2001 yılı 11 Eylül olayları ve en son Avrupa’daki finansal krizler, aslı itibarıyla paradigmal bir iflasa işaret etmektedirler. Batı dünyasının (Baudrillard gibi birçok önemli Batılı düşünürün de farkına vardığı gibi) krizi paradigmaldır ve aynı perspektifle bakmaya devam edildiği sürece krizin derinleşeceğini görmek hiç de zor değildir. Batı düşüncesinin artık dünyaya yeni bir önerisi kalmamıştır. Fakat buna karşılık İslam dünyasının öncelikle düşünsel ve ilmi alandan başlayarak dünyaya yeni öneriler sunmasının tam zamanıdır.Bu kitap, öncelikle Batı dünyasının kavram ve perspektifleriyle İslam dünyasına yaklaşma tarzına karşı; bizim perspektifimiz ve kavramlarımızla dünyayı ve olayları okumanın işaretlerini vermesi bakımından önemlidir. Böylece yeni bir Allah, insan ve evren algısı ile önemli değişim taleplerinin ve hatta dünyanın yaşadığı sosyal, ekonomik, siyasal ve bilimsel krize yeni önerilerin ortaya çıkması söz konusu olacaktır.
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZI. BÖLÜMSÜNNET SOSYOLOJİSİ:KAVRAM, EPİSTEMOLOJİ VE YÖNTEMA) Sünnet Sosyolojisinin İmkanı-İslam Sosyolojisine Sün-net’ten BaşlamakDoç. Dr. Mustafa TEKİNB) Sünnet Sosyolojisinin Epistemolojik TemelleriDr. Muhammet ÖZDEMİRC) “Sünnet Sosyolojisi”nde Sosyal Bilimsel Yöntem ve İçerikDoç. Dr. Vejdi BİLGİNII. BÖLÜMHADİS, SÜNNET VE DİĞER (B)İLİMLERA) Sünnet ve Beşeri Pozitif BilimlerDoç. Dr. Özcan HIDIRB) Hadisleri Anlamada Sosyolojiden Yararlanmanın İmkanıProf. Dr. Yavuz KÖKTAŞIII. BÖLÜMSÜNNET VE TOPLUMA) İslam’ın Toplumsal Pratiği Olarak Sünnet ya da Toplum-sal Pratiğin Şekillendirdiği SünnetDoç. Dr. Kadir CANATANB) Hz. Peygamber’in Sünneti ve DeğişimProf. Dr. Selahattin POLATC) İlk Müslüman Toplumunun Oluşumu ve Hz. Muhammed (sav): Kardeşleştirme Örnek Olayı Üzerine Tarihsel Bir Din Sosyolojisi İncelemesiDoç. Dr. Mustafa ARSLANIV. BÖLÜMSOSYAL HAYAT VE SÜNNETA) Yaşayan Sünnet ve Sosyal HayatProf. Dr. Ahmet KELEŞB) Hadis/Sünnet KültürüEbru Nur COŞKUNC) Sünnet Ekseninde Toplumsal Problemlere Bakış: Fakirlik Sorununa Çözüm ArayışlarıProf. Dr. Osman GÜNERV. BÖLÜMSÜNNET SOSYOLOJİSİ: SORUŞTURMA VE BİBLİYOGRAFYAA) Sünnet Sosyolojisi/SoruşturmaProf. Dr. Mustafa ERTÜRKProf. Dr. Celaleddin ÇELİKProf. Dr. Ali COŞKUNDoç. Dr. Adil YAVUZYrd. Doç. Dr. Ömer ÖZPINARB) Hadis-Sünnet BibliyografyasıM. Enes TOPGÜLYAZARLARIN ÖZGEÇMİŞLERİ
ÖNSÖZ
Dünya konjonktürü ile de bağlantılı olarak, Türkiye ve İs-lam dünyası da hızla büyük bir değişimden geçmektedir. Bu değişimler sosyal, siyasal, ekonomik olduğu kadar kültürel ve ilmi boyutlar da taşımaktadır. Hatta kültürel ve ilmi bo-yutların etkisinin bir arkaplan olarak diğerlerinden daha belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Dünyaya hakim olan modernizm ideolojisinin teklifleri, önerileri, yaşam biçimi çok farklı ülkelerde sınandı. Bunlardan önemli bir kısmı totaliter yöntemlerle ve kolonyal bir mantıkla gerçek-leştirildi. Bu ülkelerde bu noktalarda hem ciddi dönüşümler, hem de ciddi tepkiler oluştu. Küreselleşmenin daha rafine fakat totaliter yöntemleri ile dönüştürme çabaları, halen farklı biçimlerde devam etmektedir. Bunun karşısında özelde Türkiye ve İslam dünyasının tepkisi “kendini bulmak” ve nihayetinde “kendisi olmak” şeklinde olmuştur. Elan bu yerlilik arayışları ve tepkiler devam etmektedir. Nitekim uzun bir süreden beri devam eden Arap dünyasındaki hareketlilik, henüz sonuçlarına ulaşmamış olmakla birlikte, ancak çok uzun vadede arzu edilen yerlilik arayışları için bir ümit olabilme sarkacında durmaktadır.
Elinizdeki kitap, bu yerlilik arayışının sınırlı ve mütevazı bir sonucu olarak görülmelidir. Bu kitabın nüvesini, daha önce Eski Yeni dergisinde yayımlanan yazılar oluşturmakta-dır. Bu yazılara ek olarak konuyla ilgili hatırı sayılır sayıda makaleler de eklenerek, Sünnet ve Sosyoloji ilişkisini tartı-şan bütüncül bir kitap ortaya çıkmıştır. Bu kitap, öncelikle Batı dünyasının kavram ve perspektifleriyle İslam dünyasına yaklaşma tarzına karşı; bizim perspektifimiz ve kavramlarımızla dünyayı ve olayları okumanın işaretlerini vermesi bakımından önemlidir. Böylece yeni bir Allah, insan ve evren algısı ile önemli değişim taleplerinin ve hatta dünyanın yaşadığı sosyal, ekonomik, siyasal ve bilimsel krize yeni önerilerin ortaya çıkması söz konusu olacaktır. Çünkü Batı dünyasının (Baudrillard gibi birçok önemli Batılı düşünürün de farkına vardığı gibi) krizi paradigmaldır ve aynı perspektifle bakmaya devam edildiği sürece krizin derinleşeceğini görmek hiç te zor değildir.
Zaten İslam ve Batı dünyasında mevcut perspektife ilim adamları içerisinden itiraz sesleri yükselmektedir. İsmail Raci Faruki’den Ziyauddin Serdar’a; Ferid Ahmed’den İlyas Ba Yunus’a kadar sosyal bilimlerde yeni arayışlar yapılmıştır ve bugün de yapılmaya devam etmektedir. Bu itirazların sadece Müslümanlar tarafından yapıldığını sanmak yanlıştır. Nitekim Wallerstein’dan Baudrillard’a, Foucault’ya kadar birçok batılı düşünürler de içinde bulunulan krizin farkında-dırlar. Farkına varılması gereken bir diğer nokta da; bu ara-yışların muhtemel sonuçlarının sadece ilimle sınırlı olmayıp; bir perspektif sorunu olduğu için hayatın birçok alanını kap-sadığıdır.
Bu kitap, toplam beş bölüm ve onüç makaleden oluş-maktadır. Her bir bölüm ve bölümdeki makaleler, kendi içinde mantıki bir bütünlük taşımakta ve iç örüntüsünü sağ-lıklı bir şekilde tamamlamaktadır. Birinci bölüm, kavram, epistemoloji ve yöntem olarak Sünnet Sosyolojisi kavramsallaştırmasını irdeleyen üç makaleden oluşmaktadır. Bu makalelerin ilki, Sünnet sosyolojisinin imkanı, ikincisi, epistemolojisi, üçüncüsü de yönteme dair tartışma yapmaktadır. Dolayısıyla ilk başlarda yapılması gereken boyutları ihtiva eden makaleler burada yer almaktadır. İkinci bölümün başlığı, “Hadis Sünnet ve Diğer (B)ilimler.” Burada da Hadis, Sünnet, Sosyoloji ve diğer bilimlerin ilişkisine dair iki makale yer almaktadır. “Sünnet ve Toplum” başlığını taşıyan üçüncü bölüm, Sünnet ve Toplum hayatına yansımalarını içeren tarihi ve sosyolojik tartışmaların bulunduğu üç makaleden müteşekkildir. Dördüncü bölüm ise, “Sosyal Hayat ve Sünnet”tir. Burada Sünnet’in günümüz sosyal yaşamındaki etkinliği ve rolü üzerine üç makale bulunmaktadır. “Sünnet Sosyolojisi: Soruşturma ve Bibliyografya” başlığını taşıyan beşinci bölüm, bu kavramsallaştırma ile ilgili bir soruşturmaya ve konuyla ilgili yapılmış bibliyografya denemesine yer vermektedir. Bu kitaba çok sayıda arkadaşımız katkı sun-muşlardır. Aslında uzun bir serencamın ürünü olan bu kita-ba, Ahmet Keleş, Selahattin Polat, Vejdi Bilgin, Mustafa Arslan, Kadir Canatan, Özcan Hıdır, Yavuz Köktaş, Osman Güner, Muhammet Özdemir, Ebru Nur Coşkun ve M. Enes Topgül makaleleriyle; Mustafa Ertürk, Celaleddin Çelik, Ali Coşkun, Adil Yavuz ve Ömer Özpınar soruşturma sorularına verdikleri cevaplarla katkıda bulunmuşlardır. Ben, kendileri-ne çok teşekkür ediyorum. Ayrıca, böyle bir kitabın okuyu-cuyla buluşmasına katkıda bulunan Tuncer Namlı ve Hüseyin Nazlıaydın beyler başta olmak üzere yayınevine ve emeği geçen herkese şükranlarımı arz ediyorum.
Sözlerime son vermeden önce böyle bir kitabı çıkarmak-tan dolayı son derece heyecan duyduğumu belirtmeliyim. Fakat ifade edilmesi gereken bir şey daha var ki; bu kitapta yer alan konuyla ilgili makalelerin hepsi açık uçlu metinlerdir ve son sözü söylemek gibi bir niyetleri yoktur. Makalelerin “açık uçlu metinler” olması, aynı zamanda kamuoyunda ilim erbabı tarafından konuların tartışılması gerekliliğine işaret etmektedir. Biz bu anlamda Türkiye’de yeni bir tartışmanın başlaması gerektiğini düşünüyoruz ve buradan ilim erbabını katkı yapmaya çağırıyoruz. Sözümüzü klasik eskimeyen bir cümle ile bitirelim.Gayret bizden, başarı ise Cenab-ı Allah (cc)’tandır.
Fatih-2012Doç. Dr. Mustafa TEKİNEditör
I. BÖLÜM
SÜNNET SOSYOLOJİSİ:KAVRAM, EPİSTEMOLOJİ VE YÖNTEM
A) SÜNNET SOSYOLOJİSİNİN İMKANI-İslam Sosyolojisine “Sünnet”ten Başlamak-
Doç. Dr. Mustafa TEKİN
“Sünnet Sosyolojisi”, bir kavramsallaştırma olarak birçok soru ve tartışma stoğunu beraberinde getirmektedir. Her şeyden önce kavramın hangi bağlamda kullanıldığı; merkez ve periferisiyle ne tür tartışmalara referansta bulunduğu netlik kazanması gereken bir noktadır. Bir başka deyişle, ilgili tartışma alanları açımlandıkça, belki kavramın ne tür bir “yol”u tanımladığı daha iyi anlaşılabilecektir. Aslında “Sün-net Sosyolojisinin İmkanı” gibi bir başlığın, sünnet sosyolojisi kavramsallaştırmasının meşruiyetine dair bir tartışmayı ihtiva edeceğini anlamak zor olmasa gerektir. Bu durum entelektüellerce ilk başta, sosyolojinin İslam’ın içinde meşrulaştırılması ya da İslam’ın sosyoloji içindeki meşruiyet arayışları şeklinde değerlendirilebilir. Ya da ilk bakışta bildik ve zamanı geçmiş bir tartışma olarak okunabilir. Fakat meselenin bir üst başlık olarak “İslam sosyolojisi” kavramsallaştırması ile değil de, “Sünnet Sosyolojisi” üzerinden tartışmaya açılmasına tam da bu noktada dikkat çekmeliyiz. Zira Sünnet bu bağlamdaki tartışmalara daha somut açılımlar getirecek gibi görünmektedir.
“Sünnet Sosyolojisi” kavramsallaştırması, ilk bakışta id-dialı gibi durmaktadır. Belki sorunu öncelikle “Sünnet” ve “sosyoloji” arasındaki ilişki şeklinde vazetmek, iddiacı yakla-şımlara karşı gardını almış kimi ilgili entelektüelleri daha az kızdırabilir ya da ilgisinin dağılmasına sebep olabilirdi. Fakat tam da bu noktada, “Sünnet Sosyolojisi”nin ilmi temellerde bir tartışmasına geçmeden önce, kavramsallaştırmanın psikolojik etkisi, Türkiye ve İslam dünyası açısından tarihsel arkaplanı ve konuyla ilgili entelektüel belleklerdeki anlam ve hedefi üzerine kısa bir analiz yapmanın faydalı olacağını düşünmekteyiz.“Sünnet Sosyolojisi” kavramsallaştırmasına ilk itiraz, “Sünnet” ve “Sosyoloji” gibi iki farklı anlam dünyasına ait kelimelerin biraradalığının imkanına dair getirilecektir. Çün-kü İslam ve Sosyoloji üzerine yapılan tartışmalar da bu nok-tada düğümlenmektedir. Vahy-i bâtın da denilen sünnetin batılı temelde yapılanan sosyoloji ile birlikteliği nasıl müm-kün olacaktır? Burada öncelikle sosyolojinin bir bilim olarak temel karakteristiklerini tartışmak gerekmektedir.Aydınlanma öncesi Ortaçağ Avrupası’nda insan, toplum, dünya ve evrene dair tüm açıklama biçimleri özünde dini idi. Tanrı, bütün açıklama biçimlerine nüfuz etmiş olarak veba salgınından, cüzzam hastalıklarına, fakirlikten sosyal statülerin belirlenmesine kadar bir dizi sosyal olay ya da olguda belirleyici bir rol oynamaktaydı. Tabii ki Tanrı adına konuşan ruhban sınıflarının bu açıklamada ciddi pay sahibi olduğunu belirtmek gerekmektedir. İlerleyen süreçte, açıklama biçimlerinde teolojik arkaplan ve içerikten hümanist bir karaktere doğru dönüşüm olduğunu görmekteyiz. “Bilim”in tebellür etmesine doğru giden bu süreç, Tanrı’yı referans olmaktan çıkaran, insani üretim mekanizmalarını anlatmaktaydı. Ortaçağ’da Hıristiyan teolojisinin hakim olduğu bir dönemden itibaren Aydınlanma’nın hümanist karakteri ve bakış açısına giden süreçte, insan ve Tanrı’nın bilgi bağlamındaki konumu ve hiyerarşisi de yavaş yavaş değişime uğramıştır. Aydınlanma öncesi dönemde, Tanrı bilgisinin mutlaklığı ve bu bağlamda insan üzerindeki mutlak egemenliği, ilerleyen süreçte giderek Tanrısal bilgiye insanın da ulaşabileceği dü-şüncesine doğru evrildi. Süreç içerisinde Tanrı’nın mutlaklı-ğı, Tanrı’nın kendisini de belirlediği evrensel yasaların mut-laklığına doğru dönüşmektedir. Nitekim Bodin’den yaklaşık kırk yıl önce Fransız John Calvin’in teoloji alanında Tanrı’yı başlangıçta kabul ettiği yasalarla evreni yöneten mutlak hakim durumunda gören bir düşünce geliştirmeye çalışması söz konusu idi. Yine John Preston (1587-1628) Tanrı’nın hiçbir doğa yasasını değiştirmeyeceği kabulünü ortaya at-mıştır. Bu süreçte aşama aşama Tanrı-insan ilişkisine dair klasik hiyerarşi de bozuldu. Doğrusu bilimin üzerine dayan-dığı temel varsayımlardan biri, bu bağlamda ulaşılan noktayı imlemekteydi. Bu, geçmiş ile gelecek arasında bir simetri öngören ve aslı itibarıyla teolojik bir moda bürünen Newton modeliydi. Böylece Tanrı gibi biz de kesin bilgiye ulaşabilirdik. Doğrusu doğayla insanlar, madde ile akıl, fiziksel dünya ile sosyal/manevi dünya arasında köklü ayrımlar bulunduğu şeklindeki kartezyen dualizmi bunun zeminini sağlayan birinci varsayım idi. İnsanın Tanrı gibi bilebileceği söylemi, bilimin hümanist, seküler yapısını net bir biçimde ortaya koymaktaydı. Böylece Tanrı ile insan arasında ontolojik bir farklılık kalmadığı gibi, Tanrı’dan bağımsız, ilkelerini insanların bulabileceği bir evren, dünya giderek toplum tasavvuru oluşmuştur. Bunun doğal bir sonucu olarak mihaniki evren düşüncesi, bir yandan dünyaya insanlara müdahele etmeyen bir Tanrı anlayışını getirmiş; öte yandan Tanrı ile insan arasındaki alanların ayrışması keskinleşmiştir. Böylece yaşadığımız evrenin dışına çıkılarak, aşkınlığa referansın insan hayatındaki belirli alanlara inhisar ettirilmesi trajedisiyle yüzyüze kalınmıştır.
Bilimin aşkın olana referans yapmadan tabiatta var olan evrensel yasalara ulaşabilmesi, her şeyden önce insani imkan ve enstrümanlara dayanmaktadır. Bundan dolayı inşa ettiği Aydınlanmacı bir aklı referans haline getirirken, dikkatleri de tabiat ve sosyal alanda var olan nedenselliklere çekmiştir. Aydınlanma’nın özelde kilise ve geçmişin tüm geleneklerine acımasız bir eleştiri getirerek , akla vurgusu bu bağlamda önemlidir. Nitekim Lucretius’dan Russell’a kadar eleştirel rasyonalist geleneği belirleyen dinin tabiatı ve kaynağına dair görüşler, tüm dinlerin aklın askıya alınmasından, bilim ve hakiki bilginin yokluğundan; kısaca batıl inançtan meydana gelmesindendir. Bu görüş, 18. Yüzyıl Fransa aydınlanmasından daha fazla etkili ve parlak bir şekilde Avrupa Tarihin’de ifade edilir. Voltaire’in “Dictionary”, Helvetius’un “Treatise on Man”, La Mettrie’nin “Man a Machine”, Condorcet’in “Outline of an Historical View of the Progress of the Human Mind”, ve Holbach’ın “System of Nature” gibi bu tür eserlerde dinin -özellikle en çok Hıristiyanlığın- yalnızca cahillik ve irrasyonelliği gerektiren bir batıl inançlar yığını olduğu kanaati açıktır. Bu bağlamda “Akıl, ne sadece olgulara dayalı gerçeğe, basit tecrübe verilerine ne de vahiy, gelenek veya otorite kanıtına referans verir. Akıl, gözlem ile birlikte hakikat kazancı için bir kolaylıktır. Sadece bilgi ve haber elde etmek için değil, bir de öncelikle geleneksel düşünce biçimini değiştirmek için de, ansiklopedi yazarları onun fonksiyonlarını bu açıdan değerlendirdiler.” Yine felsefeler dini, ruhun gerçek tabiatından ilerleyen bir güç olarak görmediler. Onlar dini yalnızca evren ve insan hakkında bir zihni önermeler bütünü şeklinde gördüler ve açıkça bu önermeler yanlışlandığından bu yana, akla inancın yayılması ile emin bir şekilde onların nihai tasfiyesinin mümkün olabileceğine dair kestirimlerde bulundular. Son kertede bilimle felsefe arasındaki ayrışmanın Auguste Comte tarafından boşanma olarak ilan edilmesini bu çerçevede okumak mümkündür.
Bilimin birebir nedensellik, akıl, duyular ve deneyler üzerine yoğunlaşması, seküler bir nitelik kazandığı gibi, bunun doğal bir sonucu olarak aşkınla bağlantısı kopuk bir şekilde içkin ve dış dünyaya odaklanmış bir bilgi anlayışını getirmiştir. Buna göre bilim, olaylar arasında sebep-sonuç bağının kurulması suretiyle genel kavramlara ulaşmak şeklinde tebellür etmekteydi ve deneyime dayalı idi. Bilimsel araştırma bilimin gerçekleşmesini sağlayan kuralların akla ve deneye dayanarak yapılmalıdır. Böylece insandan hareket ederek içinde yaşadığımız dünyayı ve evreni yakından tanımak; içyapısını öğrenmek, ondan yararlanarak daha akılcı ve güçlü bir toplum düzeni kurmak mümkün hale gelecektir. Bu da son kertede insanın doğa üzerindeki hakimiyetini, bilimin ilan edilen bir amacı olarak ortaya koymaktadır. Tanrı’nın hakimiyet alanlarından el çektirildiği böyle bir durumda, insanın yeni ikame alanları da belirlenmiş olmaktadır.
Genel bir çatı olarak bilim, hem tabiat hem de sosyal bi-limleri kapsamaktadır. Batı’daki gelişim tarihi itibarıyla sos-yal bilimler, tabiat bilimlerinin biraz gerisinden gelmektedir. Fakat sosyal bilimlerle tabiat bilimleri arasındaki bariz fark ya da tartışma konusu olarak, sosyal bilimlerde tabiat bilim-lerindeki kadar bir kesinliğin olamayacağı hep dile getiril-mektedir. Özelde bunun konusunun “insan”olmasıyla direkt bağlantısı vardır. Ancak sosyal bilimlerin de genel amaç ve özelliklerine bağlı bir takım karakteristikleri de bulunmaktadır.
Sosyal bilimler ve özelde sosyoloji de bir bilim anlayışı temelinde inşa olundu. Toplum ve toplumsal olaylar üzerine odaklanan sosyoloji, nedensellik ilkeleri çerçevesinde toplumda cari olan yasaları ortaya çıkarmayı, toplumun işleyiş kurallarını ortaya koymayı hedeflemekteydi. Sosyolojinin Avrupa’da bu şekilde ortaya çıkışı, hiç şüphesiz yaşanan konjonktürle birebir ilintilidir. Sanayileşmenin ortaya çıkması, kentlere göç, yeni üretim biçimleri, Fransız İhtilâli, imparatorluk yapılarının giderek çözülmesi vb. birçok nedenler Avrupa’da “toplum” üzerine gözlerin çevrilmesine sebep olmuştur. Diğer yandan Avrupa toplumlarının giderek sekülerleşen yapısı sonucu Tanrı’nın dünyevi alandan ve özelde toplumdan el çektirilmesi, bir düzen verici olarak din ve Tanrı’dan sonra toplumların düzeninin nasıl sağlanacağı gibi bir temel soruyu/sorunu gündeme getirmiştir. Bundan dolayı “ilerleme” ile birlikte Avrupa toplumlarında “düzen” iki önemli parola haline gelmiştir. Bu bağlamda önemli bir tespit yapan Jean Baudrillard, “Tanrı düşüncesinin buhar-laşması bizi gerçeklik ve bu gerçek dünyayı dönüştürme ideali denilen bir bakış açısıyla karşı karşıya getirmiştir. Bu düşünceyse bizi dünyayı bir gerçeğe yani teknik ve bütünsel bir gerçekliğe dönüştürmemize yol açmıştır” demektedir. Diğer yandan, Batılı ilk sosyologlar olan Auguste Comte ve Emile Durkheim’ın özelde Fransız İhtilâli sonrasında karmaşıklaşan Fransa toplumunda “düzen” arayışlarını, sosyoloji ve düzen fikriyle yakından ilintisine değinmek gerekmektedir. Bu bağlamda sosyoloji, Tanrı’nın yeryüzünü terkedişi sonrasında (dolayısıyla dinin daha önce düzen verici bir unsur olarak kayboluşunun ardından) bu düzeni sağlama konusunda kendisine rol yüklenen bir bilim olmuştur. Bu bağlamda Henry De Saint Simon’un kitabının “Avrupa Toplumunun yeni Baştan Düzenlenmesi” olması ilginçtir.
Dinin bir düzen verici referans olarak oynadığı rol, Tan-rı’nın çekilmesinden sonra oluşan vakum ile daha net olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim Auguste Comte’un pozitivist postülalar yayarken paradoksal olarak bir “Pozitivizm İlmihali” ortaya çıkarması; Durkheim’ın bir yandan toplumu tanrılaştırması öte yandan dine toplumda işlevsel bir rol yüklemesi, aslında din ve toplum ilişkileri bağlamında yaşanan travmaları ve sosyolojisinin ortaya çıkışının nedenlerini göstermesi bakımından önemlidir. Durkheim, yaptığı çalışmada ilkel törenlerde kullanılan kutsal objelerin semboller olduğunu onayladı, fakat onların grubu ve özellikle grubun ahlaki normlarını sembollerle anlatmaları gerektiği sonucuna vardı. Tanrı, bu bakış açısından toplumun somutlaşmış bir biçimi haline geldi. Yine varoluşsal ilgiler etkisinde kalmayan Durkheim, toplumun, bir zorlayıcı (kollektif güç) güç olarak işlediğini ve düzeni emniyete aldığını iddia eder. Durkheim için gerçeklik toplumdur. Toplum bireyin bilincini aşar, toplumsal sembolizm, kişileri kanaatin lekelemediği bir alana yükseltir ve böylece bilgi, algıyı kayıt altına almaya hazır olur. O nedenle bu yüceltilmiş çerçeveye, davranışı kontrol edecek zorunlu bir özgürlük verilir. İnsanlar, hem toplumun geçmişini hatırlayan hem de geleceğini içine alan bir kollektif zihince kontrol edilir.
Ayrıca toplumsal yararlılığın dogmadan üstün bir konu-ma geçmesi gerektiğine ilişkin görüş de yüzyılın tekrarlanan tavrı olarak görünmektedir. Yine Durkheim, “bilimsel statü peşindeki bütün bilgi alanlarının paylaştığı bir bilim modelinin olduğunu veri olarak almıştır. Bu model, nesnelliği ile çalışma nesnesine, çalışmayı yapan özneden tamamen farklı olarak araştırmacının tetkikine tabi kılınabilen, gözlenebilen ve kesinlikle yansız ve ayrı bir dil içinde açıklanabilen orada bir şey olarak ele almıştır.” Bu bağlamda modern dünyaya ait bir girişim olan sosyal bilim, gerçeklik hakkında bir biçimde amprik olarak doğrulanan sistemli, dünyevi bilgi üretme çabasına dayanmaktadır. O kendisini bilinçli olarak vahiy yoluyla inmiş ya da akılla çıkarsanmış doğrulardan öte doğruları aramak diye tanımlamaktadır. Bu ise Allah’ın (cc) bir gerçeklik olarak modern insanın gündelik hayatında anlamını yitirmesi ile gerçekliğin anlamını dış dünyaya indirgeme felsefesini getirmektedir. Bu bağlamda toplumsal gerçekliğin de insanın kendi dışında verilmiş belirleyicilikleri gerilettiği veya ertelettiği, onların egemenliklerini kırabildiği ölçüde varlık kazanacağı ve insan özgürlüğüne tekabül edeceği belirtilmektedir. Bu ise açıkça toplumsal gerçekliğin dindışı inşasının altını çizmektedir.
önceki yazı
sonraki yazı
BENZER İÇERİKLER
- Yorumlar
- Facebook yorumları