Roman (Yerli)

Onuncu Köy

Damalı’nın Muhtarı, bekçiyi çağırıp, “Bugün sana görev var Ali Gede!” dedi. “Uç Damlar”a gidip Duranâ’ya bildirim söyleyeceksin. Kendi yoksa avratları evdedir, onlara söylersin…”

“Hayhay, söylerim!” dedi Ali Gede.

Görünürde kuş muş yoktu daha… Görünürde değil, kimsenin ak­lında yoktu kuşlar…

Muhtar Hamdi durup düşündü : “Kâğıda mühür bastırmak gere­kir, sen gene kendini bul en iyisi! Yarın iş resmiyete dökülürse zorluk çıkarır. Nemize gereeek!..”

“Olur, bulurum!” dedi Ali Gede. “Tasalanma..”

“Kızını okula yollamıyor dürzü! Öğretmen bu kez kesin istiyor. Okul dışı tek döl kalmamaya azmi cezmi kast etti herifçioğlu. Vallahi aferin! Biz olsak Duranâ’dan yılarız! O yılmıyor. Aşkolsun!..”

“Ne yılacak?” dedi Ali Gede, “Ardında dağ gibi hökümet! Onun yerinde olsam ben de yılmam!”

“Duranâ boş mu? Onun ardında da yanardağ gibi parti! Çatal boynuzlu dürzü böyle deyip övünüyormuş. Abuk sabuk konuşuyor­muş ortalıkta!”

Çıkarıp köy defterinin arasındaki bildirimi bekçiye verdi : “Mü­hürlenecek yerinde işaret var, sakın yanlışlık yapayım deme. Dikkat II

et…

“Ederim, tasalanma!..” dedi Ali Gede, çıktı.

Köyden aşağı yürüdü. Kuşlar görünmüyor, görünecekleri de ak­lında yok bekçinin. Güz ayları ılık gidiyor. İnsanı kaşındıran güneş, kuşluk yerinden yukarı ağmış. Günlerden cuma olduğu için tarlalar, bahçeler boş. “Damalı’nın insanında hâlâ biraz saygı var”. Cumaları tarla tapan işi tutmaz, öküzü eşeği yormazlar. Öküz eşek sayesinde kendileri de dinlenir.

Asar’dan aşağı, boş tarlalar arasından iniyor Ali Gede. Birden gökyüzünde kara bir bulut gördü. Çok yükseklerden, Acıgöl yanın­dan gelip Burdur yanına doğru geçen, kara, kapkara bir buluttu. Gün vuran yerleri ak çelik gibi parlıyordu. Yükseklerden geçtiği için neyin nesi olduğu ilk bakışta seçilemiyor, bilinemiyor. Uçan bir bulut.

“Kuş bunlar!” dedi Ali Gede. “Her ne cins kuşsa? İki üç yıla bir görürüm bokları! Böyle yüksekten uçar giderler.

“Hayır mıdır, şer midir, yoksa şerbela mıdır, seçemem! Allaha hamdolsun, hep böyle yüksekten geçerler!..”

Durup iyice baktı giden buluta : “Hamdolsun dedik ya, ne malum? Hayırlı kuşlardan hangisi bize yakın uçtu bugünce; bize; bizim Damalıya?”

Damalı köyünün bekçisi Ali Gede, boş zamanlarında sarıp taba­kasına doldurduğu sigaralardan bir tane yakıp yürüdü. Kendi kendine konuşarak, düşünerek gidiyor.

Karşı mahalleye “Üç Damlar” derlerdi. Şimdi orda, yirmiden fazla ev var. “Demek ilk icat olduğunda üçtü. Bir ad ki nasıl konur kardaşım, öyle kalır…”

Kuşlar geçip gidiyor.

Ali Gede, yürüyor, düşünüyor :

“Ben de dünyada şu dürzülerin aklına yanarım! Hükümetten bir karar gelir : Okul yapılacak! Peki, hayhay! Taş kum taşır, yaparlar bir okul. Sıra dölleri yollamaya gelince; hır! Yahu, ben bir adi bekçiyim. Mülküm yok. Aklım da ona göre. Öyleyken ben kızımı yolluyorum, bu dürzüler yollamıyor. Olmaz böyle! Hükümet bekçilere yetki vere­cek. Diyecek, “Ey bekçiler, evlatlarım, dölünü okula yollamayan ka- vatların terbiyesini size bırakıyorum!” Ötesine karışmayacak. Köylük yerde hangi gözel yoldan gidileceğini bekçiler bilir. Şimdi Duranâ böyle inat ediyorsa, sebep hökümetin bekçilere yetki vermeyişidir. Ben Duranâ’nın ciğerini bilirim. Köylüyü bön buluyor. Öğretmeni korkuturum sanıyor. Muhtarı boğarım diyor. Ondan sonra kalkıp köy merası sürüyor! Korudan ağaç kesiyor. Öğretmenin okula yazdığı kızı eve kapatıyor! Bir de, askerlikte o kadar milletin başına çavuş dik­mişler bunu! İngiliz tutsakların başına baş yapmışlar. Bir adamın îngi- lize kumanda edebilmesi için çok kafalı olması gereğir. Eli kalem tut­ması gereğir. Biraz lügat bilmesi gereğir. Halbuysam Duranâ domuzluktan başka bir şey bilmez! Evet, ben de lügat bilmem, bilsem bile sarfedemem, ama kafam çalışır. Hükümetin verdiği kararı kabul ederekten, evladımı gün doğmadan okula salarım. Derim, “Haydi kızım! Öğretmenine hörmet et! Derslerine gayret et!..” Neme gereeek; benim görevim hökümeti desteklemek. Hükümet de beni destekler engücü. İsterse desteklemesin. Ben kendime karışırım. Benim taba­nım bir köylü. Oku mu diyor? Okurum. Yaz mı diyor? Yazarım. Benim kafam böyle çalışır. Eski hökümetlerde okul moda olsaydı, helbet biz de okuyup yazmayı bellerdik. Bir de o zaman görürdü Da­malı bizi! Aaaah!..”

Artık kuş muş yok havada. Geçip gitti bulut…

Koltuğundaki değneği eline alıp Değirmen kaşındaki inişten sal­landı. Dereboyu, yeşil yaprağını dökmüş çınarla doluydu. Arada narin söğütler, yaprağı pır pır pır kavaklar; bakımlı bahçeler, meyve ağaçları sıralıydı. Biribirine geçmişti ağaçların dalları…

Ortadan, yaz-kış bir çay akar. Çay, Ulupınar köyünden çıkar. Erikbeli’nden, Damalı’dan, Sümbüllü’den geçerek varıp göle dökülür. Bazı uslu akar, bazı deli; bazı iyice taşar. Yanında yakınında ne var, yok, siler süpürür.

Damalı’mn asıl kümeli kısmı, çayın beri yakasındaydı. Dura- nâ’nın bulunduğu yakada da epey ev vardı. Damalı köyü, dere tepe, yedi mahalleydi. Qte yakadaki üç mahallenin çocuğu beri yakadaki okula gelir, Muhtar da, çoklukla, beri yakadan seçilirdi.

Oysa öte yakanın adamları daha vakitlidir. Çünkü öte yaka top­rakları güne karşıdır, “sahil” düşer. Yılda iki ürün getirir. Beri yaka “kuz”dur. Bir ürünle yıl geçer.

Öte yakanın adamları istese, muhtarlığı hiç bırakmazlar. Ama Damalı muhtarlığa heveslenmez pek. Muhtarlık yüktür. Damalı, ilçe­nin en uzak köyü. Yolu zor. Kışları çamurdur. Bir gidip gelmek üç güne patlar. Muhtar aylığı da otuz lira. Muhtarlık iyi bir iş olsa, en başta Duranâ, sülalesini seferber eder, sürgit elinde tutar onu.

Ali Gede’nin görüşü budur :

“Damalı’da, ha muhtarlık, ha bekçilik! Oysa âlemde ne köyler var, muhtarlık için millet biribirini yer! Cenaballah, dünyayı bölüştü­rürken kararını bilememiş. İstese, iyi bir hesaba vurur, bir düzende düzerdi. İstememiş ne hikmetse! Kimine yağ mumu, kimine bal mumu. Kimine karpuz, kimine kelek; kimine acı bir düvelek vermiş. Kimine biterli ovalar, kimine bir kalbur çakıl ayırmış…”

Değirmenin önünde iki eşek bağlı. Kapısı açık. İçerinin karanlığı, karşıdan görünüyor. Domuzluktan sular fışkırıyor, çarkın sesi uzak­lardan duyuluyor.

Ali Gede, tespih gibi dizilmiş taşlara basarak çayı geçti. Dura- nâ’nın kavcar damlı evi, mahallenin öte başında. Dumanı eğri eğri tü­tüyor. Avluda evden başka, ambar damı, arı damı, saman damı, ahır… Bir sürü dam var. Damlar, ardıç ağaçlarının belinden soyulmuş kav- carla örtülü. Köyde bunu yalnız Duranâ yaptı. Ötekiler toprak. Kara örtü… Üstlerinde birer yuvak taşı…

“Kendi çıkarına gelince akıllıdır dürzü! Bu üslubu göçmen köyle­rinden öğrenmiş. Yağmur yağarken ikide bir çıkıp dam yuvmayacak. Kar küremeyecek. Başkasının çıkarına kıçını kıpırdatmaz! Mera sür­mekten de kalmaz! Nohut deresine saban koştu son sonu! Ulan, bozun dürzünün ektiği ekini be! Bir adam koca köye karşı duramaz. Bahusus haksız olunca… Ama Damalı milletine karar tutmaz. Dur ba­kalım…”

Avlu kapısındaki köpek hırladı.

“Oooooşt!.. Dürzünün köpeği!……..

Kapının dışındaki dibekte üç kadın buğday dövüyor. Soku sallaya sallaya terlemişler. Bir hoş bir hoş kokuları geliyor.

“Duranâ evde mi bacılar?”

Kadınlardan ses çıkmadı.

“Duranâ evde mi diyorum!”

Kadınlar soku sallamayı bırakıp : “Ne bilelim? Heralda evdedir!” dediler. İşe koyuldular gene.

Köpek bir artık hırlıyor. Bir daha oşt dedi Ali Gede. Islıkladı. “Akış Akış!” diyerek sesini yumuşattı. Köpek kuyruğunu sallamaya başladı. Ali Gede, açtı kapıyı girdi! Hemen kapattı, köpek dışarda kaldı.

içerde Duranâ’nın büyük karısı “İhtiyar”, belini büke büke, avlu süpürüyor.

“Nine, Duranâ evde mi?”

Bu “ihtiyar”, Duranâ’nın ikinci karısı. îlki iki çocuk yapıp öldü. Duranâ bunu aldı ama bu da kısır. Duranâ bir baktı, iki baktı, sonra Gök Sultan’ı getirdi bu kısır avradın üstüne.

Gök Sultan önceleri pek güzel değildi. İleze, üfürsen yıkılacak. Sonra sonra ilerletti güzelliği. “Dürzünün ekmeği, yosmaya iyi geldi! Tavlandı birden. Tavlandıkça açıldı! Açıldıkça gözelleşti…” Gök Sul­tan, arka arkaya üç çocuk dizdi Duranâ’ya. Oğlanı kızı oldu. Cins çıktı hasba! Çocuktan çocuğa değerlendi. İşten kıştan esirgendi. Kıra yorulmaz, güne ırılmaz oldu. Eli yüzü kaymak gibi ağardı, hanımlaştı.

Bekçinin “nine” dediği “İhtiyar” da, günden güne kapı ardına itildi. O, Duranâ için, işleyip yiyen bir insan. Gök Sultan ilk çocuğu doğurunca Duranâ : “Seni emekliye ayırdım İhtiyar!” dedi buna. Adı İhtiyar kaldı. İhtiyar aşağı, İhtiyar yukarı. Asıl adı unutuldu. Komşu­dan bir kadın, çocuğuna : Git İhtiyar teyzene söyle, bir baş sarmısak versin!” diyor. Çocuk gelip : “İhtiyar teyzee!” diye sesleniyor. Çok gü­cüne gidiyor. Ama ar ediyor, kimseye bir şey diyemiyor. İçine ata ata, inceldi gitti. Gök Sultan’la aynı kaptan yedikleri halde,’ onun gibi tav­lanamıyor. Üstelik kısır “kancık”tı. “Köylük yerde, bir kapıda koruna- bilmek için dilini tutacaksın. Bir kısım davanı öbür dünyaya saklaya­caksın…” Bir gün gelip gerçekten ihtiyarlığa yönelince hiç aldırmaz oldu. Hatta şimdi bu “Çıplak Ali Gede”nin “nine” demesine bile kız­madı :

“Evde, evde… geç!” dedi.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

İçimizde Bir Yer – Ahmet Altan

Editor

Günahın Üç Rengi -Gülseren Budayıcıoglu

Editor

Ağır Roman

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası