Her Filmin İyi ya da Kötü Bir Sonu Vardır.
Her Hollywood senaristi gibi David Armitage de zengin ve ünlü olmak istemektedir. Geçen on bir sene boyunca elde edebildiği yegâne şey ise başarısızlıktır. Ancak bir gün şansı döner ve senaryosu bir televizyon kanalı tarafından satın alınır.
Hızla ünlü olarak Hollywood’un en ünlü yaratıcı isimlerinden biri haline gelir. Gelen bu büyük şöhretle birlikte kendini de hızla yeniler; karısını ve kızını, seksi ve hırslı genç bir yönetici uğruna terk eder.
David’in yolu, bir sinema delisi olan milyarder Philip Fleck ile kesiştiğinde hızlı yükselişi bambaşka bir ivme kazanır. Fakat David’in bilinçsizce yaptığı bir hata sonucu hayatı, baş kahramanının başına her türlü felaketin geldiği bir Hollywood filminden beter hale gelecektir.
Kennedy’nin yeni romanı çok sürükleyici.
Publishers Weekly
Kennedy’nin kitapları çok heyecanlı, alışkın olduğunuz başucu kitaplarınızdan daha zekice yazılmış ve daha başarılı; hiç durmayın, hemen alın.
Library Journal
***
Birinci Bölüm
1
Her zaman zengin olmak istedim. Kulağa biraz ahmakça gelebilir ama doğru. Bu, gerçek bir itiraf.
Bir yıl kadar önce, dileğime kavuştum. Kötü geçen on yıllık bir süreden sonra -sonsuz sayıdaki ret mektubunun zehirli birikintileri, “bunu da aşacağız” avuntuları, kıl payı kaçırılan birçok fırsat (“keşke geçen ay başvursaydınız, tam da böyle birini arıyorduk”) ve (tabii ki) hiçbir zaman geri aranmadığım başvurular arasında (koca bir on yıl boyunca)- tesadüfün tanrıları sonunda benim de yüzüme baktı. Ve bir telefon çaldı: hayatta kalmak için çırpınan herkesin hayalini süsleyen türden bir aramaydı.
Arayan sabırlı ajansım Alison Ellroy’dan başkası değildi.
“David, sonunda sattım.”
Kalbim neredeyse duracaktı. “Sattım” lafını elbette defalarca duymuştum… aslında doğrusunu söylemek gerekirse, bunu daha önce hiç duymamıştım.
“Neyi sattın?” diye sordum. Yazdığım beş deneme senaryosu, muhtelif yapım şirketleri ve çekim stüdyoları arasında mekik dokuyup duruyordu.
“Pilot bölümü,” dedi.
“Televizyon için olanı mı?”
“Evet. Seni Satmak’ı sattım.”
“Kime?”
“FRT.”
“Ne?”
“FRT. Front Row Televizyonu, hani kablolu yayında olan en orijinal programların en akıllı ve en iyi yapımcısı olan…”
Bir kalp masajına ihtiyacım vardı.
“Kim olduklarını biliyorum Alison. FRT benim pilot bölümümü mü satın aldı?”
“Evet, David. FRT biraz önce Seni Satmak’ı satın aldı.”
Uzun bir sessizlik oldu.
“Para veriyorlar mı?” diye sordum.
“Tabii ki veriyorlar. İster inan ister inanma, bu bir iş.”
“Özür dilerim… Sadece… Ne kadar veriyorlar?”
“Kırk bin.”
“Peki.”
“Pek heyecanlanmışa benzemiyorsun.”
“Hayır, heyecanlandım. Sadece…”
“Biliyorum, milyon dolarlık bir anlaşma değil. Ancak senaryosu ilk kez kabul edilmiş birinin milyon dolar kazanması, en iyi ihtimalle yılda iki kere görülen bir şeydir. Kırk bin de pilot bölüm için standart rakam… Özellikle de daha önce hiçbir senaryosu prodüksiyonu yapılmamış bir yazar için. Neyse, Book Soup’ta sana ne ödüyorlar?”
“Yılda on beş bin.”
“O zaman bu duruma şöyle bakabilirsin; bir yılda kazandığının neredeyse üç katını bir anlaşmayla kazandın. Ayrıca bu daha başlangıç. Sadece senaryonu almakla kalmayacaklar… ayrıca prodüksiyonunu da yapacaklar.”
“Sana öyle mi söylediler?”
“Evet.”
“Ve sen de inandın mı?”
“Bak canım, yalancıların evrendeki başkentinde yaşıyoruz ama yine de belki bir şansın olabilir.”
Başım dönüyordu. Çok fazla iyi haber vardı.
“Ne diyeceğimi bilemiyorum,” dedim.
“Mesela ‘Teşekkür ederim’i deneyebilirsin.”
“Teşekkür ederim.”
Alison Ellroy’a sadece teşekkür etmekle kalmadım. Bu telefon konuşmasının ertesi günü, Beverly Meydanı’na gidip ona 375 dolarlık bir Mont Blanc dolmakalem aldım. Öğleden sonra hediyesini verdiğimde oldukça etkilenmiş görünüyordu.
“Bunun bütün iş hayatım boyunca bir yazardan aldığım ilk hediye olduğunu biliyor muydun? Kaç senedir bu işteyim biliyor musun?”
“Sen söyle.”
“Neredeyse otuz yıldır. Neyse, her şeyin bir ilki vardır. O zaman… teşekkür ederim. Ama sözleşmelerini imzalamak için bunu ödünç alabileceğini zannetme.”
Diğer taraftan eşim Lucy, ajansım için böylesine pahalı bir hediye almış olmam karşısında dehşete kapılmıştı.
“Ne yaptın?” dedi. “Sonunda bir anlaşma yapabildin -sektördeki en az telifle diyebilirim- ve birdenbire Steven Spielberg mi oluverdin?”
“Sadece bir jestten ibaretti.”
“375 dolarlık bir jest.”
“Karşılayabiliriz.”
“Ah, gerçekten mi? Hesap yapsana David. Alison kırk bin dolar üzerinden zaten yüzde on beş komisyon alıyor. Vergi dairesi de yüzde otuz üçünü aldıktan sonra, bize sadece yirmi üç bin doları kalıyor.”
“Bütün bunları nereden biliyorsun?”
“Hesap yaptım. Ayrıca kredi kartı borcumuzun da hesabını yaptım; şimdilik on iki bin dolar ve her geçen gün daha da artıyor. Bir de Caitlin’in geçen sömestr okul parası için aldığımız kredinin ödemesi duruyor; altı bin dolar ve o da her ay artıyor. Ayrıca en az iki arabayla yaşanabilen bu şehirde sadece tek bir arabayla yaşamaya çalıştığımızı da biliyorum. Bahsettiğimiz bu araba da on iki yaşında bir Volvo. Yeni bir şanzıman almamız gerekiyor ama onun için bile paramız yok, çünkü- ”
“Anladım, anladım. Savurgan davrandım. Mea maxima culpa1. Bu arada bugünümü bile mahvedebildiğin için teşekkür ederim.”
“Hiç kimse senin gününü mahvetmeye çalışmıyor David. Dün haberi bana verdiğinde ne kadar heyecanlandığımı biliyorsun. Bu bizim son on bir yıldır hayalini kurduğumuz şey. Söylemeye çalıştığım tek şey şu David, sana verecekleri parayı çoktan harcadık.”
“Tamam, tamam. Anladım,” dedim ve konuşmayı kestim.
“Ayrıca Alison’ı ve Mont Blanc dolmakalemini kıskanmıyorum ama hediye almak için aklına gelen ilk kişinin on bir yıldır tamamen iflas etmememiz için uğraşan kişi olmasını beklerdim.”
“Haklısın. Çok üzgünüm. Ama bak, daha rahat olacağız artık paramız var.”
“Umarım haklısındır,” dedi sessizce. “Bir molayı hak etmiştik.”
Yanağını okşamak için uzandım. Gergindi ve yorgunca gülümsedi. Son on yıl her ikimiz için de dik bir yokuşta keskin bir tırmanış olmuştu. Doksanların başında Manhattan’da tanışmıştık. Doğduğum kent olan Şikago’dan birkaç sene önce gelmiştim. Senaryo yazarı olmak için çok kararlıydım ama onun yerine kendimi Broadway’deki küçük sahnelerde rejisör olarak buldum. Kiramı bile Gotham Kitap Çarşısı’nda envanter sayımı yaparak ödeyebiliyordum. Kendime bir ajans buldum. Senaryolarımı gerekli kişilere ulaştırdı. Hiç birinin prodüksiyonu yapılmadı ama hiç olmazsa birinin –OakPark’ta Sıradan Bir Akşamüstü (banliyö hayatı hakkında bir kara mizahtı)- B Caddesi Tiyatro Grubu tarafından ‘sahne okuması’2 yapıldı (en azından C Caddesi değildi). Lucy Everett de oyunculardan biriydi. Oyunun birinci haftasında, birbirimize âşık olduğumuza karar verdik. Oyunun üçüncü gösterimi yapılana kadar, Lucy’nin Doğu 19. Cadde’deki stüdyo dairesine taşınmıştım bile. İki ay sonra ABC için hazırlanmış bir senaryonun pilot çekiminde rol almak üzere çağrıldı. Deli gibi âşık olduğumdan, “Benimle gel,” dediğinde tereddüt bile etmedim.
Los Angeles’a taşındık ve kendimizi Batı Hollywood’da Kings Road’da daracık, iki odalı bir dairede bulduk. İkinci küçük yatak odasını çalışma odasına çevirmiştim. Lucy’nin oynadığı pilot bölüm de kanal tarafından reddedilmişti. Yaşlanmış eski Vietnam askerleri tarafından yapılan bir banka soygununu anlatan Biz Üç Hırlayanlar adlı ilk deneme senaryomu orada yazdım. “Kara mizahi silahlı soygun hikâyesi” olarak tanımladığım bir türdü. Sonuçta hiçbir şey elde edemedim ama en azından Alison Ellroy’u kendi tarafıma çekmeyi başarabildim. Alison soyu tükenmekte olan bir türün son örneğiydi; tasarım harikası blokların içinde değil de Beverly Hills’te, kendi küçük ofisinde çalışan bağımsız bir Hollywood ajansı. Bu “kara mizahi” senaryomu ve daha önce sahnelenen “kara mizahi” oyunumu okuduktan sonra beni müşteri olarak kabul etmeye karar verdi. Aynı zamanda bana şu öğütleri de vermekten geri kalmadı:
“Hollywood’da senaryo yazarak hayatını kazanmak istiyorsan, genel tarzda yazman gerektiğini unutmamalısın… tabii ki içine biraz “kara mizah” serperek. Ama kara mizahı sadece serpiştirmen gerekiyor. Bruce Willis de kara mizah yapar, ama bir yandan da Alman teröristleri öldürüp karısını yanan yüksek bir binadan kurtarmayı ihmal etmez. Anlatabildim mi?”
Kesinlikle anlamıştım. Sonraki sene ona üç tane daha deneme senaryosu verdim: Bir aksiyon filmi (Müslüman teröristler Akdeniz’de, içinde Amerikalı üç çocuğun olduğu bir yatı kaçırıyorlar); bir aile dramı (gençken hamile kalıp korkunç bir üvey anneye bırakmak zorunda kaldığı çocuklarıyla hesaplaşan, kanserden ölmek üzere bir kadının hikâyesi); ve bir romantik komedi (balayında her ikisi de eşinin kardeşine âşık olan yeni evli bir çift, Private Lives’dan araktı). Üçü de herkese hitap etme kuralına göre yazılmıştı. Üçünün içinde de kara mizah içeren bölümler vardı. Üçü de hiçbir işe yaramadı.
Bu arada, pilot bölümü hiçbir iz bırakmadan ortadan yok olan çekiminden sonra Lucy, oyunculuk kapılarının kendisine çok da fazla açık olmadığını anladı. Orada burada reklam filmlerinde oynadı. Showtime kanalı için yapılacak, kemik kanseriyle savaşan bir maraton koşucusunun hayatını anlatan bir filmde, sevimli onkoloğu oynayacağı rolü az daha kapıyordu. Başka bir korku filminde haykırarak öldürülen bir kurbanı canlandıracaktı. Aynı benim gibi o da bir hayal kırıklığından diğerine savruldu. Bu arada banka hesabımız dibe vurmak üzereydi. Düzenli maaş veren işlerde çalışmak zorundaydık. Ben, az bütçeli Book Soup’ta (Los Angeles’ın muhtemelen en iyi bağımsız kitapevi) haftada otuz saat çalışmaya başladım. Lucy ise işsiz bir Televizyon Oyuncuları Cemiyeti üyesi arkadaşı tarafından tele market sektörüne girdi. Başlarda işten nefret ediyordu ama içindeki oyuncu, telefonda karşı karşıya kaldığı “zor satış” rolüne alıştı. O kadar nefret etmesine rağmen, birinci sınıf bir tele pazarlamacı olmuştu. Ortalama bir para kazanıyordu -yılda otuz bin dolar kadar. Bu arada (farklı roller için) seçmelere gitmeye devam ediyordu. Ne var ki doğru bağlantıları kurmakta sürekli başarısız oluyordu. Böylece tele pazarlamacı olarak kalmaya devam etti. Daha sonra ise hayatımıza Caitlin girdi.
Kızımıza bakabilmek için Book Soup’tan izin aldım. Bu arada yazmaya devam ediyordum -deneme senaryoları, yeni bir tiyatro oyunu, bir de televizyon dizisi için pilot bölüm. Hiçbiri satmadı. Caitlin’in doğumundan bir yıl kadar sonra Lucy Televizyon Oyuncuları Cemiyeti’ndeki üyeliğini feshetti ve tele pazarlamacılıktan pazarlama eğitmenliğine terfi etti. Ben de Book Soup’taki işime geri dönmüştüm. Vergileri ödedikten sonra ikimizin toplam maaşı yıllık ancak kırk bin ediyordu: bir oyuncunun doktorlar tarafından uydurulmuş hafif bir akciğer hastalığı ilacına ödediği bu meblağ bu şehirde bozuk para bile sayılmıyordu. Yeni bir daire bulmaya paramız yetmezdi. İlk Reagan hükümeti zamanında yapılmış eski püskü bir Volvo’yu bile ortak kullanıyorduk. Kendimizi sıkışmış hissediyorduk -sadece evdeki fiziksel yerin azlığından değil, daha çok kendi dar hayatlarımızın içinde kapana kısılmış gibiydik. Tabii ki kızımızın varlığından mutluyduk. Ama yıllar giderek daha da hızlandığında -ve her ikimiz de otuzlu yaşlarımızın sonlarına gelmek üzereydik- birbirimizi yaşadığımız bu hapishanenin gardiyanı gibi görmeye başladık. Farklı farklı konulardaki profesyonel başarısızlıklarımızla başa çıkmaya çalışırken, tanıdığımız herkesin Clinton zamanındaki yatırımlarının kazancını topladığının farkındaydık. Biz ise hiçbir yere varamamıştık. Lucy ileriye dönük tüm oyunculuk hayallerinden vazgeçmiş olsa da ben bolca yazmaya devam ediyordum -onun, evin geçimini asıl sağlayan kişi olduğu için omuzlarındaki yük nedeniyle hissettiği haklı bıkkınlığa ve yorgunluğa rağmen. Sürekli bana Book Soup’taki geçici işimi bırakmam ve yolumu daha düzenli bir işte çizmem için ısrar ediyordu. Ama ben, yazı hayatımı sürdürebilmem için en uygun işin kitapçı dükkânı olduğunu söyleyerek direniyordum.
İkircikli bir ses tonuyla utandırmayı da aşan bir üslupla, “Yazı hayatın mı?” dedi bir gün. “Saçma sapan konuşma.”
Doğal olarak bu, evliliğin, pişmanlıklar, düşmanlıklar ve her iki kişinin de dünyayı başına yıkan ağır laflar içeren termonükleer çatışmalarını tetikledi. Benim bencil biri olduğumu, Caitlin’in geleceğini düşünmek yerine hiçbir sonuca varamadığım yazı hayatımı düşündüğümü söyledi. Ben de, evle ilgili sorumluluklar bakımından örnek biri olduğumu (ki öyleydim), profesyonel olgunluğuma tam olarak erişememiş olduğumu söyleyerek cevap verdim.
“Şimdiye kadar tek bir senaryo bile satmayı beceremedin ve bana profesyonel olmaktan mı bahsediyorsun?” dedi.
Sokağa fırladım. Bütün gece araba kullandıktan sonra San Diego’nun kuzeyine vardım. Del Mar sahilinde yürürken, güneye doğru devam ederek Tijuana’ya gitneyi ve bir felaket olan hayatımdan kurtulacak kadar umursamaz olabilmeyi diliyordum. Lucy haklıydı: bir yazar olarak tam bir başarısızlık örneğiydim. Ama yine de bir kızgınlığa kapılıp kızımı terk etmeyecektim. Böylece arabaya geri döndüm, kuzeye gittim ve güneş doğmadan hemen önce eve vardım. Eve geldiğimde Lucy’yi karmakarışık oturma odamızdaki koltukta kıvrılmış ama uyanık buldum. Karşısındaki berjere kendimi bıraktım. Uzun bir süre hiçbir şey konuşmadık. Sonunda sessizliği Lucy bozdu.
“Bu yaptığım korkunçtu.”
“Evet,” dedim. “Öyleydi.”
“Öyle demek istememiştim.”
“Ben de.”
“Sadece çok yorgunum David.”
Elini tuttum. “Kulübe hoş geldin,” dedim.
Böylece öpüştük, barıştık ve Caitlin’e kahvaltısını yedirdik, okul servisine bindirdik ve kendi saygın işlerimize gittik -ikimize de hiçbir zevk vermeyen ve parası da iyi olmayan işlerimize. Lucy akşam eve geldiğinde ev içi huzur tekrar sağlanmıştı, o kötü kavgadan bir daha hiç bahsetmedik. Ama sözler bir kere söylenince, söylenmiş oluyor. İşler gayet iyi gidiyormuş gibi davranmaya çalışsak da aramıza soğukluk girmişti.
İkimiz de bununla yüzleşmek istemiyorduk ve bu nedenle ikimiz de kendimizi sürekli meşgul ettik. Ben bu arada Seni Satmak adlı otuz dakikalık bir sitkom3 için pilot bölümü yazdım. Şikago’da bir halkla ilişkiler firmasının içindeki birbirine geçmiş entrikaları anlatıyordu. Başkarakterler bir grup nevrotik insandı. Ve evet, kara mizahtı. Alison neredeyse sevmişti bile -ona göre kara mizahı yine de biraz fazla kaçırmış olsam da yıllardır beğendiği ilk senaryomdu. Yine de FRT’nin geliştirme departmanına yolladı. Departman, senaryoyu kablolu yayın için seri sitkomlar üretmekle meşhur olmaya çalışan Brad Bruce adındaki bağımsız bir yapımcıya teslim etti. Brad okuduğu senaryoyu beğendi… ve ben de Alison’dan az evvel bahsettiğim telefonu aldım.
İşler değişmeye başlamıştı.
Brad Bruce’un da nesli tükenen türden biri olduğu ortaya çıktı -Melekler Şehri’nde alaycılığın hayatla başa çıkmak için tek yöntem olduğunu düşünen bir adamdı. Otuzlarının sonlarındaydı, Milwaukee’den (Tanrı yardımcısı olsun) gelen bir Orta-Amerikalıydı ve hemen kaynaşmıştık. Daha da iyisi beraber uyumlu bir çalışma disiplini geliştirmekte gecikmedik. Onun eleştirilerine olumlu yaklaşıyordum. Birbirimizle çok iyi anlaşıyorduk. Birbirimizi güldürüyorduk. Hatta bu senaryonun sattığım ilk senaryo olduğunu bilmesine rağmen bana, televizyon savaşlarında kıdemli biriymişim gibi davranıyordu. Ben de karşılığında çok çalışıyordum çünkü artık bir ortağım vardı. Yine de, eğer bu pilot bölüm tutmazsa ilgisinin hemen başka bir yöne kayacağını biliyordum.
Brad aynı zamanda işini bilen bir işletmeci de olduğu için pilot bölümün yapılmasını sağladı. Bir pilot bölümde olması gereken her şeye sahipti. Sıkı çalışılmış ve iyi yönetilmişti, çekimleri iyiydi ve komikti. FRT seyrettiği bölümü beğendi. Bir hafta sonra, Alison beni aradı.
“Otur,” dedi.
“İyi haber mi?”
“En iyisi. Brad Bruce’tan şimdi haberini aldım. Zaten o da seni hemen arayacaktı ama haberi veren ben olmak istedim. Şunu dinle; FRT başlangıç için Seni Satmak’ın ilk sekiz bölümünü sipariş etti bile. Brad ilk dördünü senin yazmanı ve tüm dizinin senaryo danışmanı olmanı istiyor.”
Dilim tutulmuştu.
“Hâlâ orada mısın?”
“Sadece ağzımı kapatabilmeye çalışıyorum.”
“O zaman ağzını kapatmadan önce teklif ettikleri rakamları duymalısın. Bölüm başına yetmiş beş bin -sadece yazmak için 300 bin. Sana ayrıca danışmanlığını yaptığın bölüm başına 150 bin de ayarlayabilirim. Bu arada “Yaratıcı” sıfatıyla bütün dizinin gelirinden beşle on arasında alacağın yüzdenden bahsetmiyorum bile. Tebrikler, zengin olmak üzeresin.”
Book Soup’tan o akşam istifa ettim. Haftanın sonunda Wiltshire’da, İspanyol mimarisine göre yapılmış hoş, küçük bir evin ön ödemesini yaptık. İhtiyar Volvo yeni bir Land Rover Discovery ile değiştirildi. Kendime, Seni Satmak’ın ikinci sezonu çekilirse bir Porsche Carrera alma sözü vererek bir Mini Cooper S kiraladım. Lucy’nin hayatımızdaki bu değişiklikler karşısında gözleri kamaşmıştı. Hayatımızda ilk defa maddi bir rahatlık içindeydik. Tasarımcıların imzasını taşıyan doğru düzgün mobilyalar, havalı elektronik eşyalar alabiliyorduk. Bu arada ben de bölümleri yetiştirebilmek için kendimi inanılmaz bir baskı altında hissettiğim için -dört bölümümü teslim etmek için önümde sadece beş ayım vardı- Lucy evi dekore etme işini üstlendi. Bu arada yeni bir grup tele pazarlamacıyı eğitmeye başlamıştı ve bu da günde on iki saat çalışması anlamına geliyordu. Boş zamanlarımızın hepsinde kızımızla vakit geçiriyorduk. Bu durum kötü olmaktan çok uzaktı, çünkü günleriniz tamamen dolu olduğunda zarar görmüş bir evliliğin sinsi çatlaklarını görmezden gelebiliyorsunuz. Her ikimiz de meşguldük. Bu durumumuzun ne kadar olağanüstü olduğu hakkında konuşuyor ve aramızda her şey düzelmiş gibi davranıyorduk… her ikimiz de bunun böyle olmadığını elbette biliyorduk. Zaman zaman kendimi bir melankolinin içine dalmış, paranın ikimizi yakınlaştıracağına daha da uzaklaştırdığını düşünürken buluyordum.
Neredeyse bir yıl sonra, Seni Satmak’ın birinci bölümü yayınlanıp hemen en çok izlenilenler arasına girdiğinde, Lucy bana dönüp şunu söyledi: “Sanırım şimdi beni terk edeceksin.”
“Seni neden terk edeyim?” dedim.
“Çünkü artık terk edebilirsin.”
“Böyle bir şey olmayacak.”
“Olacak. Çünkü bir başarı senaryosu bunu gerektirir.”
Tabii ki haklıydı. Ama bu, önümüzdeki altı ay içinde olmadı. Bu arada Mini Cooper’ı değiştirip, yerine kendime daha önce söz verdiğim o Porsche’yi almıştım. Dizi gelecek sezon için onay almakla kalmamış, Seni Satmak sezonun en iyi dizisi, mutlaka görülmesi gereken bir program
————
*1 Lat. Benim hatam.
*2 Oyunların sahnede, kostümlü ya da kostümsüz oyuncular tarafından metin olarak seyircilere okunması.
*3 Tek bir mekânda geçen durum TV komedi dizilerine verilen isim.