Dini

Canfeda: Hz. Fatıma

canfeda hz fatima 5ed42955697dbBABASININ ANNESİ: HZ. FATIMA O Hz. Fatıma ki Allah Resulünün can parçası, dünya üstünde ona en çok benzeyen kişidir. İlmin kapısı Hz. Alinin eşi, cennetin genç efendileri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyinin annesi, iyilikler denizinin incisidir. Üç günlük açlıktan sonra bile elindeki tek lokmadan feragat eden, Hz. Muhammed(sav) tarafından daima ayakta karşılanandır. Ehl-i Beyt bir nur kandili, o ise bu nuru çevreleyen kristal fanus, Fahri Kainatın(sav) gözlerinin nurudur. O Fatımadır. Ateşten kesik, ateşe uzak demektir. Allah’ın onu ve sevenlerini cehennem ateşinden uzak tutma muradıdır. Son Peygamberinin soyunu devam ettiren Kevser, aynı zamanda Resulullaha(sav) duyduğu şefkatle onun etrafında pervane gibi dönen, Babasının Annesidir. *** Belhli tüccar Cüneyd el Kındi, Kuşadalı Üveysi Haşim, Necefli Hacı Hüsrev, Botanlı Ramazan, Tıkritli bilge ebe Destigül Nine ve torunu Abbas Dünyanın dört bir tarafından yollara düşen bu kişileri buluşturan tek şey Ehlibeyt aşkıdır. Kerbela, Medine ve Mekke güzergâhında uğradıkları her durak, geçtikleri her menzilde zamanın koridorları açılır ve Hz. Fatımanın hayatından kesitlerle karşılaşırlar. Kevserin kıyısında gezinen bir roman mı bu, yoksa bir şark hikâyesi mi? Şaşıracaksınız.

***

Şaşırıp kalmıştı şair Zebun bin Mestan Efendi…

Nasıl çıktıysa dün geceki yangın, bir nefeste Baş Çarşıdaki tüm dükkânları kül ettiği yetmezmiş gibi, bedestenin ardına yaslanmış iki sokaktaki bütün evleri ve bu arada kaldıkları hanı da perperişan eylemişti. Sırtındaki gecelik, o telaşla ayaklarına geçiriverdiği, kimin olduğunu bilmediği terlikler ve başındaki yün takkeden başka hiçbir şeyi yoktu artık dünyada…

“Hava bu kadar soğuk, gök bu kadar kapalı mıydı hep?” dedi savrulan küllerin arasında amaçsızca dolaşırken. Duman tüten enkaza, sağa sola feryatla koşuşan insanlara baktı çaresizce…

Seyisi ve yoldaşı Nurettin, nereden bulduysa bir battaniye ile yetişmiş, bir yandan efendisini şefkate muhtaç bir çocukmuşçasına kundaklıyor, bir yandan da kendilerini Cidde üzerinden Mekke’ye götürecek kafilenin bu gece yola çıkacağını haber veriyordu.

“Bu gece mi?” diyerek Nurettin’in yüzüne baktı Mestan Efendi… Nurettin’in boyu posu, geniş güler yüzü, sanki ilk kez gözüne değiyordu Mestan Efendi’nin. Zor zamanda sanki bir ermiş gibi her ihtiyacına yetişen bu maharetli gencin boynuna sarılarak ağlamamak için zor tutuyordu kendini.

“Bu halde mi çıkacağız yola Nurettin, şu halimize bak…”

“Hanın sahibi Hacı Salih Efendi’yle Baş Çarşı zabitlerine vardık, zabit efendilerden mühürlü izinname çıkarttık az evvel. Büyük Hünkârdan ve kent valisinden Allah razı olsun, hacca niyetli yolculara eman vermişler, müsamaha layihası yazdırmışlar, işte bütün evrak elimde.”

“Bütün kitaplarım yanmış, gönül sermayem bitmiş Nurettin. Yazı takımlarımı, mürekkep hokkalarımı, defterlerimi bile yitirmişim bu hengâmede. Sanki kıyamet kopmuş… Üstte yok, başta yok, her şeyimiz kül oldu bir gecede. Sen neden bahsedersin?”

“Efendimiz, ne demişler; yolcu yolunda gerek… Bakınız, sizin için uygun birkaç giysi bulup getirdim, şu yün pelerini görüyor musunuz? Bana yolda hediye ettiğiniz bir yüzük vardı ya, işte onu kuyumculara verdim, mütevazı bir yolculuk dengi tuttum bile… Haydi kalkınız, limanın yakınındaki kahvehanelerin sıcak ocakları, mangalları buram buram tüter şimdi, bir çay içip kendinize gelirsiniz, haydi yaslanınız Nurettininize… ”

“Yetmiş iki parça kitabım vardı Nurettin, bin iki yüz sayfalık Divan-ı Zehra’m vardı, kül oldu…”

“Efendimin üzüldüğü şeye bakınız! Burası dünyadır benim akıllı, saygıdeğer sahibim. Yeniden yazarsınız inşaallah, kalem sizin mahir ellerinizde değil mi?”

“Kalem bende de… Sahifeler gitti. Resulullah’ın(sav) mübarek kızı Fatıma Zehra için kaleme aldığım Divan-ı Zehra’m yandı. Harflerim, kelamım yandı bitti, kül oldu.”

“O sahifeler de, Divan-ı Zehra da, sair kitaplarınız da, hem okuduklarınız hem de yazdıklarınızla birlikte… Hepsi sizin içinizde değil mi Efendimiz? Bundan sonra yazacağınız şiirler ve okuyacağınız tüm yeni kitaplar da aynı yerde duruyor. İçinizde, yani kalbinizde… Ha yazmışsınız, ha yazmamışsınız, hepsi gönlünüzde değil mi? Aşktan gayrı ne var ki dünyada Efendimiz? Sizin meşhur sözünüz değil mi; “Aşk imiş her ne var ise âlemde, gerisi bir kıyl ü kâl imiş.” Dünya, işte bu yangın yeri, külden tozdan bir çadırdır benim mahir Efendim. Günü geldiğinde o çadır da dürülmeyecek mi? Biz yolumuza bakalım…”

Şair Zebun bin Mestan’ın, Hz. Fatımatü’z-Zehra ve evlatları için kaleme aldığı Divan, şehrin sanatsever valisi tarafından pek beğenilmiş, Muharrem ayında Hünkâr Hazretleri’ne sunulmak üzere namlı hattat ve müzehhiblere teslim edilmişti. Âlicenap Vali, Şair Mestan Efendi’yi, kaleme aldığı Divan-ı Zehra dolayısıyla ikramlara boğmuş, bununla da yetinmeyip kendisini Hacca göndermeyi vaat etmişti…

Dün geceki yangına kadar, her şey bir rüya güzelliğinde işlerken, uğradıkları bu ağır sınav, Mestan Efendi’nin sanatkârlara mahsus ince bünyesini mahvetmeye yetmişti.

Ya Seyis Nurettin’den işittikleri? Doğru değil miydi bu pırlanta yürekli hizmetkârın sarf ettiği sözler? Madem Fatımatü’z-Zehra’yı ve evlatlarını bu kadar candan seviyordu, bu sevgisini şiirlerle, koskoca bir Divan’la kaim kılacak kadar bağlıydı Ehl-i Beyt’e… Niçin üzülüyordu ki yangında kül olmuş sahifelerine…

Allak bullak olmuştu ruhu…

Henüz yazılmamış bir kitapla, yazılmış olan arasında bir fark yoksa, her şey gönülde olup bitiyorsa, ‘yazmak niçindir’ diye bir soru… Sanki dünyanın kulbu çıkmıştı da tutunacak tek dalı kalmamıştı Mestan Efendi’nin. Nurettin’e uyup limana doğru yürümekten başka çaresi yoktu.

“Doğru dedin Nurettin, biz yolumuza bakalım.”

Şair Zebun bin Mestan Efendi, iyi yürekli yoldaşının desteğiyle vardığı liman kahvehanelerinden birine girer girmez çözülüverdi. Üzerindeki ipince gecelikle saatlerdir koşturduğu ayazda buzdan bir heykel kesilmişti de haberi bile olmamıştı. Sair zamanda olsa, çoğu korsan yamağı kaba saba denizcilerin doluştuğu, tütün ve ter kokusu sinmiş bu salaş kahvehaneye adımını bile atmazdı ya, neyse… Şu anda tüm sıcaklığıyla cennet bahçesi gibi gelmişti gözüne. Acayip bir lisanla konuşuyordu kahvehanedekilerle Nurettin; Türkçe, Arapça, İspanyolca karışımı garip bir dil. Kendisini hayret, hatta korkuyla takip eden Efendisine dönerek, beline kadar sarkan kızıl gür sakallı gemiciyi takdim etti:

“Saygıdeğer Efendimiz, sizi Akdeniz’in en yaman denizcilerinden İlyas Reis’le tanıştırayım, kendisi on gün kadar sonra Yafa Limanı’na kalkacak geminin kaptanıdır.”

Selamlaştılar.

Başka zaman olsa, kesin savaş narasıdır zannedeceği gürlek bir haykırışla bir şeyler söyledi İlyas Reis; arka taraflardaki ocak başından, gök gürültüsünü andıran başka bir sesle cevap geldi.

“Tedirgin olmayınız Efendimiz, Türkler misafirperver kimselerdir, size çay ikram etmek istedi İlyas Reis. Bu konuştuğumuz acayip lisan da Akdeniz’deki tüm gemicilerin bildiği bir dildir. Biraz kaba sabadır, argodur ama her milletten denizcinin anlaştığı müşterek bir lisandır. Üzerinize iyilik sağlık, bendeniz yanınızda hizmete başlamazdan evvel Denizciler Loncası’na bağlı gemilerde iş yaptıydım. İşte çaylarımız da geldi, buyurunuz, şu köşedeki masa, kahvehanenin en sakin yeridir. Öğrendiğime göre, beklediğimiz geminin kalkışı, şehirdeki büyük yangın dolayısıyla biraz gecikebilirmiş. Buyurunuz, şöyle geçelim… ”

“Bu, hep böyle miydi Nurettin?”

“Anlamadım Efendimiz, buyrunuz…”

“Yani sen mi bana tabiydin yürüdüğümüz bunca yolda, yoksa ben mi sana tabiydim hep?”

“Ah benim mahir Efendim, siz değil miydiniz Hızır ile Musa Kıssası’na şiirler yazıp günler boyunca bana okuyan? Yoldur bu. Soru mu sorulur? Kim söylemiş, kim dinlemiş, hesabı mı tutulur? Yolcuya düşen yürümektir, kaderimizde ne varsa o çıkacaktır karşımıza…”

Şu son yarım günde neler öğrenmişti zavallı şair Mestan Efendi. Merkepler yükü onca kitap, genç yaşta kamburunu çıkartan binlerce şiir… Püff… Bir tüy gibi uçup gitmişti de şimdiye kadar hizmetkârıdır zannettiği seyisinin hikmetli tesellilerine akıl erdiremeyecek hale düşmüştü, tek bir yangınla… Soru soracak mecali de kalmamıştı. İçtiği üçüncü bardak çayı henüz bitirmemişti ki başı, önündeki tahta masaya düşmüş, şekerden tatlı bir düşün içine ayak basmıştı.

“Tatlı bir serinlik değiyormuş alnıma, iki kaburga kemiğimin arasından ta ayak uçlarıma kadar. Tatlı bir serinlik. Çiğ düşmüş çayırların üzerinde hafif bir yokuşu çıkıyormuşum, Rodos’ta gördüğüm ‘üzüm toplayan kız’ tablosundaki gibiymiş her şey. Seher vaktiymiş, sepetinden üzümler sarkan sarı bukleli küçük bir kız güttüğü iki koyun ve üç kuzuyla, üzerine çiğler düşmüş bir çayırlıkta yalınayak yürüyormuş. Tıpkı o çok beğendiğim tablonun içindeymişim gibi. Sonra çayırlar bitmiş, düz bir kumsala varmış yolum, kumsalın ilerisinde beyaz kırçıl çakıl taşları. Çakıl taşlarının hemen üzerinde siyahlı beyazlı bir kıl kilim… Kilimin üzerinde önce tanımadığım bir ihtiyardır sandığım, nedense kederli olduğunu hissettiğim bir zat… Yanına yaklaşınca… Aman Allahım, kalbim duracakmışçasına atmaya başlamış, başım dönmüş, dizlerim titremiş, Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âli seyyidina Muhammed… Evet, bu zat… Evet, Fahr-i Kâinat Efendimiz imiş… Allah’ın salât ve selamı üzerine olsun, ehlini, ailesini, dostlarını kuşatsın… Konuşmuyormuş benimle, lakin kederli bir hali varmış. Bembeyaz nurani bir kundağa sarılı bebeği, bana doğru uzatıyormuş. Konuşmuyormuş, ama hiç konuşmadığı halde, ‘Bu Hüseyndir’ diyormuş. Ellerim bin kere birbirine karışarak kucağıma alı-yormuşum Cennetin En Genç Efendisi’ni. Kundağın içinden, gördüğüm göreceğim en parlak incidir misali, bir bebek kırpır-danıyormuş. Kıpırdandıkça kundağı açılıp, boynu hizasında ıslak kum taneleri peydah oluyormuş. Besmele çekip, Cennetin En Genç Efendisi Hüseyin’in boynundaki ıslak kum tanelerini sağ elimle temizleyip üflemeye çalışıyormuşum. Tanımadığım bir ses, bu kumların, Kerbela’da şehit edildiği esnada Hz. Hüseyin Efendimizin mübarek boynuna karışan kum taneleri olduğunu söylüyormuş. Hüzün ve kedere batıyormuşum, eriyormuşum o anda, eriyormuşum…”

Destur… Bismillah…

Zabıtalar onu uyuyakaldığı masadan silkeleyiverdiklerinde az daha aklını kaybedecekti Mestan Efendi. Çam yarması iki adam, ensesinden tutup kaldırdıklarında neye uğradığını şaşırmıştı zavallı şair… Az evvel gördüğü mübarek düşün içinden sanki zehirli bir zıpkınla, ölümcül bir kancayla sökülüp çıkarılmış gibi çırpınıyordu ızbandutların elinde. Bayılıvermişti.

Gözlerini açtığında tek kişilik kerpiçten bir hücredeydi Mestan Efendi…

Allahım, neydi bu başına gelen?

Nurettin neredeydi?

Kızıl sakallı İlyas Reis, limanda kendilerini bekleyen gemi? Kalkmış mıydı yoksa?

Yoksa gene düş mü görmekteydi?

Yok, yok… Bin kere yok. Her şey gerçekti işte! Duvarda gezinen hamam böcekleri, dirseklerinden ığıl ığıl akan kan, ah boynu, ah sırtı, sanki üzerinden katırlar geçmiş… İnce geceliği toz toprak içinde, terliklerinden birini yitirmiş o hengâmede. Demir parmaklıklardan başını uzatan bir gardiyan, ‘Bu çaput seninmiş efendi’ diyerek, daha birkaç saat önce Nurettin’in verdiği yün pelerini fırlatıyor yüzüne.

“Hakkında şikâyet var Zebun bin Mestan Efendi, derdini zabıta amirine anlatırsın artık sabaha… ”

“Ama bizi Cidde limanına taşıyacak gemiye binecektik bu gece.” “Valla ben anlamam gemiden falan. Emir verdiler, gün boyu seni aradık şehrin dört bir yanında, en sonunda limandaki batakhanelerden birinde çıktın. İyi adam olsan, zaten ne ararsın o meymenetsiz yerlerde.”

“Galiba ciddi bir yanlışlık içindesiniz Zabit Efendi. Ben şairim, kimseyle alıp veremediğim de yoktur. Haşmetmeap Vali Hazretlerinin emannamesiyle misafiriz şehrinizde.”

“Arama emrini çıkaran da Haşmetmeap Vali Hazretleridir.”

“Ama bu nasıl olur?”

“Bunu ‘Divan-ı Zehra’yı ben yazdım’ diye etrafta gururla dolanırken düşünecektin.”

“Hâşâ! Ne gururlanması, ne kibri Zabit Efendi. Fatıma Zehra’yı kaleme almak bir şair için dünyanın en büyük ikramı, bereketidir, bi-iznillah şereflerin en büyüğüdür, onurların en yücesidir bilen kişiye… ”

“Bak hâlâ ben yazdım diye iddia eder durur… Senden gayrı tam kırk kişi daha var efendi! ‘Divan-ı Zehra’yı ben yazdım’ deyip istida veren tam kırk kişi… ”

“Allahu Ekber! Nedir düştüğüm bu hal? Ya Rabbi, sen aklıma mukayyet ol!”

“Zebun bin Mestan imiş ismin, bu nasıl uğursuz bir isimdir ki şair olasın, bir de kalkıp Divan-ı Zehra nam, yüksek bir işe talibsin? Hem zebunsun hem mestan. Bizim buralarda, söz meclisten dışarı, kedilere takılan bir lakaptır Mestan. Zebun’u da sersefil olmuş dilencilere söyleriz be adam… ”

“Ah sen benim kalbimi yarıp da bir baksan içeri Zabit Efendi. Mestan, dedemin Kerbeladaki İmam Hüseyin Türbesi’nden heybesine koyup da benim doğduğum gün, Bağdat’a getirdiği mübarek bir kedinin ismidir. Hangi mecliste ‘Hüseyin’ dense, bu kedi koşup Hüseyin diyenin kucağına atlarmış. Muharrem ayı boyunca Kerbela’da ‘Hüseyin’ diye ağlayanların yanından ayrılmaz, ne bir damla su içer, ne de bir lokma ekmek yermiş. Dedem bu haline dayanamayıp ölmek üzereyken kucaklayıp almış kediyi, başına kulaklarını sımsıkı örtecek bir sargı sarmış ki ‘Hüseyin’ diye ağlayıp dövünenleri işitmesin, işitip de kucaklarına koşmasın. Bir gün kedisiyle kuru ekmek yiyip su içerlerken, Kerbela halkı bunların başı sargılı, acıklı hallerine bakmış, ‘Zebundurlar, halleri haraptır, belki dilencidirler’ diyerek önlerine bahşiş atmaya başlamış. Kediyle dedemin ismi ‘Zebun ile Mestan’a çıkmış… ‘Fesübhanallah’ derdi dedem, bu bahşişler, ikramlar o kadar bereketliymiş ki, sıkı koşumu olan genç bir deve bile satın alacak kadar… Bağdat’a döndükleri gün dünyaya gelmişim ben. Bu yüzden Zebun bin Mestan’dır ismim.”

“Benim gibi yufka yürekli bir zabite anlatma boşuna bu hikâyeleri. Yarın Haşmetmeap Vali Hazretleri kırkınızı birden imtihana çekecek, Divan-ı Zehra hanginizindir sınayacak. Âleme ibret olsun diye, kırkınızı da sanıklar kürsüsünde, halkın huzurunda yargılayacak.”

“Hey büyük Allahım! Suçum, günahım neydi ki âlemin elinde heder oluyorum… ”

“Söz mü bu şimdi? Fatıma Zehra’nın suçu neydi ki ciğerparelerini kana buladı felek! Hüseyin’in suçu neydi ki mübarek boynu Kerbela kumlarında kanadı? Sen kimsin ki? Elbette sınanacaksın, ne sandın ya?”

Söyleyecek sözü kalmamıştı zavallı şairin…

Gördüğü düşün tabiri gibiydi başına gelenler.

Masumun, masumiyetini savunmak zorunda kalması kadar güç ne vardı yeryüzünde?

Fatıma’yı sevmenin bedeli ne de ağırmış diye sızladı ciğerleri… Sağ eline çarptı gözleri. Kalem tutmaktan eğrilmiş işaret parmağına, incelmiş bileğine, uzun yıllar yazı yazmaktan kireç tutup çolaklaşmış dirseğine baktı. Hırsızlıkla mı suçlanıyordu şimdi bu sağ kolu? Masumiyetini ispat edemezse şayet… Kesilecek miydi maazallah bu el, kol… Hayat, şiir, söz… Bu eliyle mi temizlemeye kalkmıştı Hüseyin’in boynundaki Kerbela kumlarını! “Sen kim, Hüseyin kim, sana mı kaldıydı Ehl-i Beyt’e sevdalanmak? Ehl-i Beyt’i yazmak kolay iş miydi ki kalkıştın, gör bak başına gelenleri” diye sızlandı… “Hey benim sağ elim” dedi iç geçirerek… Düşten gerçeğe… Neydi bu başına gelenler?

Kalktı, abdest aldı, ağlayarak boyun büktü Rabbine…

Bildiği tüm sanatları unutmuştu.

TEVBE İSTİĞFAR İLE BAŞLARIM

Tam tamına kırk mesel söyleyecekti Vali’ye, zavallı şair Zebun bin Mestan Efendi. Divan-ı Zehra adlı kitabı kendisinin yazdığını ispat edebilmek için tam tamına kırk gün sürecek kırk mesel… Halkın huzurunda, elleri ibret olsun diye zincirlenmiş halde, gözleri yerde, mahcubiyetle anlatmaya başladığında ilk meselini, avamın diline düşmenin ne demek olduğunu ta şahdamarında hissetmişti. Seyre gelenlerin çoğu, haliyle alay edip gülüşüyor, kimisi lanet edip tükürüyor, kimisi de çürük lahana, havuç -çerden çöpten ne bulduysa artık- ayaklarının dibine fırlatıyordu. Hem Sünniler, hem Şiiler vuku bulan hadiseye kızıyor, olayı işiten bazı fıkıh hocalarıysa “Şuara Suresi’nde şairlerin niçin yerildiğine dair güzel bir ibret işte” diye ayıplıyordu zavallı şairi.

Zebun bin Mestan’ın, eli ayağına dolanmıştı, “Fatıma Zehra’yı sevmenin hesabını vermek, dünyada bile bu kadar zorken, acep yarın ruz-ı mahşerde ne halt edeceğiz?” diyordu.

“Sevenim çoktur sanırdım, Rabbimden başka kimsem yokmuş heyhat” diyerek baktı kızgın kalabalığa.

“Buradan sağ salim çıkabilirsem bir daha tek beyit bile yazmayacağım” diye nezrederek başladı mesellerini okumaya.

Evvela yerleri ve gökleri altı günde yaratan Allah’ı takdis edip hamd ü senalar etti. Hz. Âdem’den(as) Hz. Muhammed’e(sav) kadar geçen tüm peygamberleri tek tek selamlayıp Hz. Hızır’dan desturlandıktan sonra başladı ilk meselini okumaya…

 

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Radi Fiş – Bir Anadolu Hümanisti Mevlana

Editor

Leyla Coşan – Tanrım Bizi Türklerden Koru

Editor

Allah’a Yakın Olmak – Varlık Mertebeleri ve İnsan-ı Kamil

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası