Şükran
Bu kitabı yazmamda Ethem Yenigün’ün çok yardımı oldu. Gazete taramalarını, anketleri ve Türkiye’deki derinlemesine görüşmelerin bir bölümünü yaptı. Saha araştırmasına katıldı ve metnin hazırlanmasına büyük katkıda bulundu. Dr. ismet Yalçın düzeltmeleri üstlendi, onun kitabı okuması içime su serpti. Uzun yıllar birlikte çalıştığım Bülent Özbilgin de düzeltme ve eleştirmeler yaparak okuyucunun önüne daha iyi bir ürün çıkarmama yardımcı oldu. Her üç dostuma şükranlarımı sunarım.
içindekiler
Sunuş
Birinci bölüm / Bu nasıl şiddet: Hem sev hem döv
ikinci bölüm / Erkekler saldırgan mı doğar?
Üçüncü bölüm / Sayısal boyut
Dördüncü bölüm / Şiddet türleri
Beşinci bölüm / Şiddet üreten öğeler
Altıncı bölüm / Sessiz yumruklar
Yedinci bölüm / Eşcinsel sevenler arasında şiddet Sekizinci bölüm / Şiddetin erkekler üzerindeki etkileri
Dokuzuncu bölüm / Suskunluk .
Onuncu bölüm / Sonrası.
Kaynakça .
Sunuş
Harvard Üniversitesi’ne gittiğim 1965 yılında, aldığım ilk dönem derelerinin her biri bende şaşkınlık yaratmıştı. Bazı antropologlar, sanki tüm dünya kendilerini yakından tanıyor da onlara hayranlık duyuyormuş gibi son derece abartılı bir özgüvenle ortalıkta dolaşıyor, benim asla göstermeyeceğim ve gösteremeyeceğim bir Özveriyle ilginç yerlerde araştırmalarda bulunuyorlar, sosyal antropoloji bölümüne gelen öğrenciler de, bunlarla beraber saha araştırması yapabilmek için birbirleriyle yanşıyorlardı. Her doktora öğrencisinin olduğu gibi benim de bir “doktora babam” olması gerekiyordu. Karısıyla birlikte Afrika’da araştırmalar yapmış bir adam benim doktora babam olacaktı. Bu çift, yanlarında götürdükleri çok sayıda doktora öğrencisiyle birlikte çalışarak değişik kültürlerin farklı psikolojilerini ve bunların karakterlerini küçük yaşta uygulanan tuvalet eğitimiyle ilişkilendirmek İçin gözlem yapıyorlardı. Ben, işi gücü bırakıp Afrika ilkel kabileleri çocuklarının altlarını ıslatmaması için uyguladıktan eğitim yöntemleriyle ilgilenmiyordum! Ayrıca, bu yöntemler sonucu ortaya çıkarılacak kişilik tiplerini de ciddiye almam söz konusu değildi! Bu nedenle bu hocanın yerine bir başka doktora babası tayin edilmesini istemiştim.
Bu kez de yıllardır beş on maymunun peşinde koşturan Ünlü bir hocayla çalışmam gerektiği söylendi. Bu antropolog da babuin denilen maymun türünden hayvanların dişlerini gıcırdatmasından tutun da teybe alınan ilginç seslerine kadar farklı yöntemlerle, bunların sosyal bir hiyerarşi içinde olup olmadığını inceliyordu. Ne onun maymunlar arasında geçirdiği yıllar bana anlamlı geliyordu ne de benim gelişmiş bir kültüre sahip olan Anadolu’da antropoloji yapma sevdam onu ilgilendiriyordu. Oraya, Türkiye’de ekonomi ve ekonometri dersleri aldıktan sonra gittiğini için beş altı maymundan ne öğrenilirse öğrenilsin bu bilgilerden güvenilir sonuçlar elde edilemeyeceğini düşünüyordum. Marksist bir gelenekten gelmeme rağmen gene de gözlemlerin belli bir istatistiksel geçerliliği olması gerektiğine inanıyordum.
Harvard Üniversitesinde çalıştığını grup içinde bir de ilkel avcıtoplayıcı kabilelerle yıllarca saha araştırması yapanlar vardı. Onlar da ilginç diller öğrenip, insanların yediklerinin kalori değerini ölçüyor ve bunlardan günümüz insanını anlamaya yarayacak sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlardı. Entelektüel görünmek için “o bunu dedi, ama şunun yaptığı çalışmalar yeni ufuklar açtı” gibi bitip tükenmek bilmeyen bir edebiyat yapıyor ve tüm doktora öğrencileri ona buna, özellikle hocalara, hava atarak zamanlarını geçiriyorlardı. Bölümde, profesörlerin yaptığı çalışmalara benzer çalışma yapanlar başardı olup ilerliyor, benim gibi tek başına bir şeyler başarmaya çalışanlar ise öylece kalıyordu. Bugün bile maymun izleyen kişilerin isimleri ağızlardan düşmüyor; örneğin Goodhall gibi araştırmacılar başkalarından {ve eşlerinden) para toplayarak vakıflar kuruyor ve maymun türlerini korumak İçin (ve tabii birçok anlamlı çevre projelerini de) araştırma ya da eylemlere destek veriyorlar.
Her ne kadar Anadolu”dan gelen bir Türk lazı için yıllarca ormanlarda birkaç maymunun peşinde koşuşturmak bana saçma geldiyse de bütün bu araştırmaların ve katlanması zor çalışma koşullarının altında önemli kuramsal sorunlar da yatıyordu; ben izlemesem bile bazı insanların maymunlardan öğreneceği önemli dersler vardı. Bunlardan bazıları kadınerkek eşitsizliği ve saldırganlık gibi birçok önemli olgunun geçmişine gidip, toplumların geçtiği dönüşümleri öğrenerek daha “normal” olanı aramaktı. Gerek avcıtoplayıcı toplumların, gerekse çeşitli memeli hayvanların ortaya çıkarılan davranışları o güne kadar insan toplumları için varsayılan birçok ilkenin aslında yanlış olduğunu göstermekteydi. Yapılan araştırmaların sınırlı oluşu, dünyada az sayıda ilkel toplum kalmış bulunması ve bunların aslında el değmemiş bir durumda olmaması, bilim insanlarını çeşitli karşıt yollara çekmeye başladığı gibi hâlâ da çekmeye devam etmektedir, örneğin saldırganlığın kökeni gibi temel sorunların sürekli olarak yeniden incelenmesine yol açmaktadır.
Uzun yular, insan toplumlarının yaratılıştan eşit olmadığı; erkeklerin güçlü, kadınların ise güçsüz olduğu; yaşlıların akıllı, gençlerin ise cahil olduğu varsayılmıştır. Hatta Danvinvari yaklaşımlara göre güçlü ve akıllı toplumlar daha uzun süre yaşamayı başarmış, diğer toplumlar ise yok olmuşlardır. Evrim, beceriksiz, güçsüz ve akıllı olmayan toplumları saf dışı ederek, giderek ilerleyen, başarısı artan, mükemmel toplumlar ortaya çıkarmıştır. Güçsüz insanlar ile toplumlar dünya coğrafyasından silinmiş ve ister bileğinin gücü, ister ileri buluşları kullanarak, güçlüler hem ayakta kalmış hem de giderek daha uzun süre yaşamıştır. Acaba gerçekten toplumların gelişmesini ve “ilerlemesini” daha iyi savaşmalarına nu borçluyuz? Gerçekten kadınerkek eşitsizliği ve türlü diğer eşitsizlikler insan doğasından mı kaynaklanıyor? Yeni kuramlara ve araştırmalara baktığımızda şiddetin değil barışın, eşitsizliklerin değil işbirliğinin insan evriminde daha etkin olduğunu görüyoruz. Aynı şekilde, “erkekler saldırgan, kadınlar ise barış yanlısıdır” tezinin yanlış olduğunu öğreniyoruz, insanın ve ilkel toplumların başarılarının savaştan değil yaşama daha akıllıca yaklaşımlardan kaynaklandığım da görüyoruz.
insanın ve insan toplumlarının sürekli değiştiği ve “ileri gittiği” bir uygarlık anlayışı kuşkusuz bir anlamda doğrudur. Yalnız, insanların ve toplumların “uygarlıklarının” içeriğine baktığımızda birçoğumuz “Nasıl bu duruma geldik?” demiyor muyuz? Din uğruna yapılan kanlı Haçlı Seferleri’nden bu yana bitip tükenmeyen savaşlar, küçücük kız ve erkek çocuklarına yapılan bitip tükenmez tecavüzler, daha okul çağındayken elinde uyuşturucuyla gezen gençler, azı yerken çoğunun açlık çektiği durumu yanlış bulmuyor muyuz? “Bu ne biçim uygarlıktır?” demekten kendimizi alıkoyabiliyor muyuz? Bunca kan dökme, kesme, asma, yalan, düzen yaşamımızı berbat ederken bir de insanların en yakınlarına, en sevdiklerine şiddet göstermesine tanık olmak zorunda kalmaktayız. Ne insanlar arasında ne de sevenler arasındaki bu şiddetin neden ve sonuçlarını iyi anlayabiliyoruz. Bu nedenle bu kitap hem sözde birbirini seven insanlar arasındaki şiddeti anlamaya yardımcı olabilecek konulara ışık tutmayı, hem de kadınları melek, erkekleri ise kızgın birer ejderha gibi gösteren görüşleri değiştirmeyi amaçlamaktadır.
Yakınlık, uzaklık ve şiddet
İnsanlık tarihi boyunca şiddete uğramış kişileri çeşitli sınıflandırmalara tâbi tutarsak, yalanlan tarafından dövülen, hakaret gören, cinsel saldırıya uğrayanların savaşlarda, sokak kavgalarında ya da terör olaylarında yaralanan veya yaşamım yitirenlerden çok daha fazla olduğun» görürüz. Bir anlamda yakınlık, insanlara hadlerini aşma hakkı tanımaktadır. Ayrıca zaten köşeye sıkıştırılmış olmak, şiddet görenlerin daha da sinmesine yol açmaktadır. Bir gün minicik bir çocuk, annesine inanılmaz kaprisler yaparken, “Neden seni bu kadar çok seven annene bu İnanılmaz işkenceleri yapıyorsun, onu bu kadar çok üzüyorsun?” diye sormuştum. 0 da, “Arkadaşlarınla yapamam ki, eğer yaparsam beni sevmezler, benimle oynamazlar ki” karşılığım vermişti. Kayıtsız koşulsuz sevdiğimiz o biricik çocuklarımız bile bizlere zaman zaman çok çektirmezler mi? Bunu yaparken de sevgimizin sınırsızlığına sığınmazlar nu?
Aile içi şiddet, yani insanların en yakınlarına devamlı ve sistematik olarak şiddet yöneltme eğilimi çağımızda neredeyse her iki kadından birinin, belki her çocuğun ve önemli oranda erkeğin her gün, her hafta, her ay, sürekli olarak karşı karşıya kaldığı bir olgudur. Ayda yılda bir sokak kavgasına tanık olurken, ya kendi ailemizde ya da tanıdığımız diğer ailelerde şiddet olaylarına daha sık rastlarız. Dünya savaşlarına. Haçlı Seferleri’ne bile birçok ülke katılmamış, tüm savaşlarda yaralananların sayısı her gün kocalarından, kanlarından, analarından, babalarından sopa yiyip, yatalak olanların sayışma asla ulaşmamıştır. Yakınlık ve yakınlaşma insanları çirkini eştirmiş, sorunların acısı hep bir yakına çektirilmiştir. Acaba sözde uygar olan Avrupa ve Amerika’da insanların giderek evlilik kurmaktan kaçıp, serazat bir hayatı yeğlemeleri bundan mıdır? Sevgi ile cinselliği birbirinden ayırarak birçok insanın artık tek başına yaşamayı seçmesi şiddetten korunmanın bir yolu mudur?
İnsan evrimine ve tarihine baktığımızda “terbiye etme” olayının “terbiye vermek”le özdeşleştirildiğini, dövme ya da dövme tehdidinin ana baba ve çocuklar ile kadınerkek ilişkilerinin temelinde yattığım görüyoruz. Bu konuda kuşaktan kuşağa aktarılan akıl almaz atasözleri ve halk arasında yaygın olarak kullanılan deyişler de saldırgana şiddet uygulamanın neredeyse bir görev olduğunu İfade etmekle kalmamakta, bunun toplumlar ve yasalar karşısında da mazur gösterilmesine yol açmaktadır. Minik bir çocuğu okula teslim ederken “Eti senin kemiği benim” demek nereden geliyor? Okullarda ve hatta Tanrı sevgisini insanlara öğretmeyi amaçlaması gereken Kuran kurslarında bile özellikle erkek çocuklar ağır şekilde dövülmüyor mu?
Anne ve babaya “Kızını dövmeyen dizini döver” denilerek insanlar çocuklarım dövmeye teşvik edilmektedir. Gösterilen şiddet bir vazife olduğuna göre, atılan dayak mazur görülmektedir. Dövenin değil dövülenin kabahatli ve kusurlu olduğu da gene her türlü örf ve âdetle desteklenmektedir. Hatta insanlar çocuklarından birini, bir kabahati yüzünden döverse diğerlerinin de hatırı kalmasın diye evdeki tüm çocukları sopadan geçirebilmektedir. Böyle bir “iyi niyeti” olmasa bile anne ya da baba “hızını alamadığı için” tüm ev halkım terörize etmektedir. El. kol, tekme, tokat yanında sopa, demir, kemer ve hatta öldürücü silahların da kullanıldığı aile içi şiddete maruz kalan dünya nüfusu yanında, savaşlarda yaralanan ve can verenler devede kulak kalmaktadır.
Sözde insanlara doğru yolu gösterecek olan eğitim kurumlarında yaşanan bütün şiddet ve aşağılama olaylarını, bunların nedenleri ile sonuçlarını; diğer birçok şiddet olayını bu kitaba sığdırmamıza imkân olmamakla birlikte, hem eğitim kurumlarında hem de aile içinde yaygın olan ve özellikle erkekleri etkileyen aşağılama olaylarının yaygın olduğunu belirtmek gerekir. Aşağılama öğretim ortamında fiziki şiddetten çok daha yaygın olarak uygulanan ve çocuğun gelişmesini engelleyen bir olaydır. Batı dillerinden Türkçe’ye geçmiş olan “havuç ve sopa”, “ödül ve ceza” gibi iyi davranışı ödüllendiren, kötü davranışı en aza indiren yaratıcı çözümleri geliştiremeyen, çoğunlukla az eğitilmiş görevlilerin ödülü az, cezası çok bir tutumla çocuklara yaklaşımı korku ve tehdide dayalı bir düzen kurulmasına yol açmaktadır.
Erkeklere ve oğlan çocuklarına yapılan cinsel şiddet
Tarih boyunca, zavallı oğlan çocuklarının uğradıkları cinsel şiddetin yanın da jigoloların ve erkek fahişelerin karşılaştıklarını; hatta bazen de ölümcül olabilen cinsel şiddet olaylarını Satılık Erkeklik kitabımda yazmıştım. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) sadece kadınlara yönelik şiddeti kapsamlı olarak inceleyen çalışmasında erkeklere yönelik şiddetle ilgili sadece tek bir sayfa vardır. Bu çalışmaya göre yetişkin erkeklere ve oğlan çocuklarına gösterilen cinsel şiddet önemli bir sorun olmakla birlikte, istisnasız tüm Ülkelerde ihmale uğramış ve incelenmemiş bir konu olarak kalmaktadır. Erkeklere ve oğlan çocuklarına yönelik iğfal etme ve benzeri cinsel saldırılar işyerlerinden tutun da, okullarda, sokaklarda, savaşlarda, hapishanelerde ve özellikle de ilgili bölümde belirttiğim gibi, aile içinde görülmekte ve kimi zaman laf olsun diye, kimi zaman “terbiye etmek”, “gözdağı vermek” ya da “zevk” için yapılmaktadır. Bugüne kadar heteroseksüelliğine toz kondurmayan Afrika erkekleri bile artık büyük kentlerde hem kız hem de erkek çocuklarını iğfal etmektedir.
Gelişen ülkelerde erkeklerin yüzde 5’i ile 10’unun cinsel şiddete maruz kaldıkları Birleşmiş Milletler Örgütü’nce (BM) saptanmıştır. Örneğin, Peru’daki erkeklerin yüzde 20’si ve Tanzanya’daki erkeklerin yüzde 13’ünden fazlası çocukluklarında cinsel saldırı kurbanı olmuştur. Satılık Erkeklik kitabımda belirttiğim gibi “uygar ve gelişmiş ülkelerde” bu oran çok daha yüksek olarak belirlenmektedir; çünkü bu toplumlar artık sessiz kalmamakta, bu tür olaylar çok daha yüksek oranlarda yetkili kurum ve kuruluşlara intikal ettirilmektedir. Buna rağmen suçluluk hissi, korku, inandırıcı olamama endişesi, erkekliğe toz kondurmama çabası yetişkin erkeklere ve oğlan çocuklarına yönlendirilen şiddetin ortaya çıkmasını yine de engellemektedir. Şiddet kurbanı kadınları korumak için hem kamu kurum ve kuruluşları hem de sivil toplum örgütleri büyük çaba sarf etmekle birlikte, kadınların maruz kaldığı olaylarda da fazla bir azalma olmamış ya da kadınlar artık karşılaştıkları şiddeti daha sık bir şekilde dışa vurmaya başlamışlardır. Oysa erkekleri koruyucu mekanizmalar henüz gelişmemiştir; sadece bazı ülkelerde şiddete uğrayan erkekler kendi aralarında dayanışma grupları kurarak az sayıda erkeğin derdine derman olmaya çalışmaktadır. Bu konudaki yasal çerçevenin yetersizliğinin üstünde duran BM, kadınlar için geliştirilmiş olan tedavi yöntemleri ve koruma mekanizmalarının erkekler için ne denli geçerli olabileceğini henüz incelememiştir. Sadece birçok ülkede iğfal edilen erkeğin aynı durumdaki kadınla karşılaştırıldığında yasa karşısında mağdur durumda olduğu not edilmiştir. Oysa, bu tür erkeklerin de depresyon, uykusuzluk, cinsel fonksiyon bozuklukları çektiği ve hatta intihar ettiği bilinmektedir.
Kocaların çilesinden söz etmek kadınların uğradığı çok boyutlu saldırılan ve aşağılamayı hafife almak anlamına gelmez; tersine kadınerkek ilişkilerindeki bir başka çarpıldığa değinmenin gerekliliğini vurgular. Erkekliğe toz kondurmamak İçin yüzyıllar boyu görmezlikten gelinen, erkeklerin pısırık görünmemek için gizlenmeleri sonucu bir türlü açığa çıkarılamayan bu konu Ban toplumlarında yavaş yavaş incelenmeye başlanmıştır.
Kuşkusuz erkeklerin uğradığı şiddetin en önemli ve süreklisi diğer erkeklerden kaynaklanmaktadır. Sokakta, okulda, çayda, kahvede sürekli olarak kendini kollamak zorunda kalan, dost ve arkadaşlarının tehdidi altında olan erkeklerin birbirlerine yönelttikleri şiddetin en açık biçimi insanlık tarihini oluşturan savaşlarda da kolay bir biçimde görülür. Küresel bir boyut alan erkeğe yönelik saldırılan bir başka kitapta tartışmayı düşündüğümden burada yalnız sevgilileri ya da eşleri tarafından erkeklere yöneltilen şiddeti anlatmaya çalışacağım.
Erkeklerin sevdiklerinden şiddet gördüğünün kabullenilmesi
Kadınların evlilik çerçevesinde maruz kaldığı şiddete karşı her ülkede bilinçlenme olmuş ve BM dahil uluslararası kuruluşlar ile ulusal sivil toplum kuruluşları konuya sahip çıkmaya başlamıştır. Bu nedenle, ülkemizde de kadını şiddete karşı koruyucu yasal düzenlemeler geliştirilmiştir. Ancak, gerek toplumsal gerekse de yasal düzenlemeler yalnız kadının şiddet gördüğünü varsaydığından, şiddet gören kocaların ve sevgililerin sorunları görmezden gelinmiştir.
Satılık Erkeklik kitabımda yalnız kadınların fahişeliğe itilmediğini, yalnız kız çocuklarının cinsel saldırıya uğramadığını, yetişkin erkeklerin, özellikle oğlan çocuklarının tarih boyunca ve günümüz modem yaşamında çok daha yüksek sayıda, hem de küresel bir biçimde cinsel amaçla alınıp satıldığını belgelemiştim. Bu kitabı i 000 kişi okudu, birçoğu okuduktan sonra yakınlarına verdi. Çeşitli radyo ve televizyon programlan düzenlendi, gazeteler benimle söyleşiler yaptı. Fakat tebrik mesajlarının dışında hiçbir eleştiri almadım. Satılık Erkeklik, hem Türkiye’de hem de dünyada erkek bedeninin hem erkek hem de kadınlara pazarlandığını gösteren ilk kitaptı. Bu kitap da en azından Türkiye’de bu konuya inceleyen ilk kitap olacak ve birçok erkeğin eşi ya da sevgilisinden şiddet gördüğünü belgelemeye çalışacak… Ayrıca, erkeklerin yalnız kadın değil erkek sevdiklerinden de şiddet gördüğünü gösterecek. Erkekleri sevenler arasında eşcinsel ve iki cinsli erkekler de vardır. Erkekler, diğer erkeklerle kurdukları sevgi ve cinsel ilişkilerinde şiddete uğramakta, böyle olunca da “sevgili” ya da “eş” dediğimizde yalnız kadınları değil erkeğe karşı şiddet gösteren diğer erkekleri de kapsamak zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Kuşkusuz, kocaların çilesinden söz etmek kadınların uğradığı çok boyutlu saldırılan ve aşağılamaları hafife almak, bunları yok saymak anlamına gelmez; bilakis kadınerkek ilişkilerindeki bir başka çarpıldığa değinmenin gerekliliğini vurgular. Erkekliğe toz….