radyosu açıktı otobüs şoförünün. Kartlarımızı gösterdik. Yer bulup oturduk. Güzün bitmekte olduğunu, öbür ucundan güneşin yüzünü ancak üç ay sonra göstereceği karanlık bir dehlize doğru hızla ilerlediğimizi düşünüyordum sıkıntıyla. Usuldan başladı o şarkı sesi. İran yaylalarından kopup gelen bir ağıt mıydı? Aşk ezgisi miydi? Pırıl pırıl akan berrak bir sesli. Kartımı gösterirken nasıl uzunca bir süre yüzüme baktığını ayrımsadım. O “benim de baktı.” dedi. Bizi İran’lı sanmıştı besbelli. Şimdi otobüsün yabancı kalabalığında oluşan o gizli bağla ruhlarımız bütünleşmişti.
Akşamlar yavaş yavaş, alıştıra alıştıra inerdi geldiğim yerde. Gökyüzü inceydi. Yumuşaktı. Kuzeyin demir sertliğindeki apansızın insanın üstüne kapanan karanlığına benzemezdi. Garip bir sessizlik kaplardı ortalığı. Tatlı bir serinlik. Telaşlı ama yorgun bir kalabalık dolmuşlara, otobüslere koşardı. O orada kaldırımın kıyısında yanan elektrik lambasının ışığı altında önünde satması gereken mendillere aldırış etmeden otururdu. Önünden dolmuşlar, otobüsler geçer. Aceleci ayakların arasında yere yaydığı ders kitabından defterine bir şeyler aktarırdı. Eğilip önüne koyduğum parayı farketmezdi bile. Küçük elleri özenli çalışırdı. Hep gözlerinin rengini merak ettim. Bir gün kafasını kaldırmadı. Gözlerini göremedim.
Sinemanın önünde güzel romen kızları bazen menekşeler bazen nergisler satarlardı. Verecek kimsem yoktu. Boş bir eve gideceğimi bilirdim. Anneme gitsem. Çiçeklere sevinmezdi. Sevinmeyi unutalı yıllar olmuştu.
Evimiz küçücüktü. İki kişilik yatakla gardropu alacak büyüklükteydi yatak odamız. Işığı kapatıp yorganın altına kayardım işten gelince. Onun yemeğe geç geleceğini ya da arkadaşlarına takıp hiç gelmeyeceğini bilirdim. Uzakta karşı evlerin gerisinde ışıklan yanan yüksek binanın pencerelerindeki masaların arasında insan gidiş gelişlerini izlemeye bayılırdım. Orasının neresi olduğunu hep merak ederdim. Hem kendimi bir gözetliyici gibi hisseder, hem de bu gizemli tek taraflı seyir hoşuma giderdi. Çünkü onların…