“Doğu Medeniyeti” ve “Batı Medeniyeti” ayırımından hareketle, coğrafya merkezli “Doğu Bilimi” veya “Batı Bilimi” diye bir tanımlamanın imkânı var mıdır? Ya da din, kültür, ırk veya medeniyet merkezli, bir “Hıristiyan Bilimi”, “İslam Bilimi”, “Çin bilimi” tanımlaması ne kadar tutarlıdır? Cevap(lar)ı aramak için öncelikle bilgi-değer ilişkisinin nasıl kurulduğuna bakmak gerekir. Bunun için de, kendi başına bağımsız bir gerçekliğin olup olmadığı, gerçeğin belirli paradigmalarla yorumlanmış bir veri olarak araştırmacının ilgisine girdiğinin, dolayısıyla gerçekliğin izafi bir değer olup olmadığının araştırılması gerekmektedir. Artık insanların ne yaptığı, ne ve nasıl düşündüğü arasında ayırıma gidilmesi; yetiştiğimiz kültürün unsurlarının kavramsal bir tahlile tabii tutulması, bilişsel unsurlarının neler olduğunun bilinmesi, bilgi-değer ilişkisinin tespitinde büyük önem arz etmektedir.
“Etkinlik olarak bilim” tasavvuruna göre; bilim, bir sosyal yapı, geleneksel bir etkinlik olup, belirli bir toplumsal ortamda epistemoloji, felsefe, ideoloji ve dine ait konuların bir yansımasıdır. Dolayısıyla “Bilim, salt gerçeğe ulaşmak amacıyla her türlü toplumsal değerden uzak, nesnel bir sorgulamadır!” şeklindeki değerlendirmenin tutarlılığı yoktur. Bu açıdan bilgi iletişimi yoluyla bağlantıları olan kişilerin oluşturduğu “birlik”ler ve bunlara ait bilimsel topluluk(lar) vardır.
Bu da Bilim ve Felsefe ilişkisini gündeme getirir: Hem bilim, hem de felsefe, sorgulayıcı ve refleksif bir tutumun ürünüdür, her ikisinde bir hakikat tutkusu vardır. Bilim, dikkatini sınırlı bir bilgi alanı üzerinde odaklaştırır, dünyanın belirli yönlerini tanımlamaya çalışır. Bunun için öndeyilerde bulunur, deneyler yapar. Bunların sonucunda olgulara ilişkin gözlemlere uyumlu ve onları açıklayan kuramlar ileri sürer. Felsefe ise, bir bakış açısını zenginleştirmek ya da desteklemek için bilimin tanımlayıcı malzemelerini ve teorilerini kullanır. Bilimin varsayımları hakkında kuşku ve itirazlar ortaya atarak, var olanların temelde yatan doğası, anlamı ve ideal imkânları hakkında sürekli olarak sorular sorarak daha ileri gider.
İÇİNDEKİLER
ÖN SÖZ“İSLAMİ İLİM” KAVRAMSALLAŞTIRMASIMevlüt UyanıkİSLAMİ BİLİM NEDİRSeyyid Hüseyin Nasr (Çev: Mevlüt Uyanık)ÇAĞDAŞ İSLAM BİLİMİNE GİRİŞ NASIL OLMALIDIR?Muhammed Zeki Kirmani (Çev: Mevlüt Uyanık)İSLAMİ BİLİM KAVRAMI VE MÜSLÜMANBİR BİLİM ADAMININ DÜŞÜNCE MODELLERİMichael Robert Negus (Çev: Aygün Akyol)BİLGİNİN İSLAMİLEŞTİRİLMESİ VEİSMAİL RACİ FARUKÎMevlüt UyanıkBİLGİNİN İSLAMİLEŞTİRİLMESİ VE MODELKURMADA BAZI METODOLOJİK MESELELERMuhammed Arif (Çev: Mehmet Paçacı – Mevlüt Uyanık)FARUKÎ VE ÖTESİ: BİLGİNİN İSLAMİLEŞTİRİLMESİNDEMÜSTAKBEL EĞİLİMLERİlyas Ba-Yunus (Çev: Mehmet Paçacı – Mevlüt Uyanık)BİLGİNİN İSLAMİLEŞTİRİLMESİ: BİR CEVAPFazlur Rahman (Çev: Mevlüt Uyanık)BİLİM AHLAKI MÜMKÜN MÜ?Mevlüt UyanıkDİZİN
ÖN SÖZ
“Doğu Medeniyeti” ve “Batı Medeniyeti” ayırımından hareketle, coğrafya merkezli “Doğu Bilimi” veya “Batı Bilimi” diye bir tanımlamanın imkânı olabilir mi? Ya da din, kültür, ırk veya medeniyet merkezli bir “Hıristiyan Bilimi”, “İslam Bilimi” , “Çin Bilimi” tanımlaması ne kadar tutarlıdır?Genel kabul gördüğü şekliyle “Bilimsel bilgi, gerçekten belirli bir alanda; belirli bir yöntemle elde edilen biri-kimsel olarak artarak gelişme ve ilerleme gösteren bilgi türüdür. Bilim ise, bu bilginin düzenli; sistemli hâline geti-ril¬miş şekli olup nesneldir, çünkü doğruluğu/geçerliliği kanıtlanmış, sebep-sonuç ilişkisine (nedensellik) göre elde edilmiş, genel-geçer bilgi”midir? Dolayısıyla düz-çizgisel, ilerlemeci (ürün olarak) bilim tasavvuruna göre, ilim/bilim adamının dinini, dilini, araştırma konusunun seçimi, incelenmesi, varsayımların kurgulaması, test edilmesi ve sonuçlandırılması aşamalarında kültürel evreninin bir anlamı yoktur” hükmünü tutarlı mı kabul edeceğiz?Buna karşılık “etkinlik olarak bilim” tasavvurunu önce-lersek, geleneksel bilimsel araştırma ve yöntem anlayışını eleştirenler ise akla uygun yapının şöyle olması gerek-tiğini söyler: Önce sorun, yani var olan teoriye ya da beklentiye aykırılık tespit edilir; sonra çözüm önerileri ortaya atılır. Bu yeni bir kuramdan söz etmek demektir. Ardından yeni kuramdan sınanabilir önermelerin tümdengelimle çıkarsaması gelir. Sınamalar, test etmeler sonrasında birbirleriyle yarışan kuramlar arasında tercih yapılır ve bilgi ortaya konulur.Buna göre bilim adamları, sahip oldukları teorileri an-cak rakip teorilerin başarılarının tamamını kapsadıktan sonra, yeni olguların keşfine imkân tanıma anlamında, daha fazla deneysel içerik taşıyan ve rakip teorilerin açıklayamadığı olgu ve olaylara dair açıklamalarını deneysel olarak açıklayarak; yeni bir teoriyle karşılaşınca terk edebilirler. Dolayısıyla bilimsel gelişme, dünyaya dair teorik sistemler olan araştırma programlarının başarı veya başarısızlıklarına bağlı olarak verdikleri mücadeleyle sağlanır.Bu bağlamda bilim, bir sosyal yapı, geleneksel bir etkinlik olup, belirli bir toplumsal ortamda epistemoloji, felsefe, ideoloji ve dine ait konuların bir yansımasıdır. Dolayısıyla bilim, salt gerçeğe ulaşmak amacıyla her türlü toplumsal değerden uzak, nesnel bir sorgulamadır, şeklindeki değerlendirmenin tutarlılığı yoktur. Bu açıdan bilgi iletişimi yoluyla bağlantıları olan kişilerin oluşturduğu birlikler vardır ve bunlara ait bilimsel topluluk/lar vardır.Bu tespitler, Bilim ve Felsefe İlişkisini gündeme geti-rir: Hem bilim hem de felsefe, sorgulayıcı ve refleksif bir tutumun ürünüdür, her ikisinde bir hakikat tutkusu vardır. Bilim, dikkatini sınırlı bir bilgi alanı üzerinde odaklaştırır, dünyanın belirli yönlerini tanımlamaya çalışır, bunun için öndeyilerde bulunur, deneyler yapar. Bunların sonucunda olgulara ilişkin gözlemlere uyumlu ve onları açıklayan kuramlar ileri sürer.Felsefe, bir bakış açısını zenginleştirmek ya da destekle-mek için bilimin tanımlayıcı malzemelerini ve teorilerini kullanır. Bilimin varsayımları hakkında kuşku ve itirazlar ortaya atarak, var olanların temelde yatan doğası, anlamı ve ideal imkânları hakkında sürekli olarak sorular sorarak daha ileri gider.Felsefenin bu işlevi yerine getirmesi gerekir, zira bilim, tanımlarda da görüldüğü üzere, inceleme konusu ve yön-temi yönünden kapsamı ve sınırları kesin çizgilerle belirli salt bir faaliyet de değildir. Bu yüzden, çok yönlü, sınırları yer yer belirsiz, karmaşık bir oluşum olan bilimi konu edinen felsefe dalı, bilim felsefesidir. Felsefe, bilimin karmaşık yapısına çözümleyici bir yolla nüfuz etmeyi sağlayacak özgün ve yeni bir tutum üretme ihtiyacı duymuştur.Bu çok yönlü görevlerin türü ve çerçevesi, felsefeyi özel ve en yeni bir felsefe disiplini olarak bilim felsefesini oluşturmaya yöneltmiştir. Bilim tarihinin ağırlık merkezinin düşünce (felsefe) tarihi olması bilim ve felsefe arasındaki ilişkinin çok net olduğunun bir göstergesidir.Bu durumda ortaya bilgi, bilimsel bilgi, bilim ve tekno-loji, bunların kullanımı ve bir bilim ahlakı kurmanın imkâ-nı ya da anlamsızlığı sorunu gündeme gelir. Bu ve benzeri soruların cevabını araştırmada yardımcı kaynak oluştura-bilmesi için telif ve tercümelerden oluşan bir derleme hazırladık. Çünkü “bilmek”, bilen özne (insan) ile bilinen nesne (dış dünya) arasında kişinin belirli bilgi yetileriyle kurduğu eylemdir. Aracısız olarak nesne ile sezgisel bir şekilde kurulan münasebetin mahiyetinin tespiti “değer” kavramının açıklanmasını gerektirmektedir. Zira bilginin pratiğe geçirilmesinde değer kavramı, önemli rol oynamaktadır. Bu anlamıyla eylem, bilginin bir tür nesneleşmesidir; bilgi, değerlerle eylem alanına tesir eder ve onu objeleştirir.Değer hükümlerinin ikili bir yapısı vardır. Hem öznel hem de nesneldir. Nesne, belirli bir zaman ve mekan dili-minde geçerli olan fikrî-dinî-içtimaî donanımlara sahip olan özne tarafından algılandığı için öznel(subjektif)tir. Nesne, hem daima aynı kaldığı için hem de aşkın bir objeye ait olması; yani evrendeki her şeyin Allah tarafından yaratılması açısından nesnel(objektif)dir. Değer, insan eylemlerinin motifleri olduğu için algılamanın değil, anlamanın konusudur. Bu da subjektifliği beraberinde getirir. Zira insan, daima belirli bir inanç, eğilim, değer, kural vs. unsurlarla iç içe yaşamaktadır. Bunların yön-lendiği bir insani ilişkiler bütünlüğü içindedirler ve her şeye bu yaşamanın içinden bakmaktadır. Toplumsal olan her şeyi içermesi açısından bu yaşama, maneviyat(tinsellik)tan başka bir şey değildir. Bu ya-şamada, insanın dış âleme üç tür yönelimi vardır.1. Kişinin tabiat ve sosyal çevreye yönelik psikolojik eğilimi, burada değerler ve inançlar söz konusudur.2. Ferdin psikolojik yönelimiyle bilimsel araştırma sürecine girmesi.3. Bilimsel araştırma sürecine dair bir dizi çalışma. Bunlar gözlem, öndeyi, derleme, yorumlama ve sorgulamadan ibarettir.Özne-nesne ilişkisinin insani ilişkiler ve ilgiler içinde kurul-ması, 17-19. yüzyıllara hâkim olan pozitivist “bilgi güçtür, güç de bilgidir” anlayışının terk edilmesinde önemli bir aşamadır.Pozitivist-mekanist bilgi ve bilim anlayışının temeli, Avrupa’da Francis Bacon, Rene Descartes ve Isaac Newton tarafından atılmıştır. Günümüzde bile, insanların çoğu, bu bakış açısıyla yaşamaktadır. F. Bacon, akli araştırmanın hedefini dünya hakkındaki gerçeği nesnel bir şekilde yakalamak olarak belirlemiştir. Descartes ise gerçeği iki farklı türe dönüştürmüştür. Yani fiziksel âlem gerçeği, bir tarafta maddi ve olguların objektif dünyası, diğer tarafta şuur, zihinsel deneyim ve değerin subjektif dünyası şeklinde ikiye ayrıldı.Bu bakış açısı değerden bağımsız bir bilim anlayışını hâkim kılmıştır. Newton, bu bakış açısının geçerli olması için gereken aletleri temin etti. Böylelikle insanoğlu, mekanik bir dünya görüşüne hâkim olmuştur, sanki dünya insanlar için değil de makineler için yapılmış gibiydi. Hayatın kemiyet ve keyfiyetlerini birbirinden ayırarak, keyfiyetleri ortadan kaldırmakla makine dünya paradigmasının mimarları, tamamen cansız maddeden yapılmış, soğuk ve atıl bir evrenle baş başa kaldılar. Bu şekilde algılanan bir dünyayı yağmalamayı, dünyanın efendisi olması hasebiyle tabii hak olarak görmüştür.İnsanın bilgiye, tabiat üzerinde hâkimiyet kurmak ve onun efendisi olma vasıtası olarak kullanması ve değerden bağımsız olduğunu iddia etmesi, problemin bilgi-bilim anlayışında değil de bunları yanlış kullanmaktan kaynaklandığı tezinin doğruluğunu da tartışmaya açmıştır. Özellikle yukarıda verdiğimiz şekilde insanın dış âleme üç aşamalı bir şekilde yaklaşması tezi çerçevesinde pozitivist-mekanist bilgi ve bilim anlayışının hatayı, bilgiyi yanlış kullananlara yüklemesi ve bilim adamlarını mesuliyetten kurtarması fikri önemli tenkitlere maruz kalmıştır.Bilim adamının tarafsız bir şekilde topluma hizmet etti-ği, ürettiği bilimsel sonuçların insanlığa birçok faydalar sağladığı şeklindeki evrensel faydacılık fikri şu soruları gündeme getirmiştir. Bilimsel bilgiler sonucu üretilen tek-nolojiden hâsıl olan fayda, hangi topluma, hatta bu toplu-mun hangi üyelerine ne oranda, geri kalan üyelerine ne oranda ve ne pahasına olacaktır? Bu sorular, ahlaki değer-lerin hayatımızdaki yeri ve önemini tartışmanın sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu doğaldır, zira insanoğlu, belirli bir zaman ve mekânda, belirli bir toplumda, alışkanlıkları, değerleri, bilgi birikimleriyle yaşamaktadır. Toplumların ekonomik, politik ve siyasal örgütlenmeleri, hatta iklim şartları bile ürettikleri bilime etkide bulunmaktadır.Yukarıdaki sorunun cevabına gelirsek; bilgi-değer ilişkisinin nasıl kurulduğuna bakmak gerekir. Bunun içinde kendi başına bağımsız bir gerçekliğin olmadığı, gerçeğin belirli paradigmalarla yorumlanmış bir veri olarak araştırmacının ilgisine girdiğinin, dolayısıyla gerçekliğin izafi bir değer olduğunun araştırılması gerekmektedir. Artık insanların;a) ne yaptığı,b) ne düşündüğü vec) nasıl düşündüğü arasında ayırıma gidilerek, o insanın içinde yetiştiği kültürün unsurlarının kavramsal bir tahlile tabii tutulması, bilişsel unsurlarının neler olduğunun bilinmesi, bilgi-değer ilişkisinin tespitinde büyük önem arz etmektedir. Bu çerçevede, tinsel-kültürel bir yapılanma olan herhangi bir toplumda yaşayan insan, modern bilgi ve bilim anlayışında “modern” olanın ne olduğunu, bilimsel keşiflerin ve bulguların değerlerinde ne gibi değişiklikler ortaya çıkardığını araştırmaya başlamıştır.Bu araştırma, bilimsel bilgiyle ilgili yeni bir eğilim oluşturabilmenin, diğer bir ifadeyle bilim ahlakının mümkün olup olmadığı tespitini gerektirmektedir.Genellikle aydınların çoğunda görülen bilimsel sonuçlar ile teknoloji kullanımını karıştırmaktan doğan bilimin bizatihi iyi olduğu, sorunun onu iyi ya da kötüye kullanmaktan kaynaklandığı şeklindeki açıklamalar, bir tür bilim ahlakı geliştirmeyi gündeme getirmektedir.Bu tür bir ahlaki yapının oluşturulamayacağını söyleyip, bilimin manevi değerleri göz önünde bulundurularak yapılması gerektiğini söyleyen Batılı düşünürlerin başında J. J. Rousseau gelmektedir. Fakat pozitivist düşüncenin hâkim olmasıyla bu düşünce fazla rağbet görmemiştir.Rousseau’dan sonra Emile Boutroux, Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu adlı eserinde bu mesele üzerinde durmuştur. O, pozitivist bilim anlayışının ahlak-din kuralları gibi yeni (bir bilim ahlakı) kurallar dizgesi kurmasının imkânsızlığını belirtmiştir. Diğer bir ifadeyle değerler sahasının bilimsel verilerle tanzim edilmesine olan felsefi tepkisini, tabiat ve beşeri bilimleri inceleyip, ahlak alanına çıkartarak göstermiştir.Bir diğer bilim adamı, Henri Poincare, ahlakın bilime dayandırılmasının yıkım olacağını düşünmektedir. Bu yapıldığı zaman, her şey, özellikle suç ve cezalar isim değiştirecek, cinayet ve hastalıklar yayılacaktır. Bilim, ona göre kendi başına bir ahlak yaratamaz.Buna karşılık, bilginin başka, onu kullananın başka olduğu tezinden hareketle, bilimin yanlış kullanımını engelleyecek bir takım ahlaki güdülerin tanımlanması, dolayısıyla bilim ahlakının kurgulanmasının mümkün olduğunu savunanların görüşü genel hatlarıyla şöyledir.Bilim, kullananın davranışlarından sorumlu değildir, çünkü bilim evrenseldir, Müslümanı Hıristiyanı olmaz, ama Müslüman fizikçi, Hıristiyan fizikçi, Türk biyolog, Rus biyolog vardır. Bunlar, bilimi yanlış kullanabilirler; hataları genelleştirilemez. Bu meseleyi din, felsefe, politika gibi insanları birbirinden ayıran unsurların dışında ele almak lazımdır. Hiçbir milletin tekelinde olmayan, her insanı aydınlatacak bir gerçek olarak bilim ahlakı oluşturulabilir. Bilimin yanlış kullanımı, bu şekilde engellenebilir.İster bilim ahlakı kurmanın mümkün olamayacağı savu¬nul¬sun; isterse bu tür bir ahlak kurmanın mümkün olacağını söyleyerek, bilimin yanlış kullanılmasının önüne geçmek savunulsun, her iki bakış açısının da bilginin kullanımı meselesini çözmek zorunda olduğu bir gerçektir. Zira bilginin toplumsal bir kurgu olarak düşünülmesi, yani dış dünya hakkında elde edilen bilgilerin ve üretim teorilerinin bilim adamları topluluğunca kurulup kullanılması olgusunun nasıllığını açıklamak gerekmektedir. Bunun yanı sıra yöneticiler ve politikacılar tarafından sosyal kontrol veya siyasal baskı vasıtası olarak bilginin kullanımı da söz konusudur. Bu husus, teknolojinin kullanımı; diğer bir ifadeyle bilimsel bilginin kullanımı ile sosyal yapının mahiyetinde teknolojinin yerinin ne olduğu meselesini gündeme getirecektir.Kısacası bilgi, bilimsel bilgi, bunların pratiğe aktarımı, ortaya çıkartılan ürün veya sonucun neliğini etkiler. Bilim adamının içinde yetiştiği ortam, aldığı eğitim, kullandığı veya tercih ettiği yöntem, ürettiği sonucu etkiler. Bu açıdan düşünüldüğü zaman bir İslami epistemoloji ve/ya İslam Bilimi kavramının mahiyeti üzerinde müzakere etmek gerekir. Tıpkı bilim ahlakı kurmanın mümkün olmadığını söyleyenler olduğu gibi, bu tür kavramsallaştırmanın da anlamsız olduğunu söyleyenler vardır. Bu tezi savunanlar da modern ve Batılı bilgi anlayışının pozitivist yönünün baskın olması karşısında, Müslüman düşünürün kendine özgü bir bilgi tasavvuru ve bilgi-bilim organizasyonu olacağını söyler. Çünkü Batılı bilgi ve bilimi transfer etmek, yaşanılan sorunların azalmasına katkıda bulundu, ama beraberinde teknik ve sosyal, kültürel birçok farklı sorunu da getirmiştir. Ayrıca bilgi ve bilim transferi, Müslümanların dikkate değer bir şey üretmemelerinin de temel sebebidir.Bunun tarihsel nedenlerine ana hatlarıyla bakacak olur-sak, tekrara düşmek pahasına da olsa, Kuhn’un getirdiği bakış açısını ve önemini yeniden vurgulamak gerekir. Çünkü Kuhn’a göre, bugünkü biricik bilimsel model olarak sunulan Batı paradigmasının temeli 16 ve 17. yüzyıllarda sistemleştirilmiştir. 19. yüzyıldan itibaren ise pozitivizm ile yeniden şekillenmiştir. Kaldı ki Batı açısından Orta Çağ bilimin yapısı çağdaş bilim diye sunulan paradigmadan çok farklıydı. Nesnelerin anlam ve değerini anlamaktı. Tabiat olaylarının temelinde yatan amaçlara bakarak İlk neden olan Tanrı ve insan arasındaki irtibatı, değerleri araştırıyordu.Yeni ve modern diye sunulan bilim anlayışı Bacon’un tümevarım, Descartes’in tümdengelim yöntemlerinin Newton tarafından kaynaştırılmasıyla oluştu. Özneden ayrı bir nesne olduğu, bunun bütün değerlerden sıyrılarak gözlem ve deneyle kavranabileceği, dolaysıyla bilimsel bilginin nesnel, yani değer yargılarından bağımsız ve genel geçer, kişiye göre değişmeyen bir nitelik taşıdığı varsayıldı. Viyana çevresi, Mantıkçı Poziti-vizm adıyla felsefeye, bilim ile bilim olmayanın yani metafiziğin ayrıştırılması görevini yükledi. Artık metafizik önermeler anlamsız olarak görülecekti.Mantıkçı pozitivistler, bir nevi, Bacon’un tümevarımsal yöntemini bilimsel araştırmanın temel yöntemi olduğu görüşünü güncelledi. Bütün değer yargılarını askıya alın-ması gerektiği iddiasına rağmen pozitivist paradigma, bilime ve bilimin ürettiklerine neredeyse, “bir iman ölçüsünde” bağlılık istedi.Bununla birlikte yeni bilim anlayışı, son dönemlerde Einstein ve kuantum teorisi ile ciddi kırılmalar yaşadı. F. Capra’nın ifadesiyle, Kartezyen ayrım aşılınca, klasik an-lamda nesnel bir doğa tasviri ideali de geçersiz olmasının yanı sıra, değerden bağımsız bir bilim efsanesi de yıkılmış oldu. Popper ise tümevarım yöntemini ve tümevarımsal doğrulamanın aksaklıklarını ortaya koyarak, önemli olanın sürekli eleştirel bir süzgeçten geçirme ve yanlışlama olduğunu söyledi. Bu bakış açısının doğal sonucu, metafizik önermeler anlamlı ve doğru olabilir.Bu süreç içinde Batı ile uzlaşma çabasında olan, mo-dernleşmenin yolunun bu şekilde olacağını düşünen Batı dışı toplumlar, her şeye rağmen kendi bilgi ve bilim tasavvurlarını da korudular.Aslında Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabıyla 1960’lı yıllarda ortaya attığı paradigma kavramıyla bunu söylemişti. Yani Bilimsel teorin üretildiği toplumsal ve düşünsel çevreden bağımsız olamaz. Kuramların birbirine göre doğruluğu diye bir şey olamaz. Bilim adamının bir paradigmayı öğrenirken edindiği beceri ve bilgi birikiminde kuram, yöntem ve ölçüt, birbirinden ayrılmaz bir bütün hâlindedir. Bu yüzden paradigma değiştiği zaman hem problemlerin hem de önerilen çözümlerin geçerliliğini belirleyen ölçütlerde önemli farklar meydana gelir. Dolayısıyla kuramlar, farklı bilim evrenlerinden, paradigmalarının farklığından kaynaklanır, farklı bilim modelleri oluşturur.Feyerabend ise bir adım ileri giderek, bilimin değerden arındırılmak adına yeniden mistifiye edilmiş, bir inanç şekline dönüştürülmüş konumundan çıkarılması gerektiğini söyler. Bu anlamda bilim, insani etkinliklerden herhangi birisidir. Serbest bir rekabet ortamında özgürce yarışan bilim modelleri olduğu zaman bir “ilerleme” söz konusu olur. Böylece ilerleme kavramıyla Popper’a; kuramların karşılaştırılamazlığı düşüncesiyle Kuhn’a yakın durur.M. Focucault ise “episteme” kavramıyla Kuhn’a benzer fikirleri savunur. Episteme, bilimsel söylemi belirleyen kurallar bütünü olup, hayata düzen veren temel kültürel şifrelerdir diyen Foucault’a göre, bir dönemin epistemesi geniş anlamda o dönemin düşünce yapısını yansıtır.İslam dünyasında hâkim ve biricik, modern bilimsel bilgi diye sunulan model, uzun yıllar hâkimiyetini sürdürdü. Ama Farukî ile birlikte bu model ciddi eleştirilere uğramaya başladı. Farukî’nin beşerî/sosyal bilimler ve fizik bilimleri ayırımından kaynaklanan olası sorunlara dikkat çekildi.Ziyaüddün Serdar, Seyyid Hüseyin Nasr ve Fazlur Rahman eleştirilerinin yanı sıra farklı çözüm önerilerini de gündeme getirdi. Çünkü İslam düşünce geleneğinde ilk Müslüman filozof olan Kindî’nin Fi Aksam el-Ulum adlı eserinin adından anlaşılacağı üzere, ilk dönemlerden itibaren ilimlerin mahiyeti ve tasnifi üzerinde önemle durulmuştur. Felsefe tarihinde Aristoteles’ten sonraki “İkinci Muallim” sıfatını kazanan Ebu Nasr el-Farabî’nin İlimlerin Sayımı Hakkında Kitap isimli risalesi de bu b/ilim ve bilimler tasnifinin, bilimlerin mahiyetinin İslam kültüründeki önceliğini ve önemini göstermektedir.Klasik teoloji kitaplarında ilk konunun bilgi ve bilginin elde edilmesi ve tasnifi, duyular, akıl ve haber-i müteva-tirin neliği konularıyla başlaması, İslam’ın kendine özgü bir “episteme”si, bir “paradigma”sı olduğu, her dönem bunlar arasında cedel ve/ya burhan yöntemini tercihe göre bir rekabet, yarışma olduğunun da göstergesidir.Bizim tercihimiz burhan yöntemini önceleyen İslam fel-sefesi kavramsallaştırmasından yanadır. Çünkü burada bir “episteme”nin diğeri üzerine mutlaklığı veya reddi, dışlanması değil, paradigmalar arası rekabeti öngören bir düşünce pazarı kurulması söz konudur. Bu bağlamda, “İslam” terimi “felsefe” teriminin sıfatı olup, Müslüman âlimlerin varlık, bilgi ve değer üzerine sistematik, rasyonel, eleştirel ve tutarlı bir şekilde ürettikleri her türlü bilgi birikimini belirler.İslam felsefesi ve öncüllerini merkeze almamızın nedeni işte bu tanımlamada yatmaktadır. Diğer bir ifadeyle biz, kendini salt dini öğretiyi savunma ve karşı öğretileri/epistemeleri/paradigmaları ret üzerine kurulu ve diyalektik/cedeli yöntemle çalışan kelam ilmi yerine, Hakikat’in bilgisine ulaşmak için burhan yöntemini merkeze alan İslam Felsefesi ve yöntemini tercih ediyoruz. Çünkü İslam Felsefesi perspektifi, her türlü bilgi sistemini/epistemeyi/para¬dig¬mayı “bir düşünce pazarı” oluşturan unsurlar olarak görmektedir.Bu açıdan bilgi, bilim tartışmalarında İslam bilimi ve metodolojisi diye bir tanımlandırma imkânını ele alan bir derlemeyi yayımlamıştık. İslami Bilimde Metodoloji Sorunu, Mehmet Paçacı ve Mustafa Türker beylerle beraber çeviri makaleler derlemesiydi ve uzun süre önce baskısı bitti. Ama bilgi, bilimsel bilgi, ilim ve bilim kavramlarının temellendirilmesinde farklı perspektiflere her daim ihtiyaç duyuldu.Tam bu noktada Ali Şeriati’nin yine Fecr Yayınları’ndan çıkan İslambilim isimli çalışmalarının içeriğinin burada müzakere edilen tanımlamadan farklı olduğunu belirtmekte fayda var. Şeraiti, İslambilim isimli kitabında tarih bilinci, tarih felsefesi, toplumsal Tevhid ve toplumsal şirk, ideal insan, toplumbilim, Tevhidî dünya görüşü, altyapı ve üstyapı, ideoloji olarak İslam, varoluşçuluk, materyalizm, yabancılaşma, Marksizm gibi birçok önemli konuyu incelemiştir. Bu açıdan İslambilim kitabında bir nevi inanç ve ideolojiyi genel kabul gören bilimden ziyade bir tanıyış ve bir bilinç olarak bilimden söz edilmektedir. İnançların geometrik şekillerle ele alınmalarının imkânından söz eder. Ona göre, bir inanç ya da ideoloji, geometrik şekil üzerinde anlatılıp açıklanabiliyorsa bu, o inanç ya da ideolojinin doğruluk ve mantıklılığının kanıtıdır.Biz, tam da onun müzakere etmediği hususu, genel an-lamıyla bilgi, b/ilim ve disiplin kavramlarını müzakere ederek, İslam bilimi ifadesinin tutarlı olup olmadığını konu ediyoruz.Özellikle bilim felsefesi müzakerelerinde, Kuhn ile bir-likte paradigma kavramının etkisini artırması üzerine bir İslam Bilimi paradigmasının imkanı da araştırılır oldu. Bu ihtiyaçtan hareketle, İslami Bilimde Metodoloji Sorunu adlı derlemede üç makaleye yenilerini ilave ederek elinizdeki kitabı oluşturduk. Bu makalelerden ikisini Mehmet Paçacı hocamla yapmıştık. Makalelerin yeniden yayımlanmasına izin veren hocama ve bir çeviri makale ile katkıda bulunan Aygün Akyol kardeşime müteşekkirim.S. Hüseyin Nasr’ın “İslami Bilim Nedir?” makalesi, ön-sözün başından beri bahsettiğim bilgi, bilim ve bilim ahlakı tasavvurlarında farklı metodolojiler ve farklı para-digmalar arayışının İslam Felsefesi açısından cevabını araması yönüyle önemli. Ama bilgi, ilim ve bilim (science) arasındaki ayrım, sözlük ve terim anlamları, bunların kül-türel kodları ve İslam düşüncesindeki konumlandırılışını müzakere eden “İslami İlim Kavramsallaştırması” adlı telif makalemiz, “İslami bilim nedir?” sorusunun cevabına bir hazır bulunuşluk sağlayacak diye umuyoruz.Kitaba başlık olarak seçilen makalede ise, Kur’an’ın bilgi edinme sürecindeki aşamaları nasıl ele aldığını ince-lemekle başlıyoruz. Bilgiye dair terim¬ler ne ifade etmektedir? Bunların Batılı karşılıkları, tam olarak nedir? Müslüman bilim adımları ne yapmalıdırlar? Yeni bir bilgi sınıflandırması¬na ihtiyaç var mıdır? Sorularının cevabı aranıyor. Kur’anî bilgilenmenin bilim adamının çalışmalarındaki olası tesiri, yani onun felsefesini, sosyolojisini ve yönetim tarzını belirleme süreci üzerine olan etkisini müzakere etmektedir.“İslami Bilim Kavramı ve Müslüman Bir Bilim Adamı-nın Düşünce Modelleri” isimli makalede kendine özgü bir İslami bilim var mıdır, sorusu müzakere edilmektedir. İki karşıt görüş hakkında bilgi verildikten sonra uygulamalı bilimle uğraşan insanlara yönelik perspektifler oluşturul-maya çalışılmaktadır.“Bilginin İslamileştirilmesi ve Farukî” başlıklı makale, bu konudaki doktora tezimizden hareketle, Çağdaş İslam Düşünürleri isimli çalışmaya hazırlanmış bir metin. İslam dünyasının üç farklı bölgesinde yapılan ıslahat çalışmaları hakkında bilgi verildikten sonra Farukî’nin hayatı, eserleri ve ortaya attığı tez hakkında ana hatlarıyla bilgi verilmektedir. Ardından Muhammed Arif’in “Bilginin İslamileştirilmesi ve Model Kurmada Bazı Metodolojik Meseleler” başlıklı incelemesi yer almaktadır. Yazarın sosyal bilimcilere düşen görevleri müzakere etmekle yetinmeyip, kuramsal fizik ve ekonomi açısından da sorunu tartışması önemlidir.İlyas Ba-Yunus’un makalesi ise Farukî ve teorisinin bir ileriki aşamasını ele almaktadır. Fazlur Rahman ise bilginin İslamileştirilmesini teknik bir şekilde eleştirmektedir. Yeniden bir gözden geçirme ve tahlil etme ihtiyacını gündeme getirmektedir. Ardından ‘ön söz’ün başında bahsettiğim “Bir Bilim Ahlakı Mümkün mü?” sorunu müzakere ediyorum.1991 yılında neşrettiğimiz İslami Bilimde Metodoloji So-runu isimli çalışmanın boşluğunu doldurmaya çalışan bu esere katkıda bulunan ve beraber çevirdiğimiz makalelerin yeniden yayımına izin veren Mehmet Paçacı’ya, gerek tercüme, gerekse metnin son okumasını yaparak katkılarda bulunan Aygün Akyol ve Sumeyra Çağdaş’a teşekkür ederim. Hüseyin Nazlıaydın ve Tuncer Namlı şahsında Fecr Yayınevi’ne gönül veren bütün dostlara ayrıca müteşekkirim.Kasım 2011/ÇorumMevlüt UYANIK“İSLAMİ İLİM” KAVRAMSALLAŞTIRMASIMevlüt Uyanık
Bilgi (al-ılm) öyle bir şeydir ki kendinizi tamamen ona vermediğiniz sürece size kendisinden hiçbir şey vermez, kendinizi ona tamamen verdiğiniz zaman ise; bilgiyi edin-meniz için bir şansınız olabilir, fakat (bu durumda bile) bil-ginin kendisinden bir kısmını size verdiğinden emin ola-mazsınız”
GİRİŞGünümüz insanına “İslami İlim” ifadesinin sundukları-nı tartışmak için öncellikle “İslam”, “Bilgi” ve “İlim” terimlerinin kavramsallaşmasını tahlil etmek gerekir; zira her medeniyeti, diğer medeniyetlerden farklı ve biricik kılan özellik, “bilgi”ye dair tasavvurlarıdır. Bu tasavvurlar çerçevesinde kavramlarını oluşturur ve insan-tabiat-yaratıcı ilişkilerini temellendirir.Bu tarz kavramlar, gittikçe yükselen medeniyetin ortaya çıkışında bulunabildiği gibi, karşılaştığı ve bir nevi hesaplaştığı medeniyetlerden de bir değişim/dönüşüm sağlayarak oluşabilir. Bazen eski kavramlara tamamen yeni anlamlar da yüklenebilir. Tabii bunun sonucunda yaşanan kavramsal değişim, anlamlarda belirsizlikler ortaya çıkaracaktır, bu da birtakım kırılmalara ve kökten değişikliklere de yol açabilir. İşte bu sebeple, “bilgi/ilm” terimi üzerine yapılan bir araştırmanın boyutlarının genişliği ve kapsayıcılığı karşısında, salt terimlerin kavramsallaşmasını tahlil etmeyi önceleyeceğiz.“Kavram” bir nesnenin zihinsel tasavvuru, terim de bunun (sözlü veya sözsüz) ifadesi olduğuna göre, biz öncelikle bilgi ve ilim terimlerini inceleyip, sonra “İslami” teriminin eklenmesiyle ortaya çıkan kavramsallaşmaya ve bunun bir takım kurgulamalar/hayali tasarımlardan farkına dikkatleri çekmekle yetineceğiz. Bu husus önemli, zira “insana dair” bilgiler ve bunların sistematik, rasyonel, eleştirel ve tutarlı bir şekilde sunumu olan “bilgi” ve “ilim/bilim”, kavramını genel bir şekilde tanımlayabilirsek, belirli bir nesnenin özsel ve bireysel tasavvuru olan hayali kurgulamalar ve bunların ortaya çıkardığı muhtemel sorunlardan kaçınma ihtimali belirir.
I- BİLGİ VE BİLİM/İLİM KAVRAMLARIBilginin mahiyeti, felsefe tarihinin ilk dönemlerinden bu yana tartışılan ana problemlerden birisidir. En genel anlamıyla bilgi, “test edilmiş, haklı kılınmış doğru inançtır.” Bilgiyi bir inanç tarzı şeklinde sunmak, hem bilginin hem de inancın aynı objelere sahip olduğunu gösterir. Burada, sadece “doğru” olana dair bilgi sahibi olabileceğimizin a¬çık¬ça belli olması önemlidir.Bilgiye dair bu tanımlama, inanç (belief) ve “doğru” (truth) ve doğrulanmış, haklı kılınmış, muhakeme ve test edilmiş anlamında (justified) kullanılan bir bilginin yanı sıra, evreni anlama ve açıklamaya yönelik gözlem ve de-ney üzerine kurulu bilgilerin sistematik ve organize edilmiş şekli olan bir “bilim” kavramsallaştırmasının imkânını sağlayabilir. Çünkü “bilimsel gözlem, yorum ve deneye dayanmayan kökünü doktrinlerden alan inanışların hiçbiri, bilim eğitiminde yer almamalıdır. Ama bunu söylemek, kendimiz ve evren hakkında görüş edinme yolunun sadece bilim olduğunu iddia etmek değildir. İnsanlar, edebiyat, sanat, felsefe ve dini deneyimlerle de kendisi ve evren hakkında bilgi edini-lirler.
önceki yazı
sonraki yazı
- Yorumlar
- Facebook yorumları