GÖKÇİMEN
Gökçimen’i bilen azdır.
Ankara’ya bağlı bir köydür bu. Bir küçük tepenin eteğinde elli kadar ev, bir cami, bir dibek, bir çeşme, bir yunak, bir çürük okul ve elli kadar gübreliktir. Evler yan yana, birbirine bitişik ve toplucadır. Hepsinin yönü güneyedir. Köyün ardında çamı, ardıcı tükenmiş bir dağ durur. Ön yanı açıklıktır. Bu açıklıkta Gökçimen’in tarlaları serilir. Tarlaların bir başından bir başına kırk dakikada yürünür. Bu açıklığın hepsi Gökçimen’in değildir üstelik. Evci köyünün tarlaları gelir Gökçimen’in koltuğuna sokulur. Bir yandan da Kayadibi köyünün tarlaları başlar.
Arkadaki dağdan belli belirsiz bir su çıkar. Büküle büküle öteki köylerin topraklarına gider. İki kıyısına söğüt, kavak dikmişlerdir. Bağ bahçe yapmışlardır. Kimi yerler çayırlıktır. Köyün camızı, sığırı, sıpası buralarda yayılır. Yaz gelince de kesilmez. Gökçimen’in insanlarına, hayvanlarına yeter iyi kötü.
Oysa çoğu köylerin suyu kesilir. Çiçek çimen, yeşermiş ot, ne varsa yanar kavrulur yazın. Çevre köylerde bir inanç vardır: “Gökçimen’in suyu kesilmediğinden, her yanı çayır çimendir. Çayır çimenin yeşili kızların gözüne yansır. Bu yüzden göküş olurlar. Eğer avucunda üç kuruşun var da kendine yeni bir karı almak istiyorsan, Gökçimen’e git, kız al!” derler.
Geçen zamanlar bu inancı doğrulamış, çevrenin varsıllarını hiç yanıltmamıştır. Parayı kuşağına doldurup gelen, istenen altınları da takınca; beğendiği kızı ata bindirip götürmüş, gel demiş imama, kıydırmış bir nikah, ondan sonra istediği kadar çalıştırmış, istediği kadar çocuk doğurtmuştur. Yıllar geçip Gökçimenli kız biraz kocayınca, onu bir köşeye itmiş, belki onun kazancıyla, Gökçimen’e varıp bir kız daha almıştır.
Karşıdan bakarsan Gökçimen’e çok para girer. Bu sözün karşılığını köylüler şöyle verirler:
“Canım, kız parası değil mi? Elde avuçta eğleşmez ki… Tütüne gayfaya anca yeter…”
Analarının, ebelerinin dediği gibi, bu köhne dünyanın üzerinde olanlar hep Gökçimenli kızlara olmaktadır! Sanki bir alın yazısıdır bu. Değişmez! Epeyce oluyor, erkekler Birinci Dünya Savaşı’na gitti. Seferberlik oldu. Yunanı kovdular. Cumhuriyet geldi. İkinci Dünya Savaşı oldu. Neyin nesi, kimin fesi olduğu belirsiz bir demokrasi çıktı.
Yarım yurum bir okul geldi. Kaymakam uğradı. Evlere çantalı, pilli radyolar girdi. Gene de dipli köklü bir değişme olmadı yaşamda. Kızların alınıp satılması geleneği sürdü geldi. Daha da gidecek…ti!
Velikul’un Dürü, geçen mayısta beşi bitirdi. Vekil öğretmen Kızılca’dan fotoğrafçı getirtip resmini çektirdi. Resimli bir diploma verdi Dürü’ye. Diplomayı aldıktan sonra göğüsleri kabarmaya başladı kızın. On üçünü bitirip on dört oldu yaşı. Anası saçlarını uzattı hemen. Boyalı iple, gök boncukla ördü. “Dorum kızım, döşlü kızım, göküş gözlü kızım!..” diyerek okşadı.
“Dürü, o yazı, ana babasının yanında, bağda bahçede, toprakla uğraşarak, burçak yolarak, ekin biçerek, döven sürerek, saman çekerek, harman yeri süpürerek geçirdi. Çalıştı, pişti. Güz geldi.
Güz geldi, unluk buğday yudular. Ardından bulgur kaynattılar.
Çulları, cecimleri dam başına sermişlerdi. Bulguru kurutuyorlardı. Çabuk kurusun diye sık sık karıştırıyorlardı. Dürü, eline bir ayva almış, kemiriyordu. Dürü’nün yüzü, yanağı pembe, gözleri yeşildi.
Gökçimen köyünün yeşiliydi tastamam. Ayva sarıydı.
Dürü dam başında ayva kemirirken, at üstünde bir “herif’ belirdi. Evin önündeki yoldan geçip gidecekti. Hızlı sürüyordu atı. Birden yavaşladı. Sol elini başına götürüp şapkasını tuttu. Sağ elinde kamçısı vardı. Gözünü kızın üstüne yapıştırdı bir süre. Sonra usulca, ağır ağır geçip gitti. “(Bu kızı Allah kendi yapıp yaratmış! Uzun uzun uğraşmış!
Elini yüzünü, kaşını gözünü kendi tamamlamış. Kalfalara filan havale etmemiş!.. Böylesini Cenabı Allah ancak kendisi başarabiiir! Bravo!..)” dedi.
Dürü titredi. Elinde ayva, kalakaldı öylece. Ağzındaki lokmayı yutamadı. Giden “herif’in ardından öfkeyle baktı. Bir süre sonra, hiç ayırdında olmadan, “Kudurası nalet! Tastamam bir nalet, başka ne olacak!” dedi:
Anası işitti: “Ne o gıı? Kime “nalet” diyorsun?”
“Geçip giden herife diyorum! Baktı bana!”
“Baksııııın! Ne varımış bakmayla?”
“İstemiyorum! Ona bak dedim mi?”
Havana korkuyla doğruldu. Gideni araştırdı: “Haaa!” dedi birden. Aklı suya eriverdi, “Kabak Musdu gidiyor ay kızım! Hıyanet köpeğin biridir. Kuşağı para doludur. Baktı mı kötü bakar. Sen de ne dikiliyordun saçakta, elinde ayva? Tüh tüh! Gördün mü şimdi?”
Dürü korktu: “Neden tüh çekiyorsun?”
Havana başını eğdi. Bulguru karıştırdı.
“Söylesene ana, neden tüh çekiyorsun?”
“Yok bir şey! Yok bir şey!” dedi Havana. Kabak Musdu’nun ardından bir daha baktı. “Kudurası nalet!” dedi.
Atın üstünde parçalanmış gibi duruyordu Kabak Musdu. Bağların arasına girdi. Ağaçların arasında yitti. Bağlar bitince yeniden beliriyor yol. Havana, gözlerini dikip beklemeye başladı. Bir süre bekledi. Musdu çıkmadı. “(Allah Allah, neden çıkmadı bu?)” dedi. Belki atın başını çekti, düşünüyor orda. Yooo; beri yandan çıktı birden! (Hay nalet!..)” Dönüp geri geliyor! “(Hay kudurup da yağlı kurşunlardan gidesi!..) ”
“İçeri gir Dürü! Hemen içeri gir gözel kızım!”
Dürü koştu içeri: “Kudurası nalet!” dedi yeniden.
Ellisine geldi Kabak Musdu. “(Böyle kızları görünce, zaten yumuşak olan yüreğim daha da yumuşar. Ne hikmetse, sadeyağ gibi eriyiverir!..
Bayılırım elini yüzünü Cenabı Allahın kendinin yaptığı kızlara!..)”…