Rusça aslından çevirisiyle Türkçede ilk kez: Bütün bir yirminci yüzyıl edebiyatını etkileyen, Aldoux Huxley, Ayn Rand, George Orwell, Kurt Vonnegut, Ursula K. Le Guin için açık esin kaynağı olan BİZ, ilk kez özgün dilden çevirisiyle okurların karşısında.
Herkesin numaralarla adlandırıldığı ve her an dinlenip gözetlendiği bir ülkede, Tek Devlet’in komşu gezegenlere yayılmak için yaptırdığı uzay gemisinin çalışmalarına katılan bir mühendis günlük tutmaktadır. Herkesin devlete yararlı ve iyi olmasının övgüsüyle başlayan günlük, yavaş yavaş mühendisin devletin başındaki İyilikçi’nin matematiksel, kusursuz düzeninin sorgulanmasına dönüşür.
“Devlet kendini ve hedeflerini yaşatıyor, ama ölmeyi gönüllü olarak elbette kabul etmiyor o yüzden yeni şimşekler, fırtınalar, kasırgalar başlayacak. Böyledir bu yasa, sonsuza dek fırtına gibi bir ‘d’ ile taçlanan o yumuşak ‘evrim’ böyledir. Fırtınanın güçlü nefesi bu sayfalarda duracak.”
Yevgeni Zamyatin
“Zamyatin belli bir ülkeyi değil sanayi uygarlığının hedeflerini değerlendiriyor. Bu kitabın konusu aslında Makine’dir, yani insanın şişesinden düşüncesizce çıkardığı ve tekrar şişesine sokamadığı o cin.”
George Orwell
“Otomatik Piyano’yu yazarken olay örgüsünü gururla Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sından ödünç aldım, o da zaten gururla Yevgeni Zamyatin’in BİZ’inden ödünç almıştı.”
Kurt Vonnegut
“Yazılmış en iyi bilimkurgu kitabı. İyi, zeki ve güçlü bir kitap; duygusal açıdan sarsıcı ve teknik açıdan, bilimkurgunun metafor menzilini kullanma tarzıyla, o zamandan bu yana yazılmış birçok kitaptan çok daha ilerde.”
Ursula K. Le Guin
Ölmeden Önce Özgün Dilden Çevirisiyle Okumanız Gereken 1001 Kitap’tan biri.
***
İçindekiler
Zamyatin’in Hayal Ettiği Gibi Oldu 7
Önsöz 9
BİZ 11
Edebiyat, Devrim, Entropi ve Diğer Şeyler Üzerine 241
ZAMYATİN’İN HAYAL ETTİĞİ GİBİ OLDU
Fatma Arıkan ve Serdar Arıkan çiftinin imzasının taşıyan bu çeviri, Zamyatin’in klasik romanının Rusçadan ilk çevirisi. Romanın yazılmasından yüz yıla yakın bir zaman sonra bu bir dönüm noktası.
Zamyatin’in romanı 1921 yılında yazıldı, Rusya’da yayımlanamadı, yayımlanması için Almanya’ya gönderilen romanın 1923 yılında Çekçe çevirisi yayımlandı, ertesi yıl İngilizceye çevrildi – ve sonra, 1927’de Çekçeden Rusçaya bir çevirisi yapıldı, ama özgün Rusça metin ilk kez 1952 yılında, Amerika’da yayımlanabildi.
Zamyatin’in Türkçeye çeviri süreci de biraz bu kaotik modeli taklit etti; ilk kez 1984 yılında Bülent Somay, Yeni Gündem dergisinde ayrıntılı bir şekilde ele aldı Biz romanını. Derginin ilk sayısında Orwell konu edilmişti; demokrasi, toplum ve aydın ilişkisine ayrılan dördüncü sayısında Enis Batur, Murat Belge, Ömer Madra’nın yanında Bülent Somay “Biz ve 1984” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Zamyatin’in İngilizceden çevrilen “Edebiyat, devrim, entropi..’’ yazısı da bunun eki oldu. Dört yıl sonra romanın Füsun Tülek imzalı ilk İngilizceden çevirisi çıktı, Somay’ın yazısı bu çeviriye önsöz oldu. Aradan geçen zamanda “glasnost” yaşanmıştı, üç yıl sonra da romanın esin kaynaklarından olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağıldı. Uzun sessizliğin ardından 2009 yılında roman bir daha, yine İngilizceden, Algan Sezgintüredi imzasıyla çevrildi. Rusya’da Zamyatin’in itibarı iade edilir, kitapları yeniden yayımlanırken Türkiye’de Rusçadan yapılmış bir Biz çevirisi yayımlanmadı.
Bu çeviri bu yönüyle Zamyatin için bir itibar iadesi, çeviri tarihi için bir glosnost sayılabilir. Ayrıca, Zamyatin’in kitap için yazdığı ve yakın bir tarihe kadar Rusçada da yayımlanmamış olan Önsöz’le birlikte, yani Zamyatin’in 1921 yılında hayal ettiği biçimiyle ilk kez yayımlanıyor Biz.
Zamyatin, romanın karakterlerini, yani numaraları ve uzay aracını isimlendirirken genel olarak Latin alfabesi kullanıyor (D, I, O, R, S, İntegral), fakat sadece bir karakter için (Ю) Kiril alfabesini yeğliyor. Rusça özgün metinde kolayca görünen, ama Latin alfabesi kullanan dillerde kaybolan ya da korunmayan bu ayrımı göstermek üzere, bu edisyonda isimler için koyu renkli harfler kullanıldı.
Sabri Gürses
Önsöz
Göğü allak bullak eden, kül rengi sessizliği paramparça eden fırtınalar, kasırgalar – yeryüzünün en güzel şeyi onlardır ve hep onlar olacak, yeryüzü yaşlanıncaya, Laodikya Kilisesi’nin meleği gibi, ılık entropinin içinde uykuya dalıncaya kadar en güzel şeyler hep onlar olacak. İnsanların kanı kızıl ve ateşli oldukça, insanlık genç oldukça hep isyanlar, hep devrimler olacak. Olmak zorundalar zaten – tıpkı fırtınalar gibi: güneş ışıl ışıl, hava kristal gibi, çiçekler kokulu olsun diye. Laodikya zamanlarını, her şeyin dizginlendiği, tamamlandığı, hesaplandığı, ölçüldüğü zamanı, bir daha hiçbir isyanın olmayacağı, hiçbir çığlığın duyulmayacağı zamanı sadece dişleri dökülmüş olanlar hayal eder. Entropinin bu çağından daha korkunç bir şey bilmiyorum – ve işle bu sayfalara düşen gölge o çağın gölgesidir.
Neyse ki bu – herhalde yaşlılık gibi kaçınılmaz olan çağ – hâlâ sonsuzca uzakta. Neyse ki biz fırtınalı günlerde yaşıyoruz. Bir yankı azalarak da olsa Rusya’nın dört bir yanına hâlâ dağılıyor, kuru ve yakıcı bir rüzgar doğudan batıya esiyor, orada, batıda bulutlar sarıyor bütün demir dökümleri – ve yakında aşağıdaki kafaların üzerine boşanacak, çılgınca ıslatacak sular, yıkayacak köhnemiş binaları ve devletleri.
Ama insan enginlerin aradan sızıp gelen rüzgarından günlerdir – asırlardır uzaklaşmış, açlık ve soğuktan, vahşi hayvan ve insanlardan korunmak için eskisinden yüz kat daha çok granitle, daha çok demirle yeni duvarlar örüyor, yeni devletler kuruyor. Peki sonra ne olacak?
Sonra – evrimin yataklı vagonunda devletsiz düzene kadar gitmeyi hayal eden iyi insanlar var. Bu iyi insanlar diyalektiği bırakıyor, değişmez sosyal atalet yasasını bırakıyor: devlet kendini ve hedeflerini yaşatıyor, ama ölmeyi gönüllü olarak elbette kabul etmiyor – o yüzden yeni şimşekler, fırtınalar, kasırgalar başlayacak. Böyledir bu yasa, sonsuza dek fırtına gibi bir “d” ile taçlanan o yumuşak “evrim” böyledir. Hâlâ çok uzak, belki de şimdilik, kimsenin hâlâ duymadığı bu fırtınanın güçlü nefesi bu sayfalarda duracak.
Onları böyle duyamazlar belki. Ama zeki bir Alman “Filozof aptal olmaya mecbur değildir” demişti. Okur da mecbur değil. Ben yürümenin, marş adımı atmanın ötesine geçip uçabilenler için yazdım.
Yevgeni Zamyatin, 1922
Çeviren Sabri Gürses
Not: Metinde belirtilen Laodikya Kilisesi, bugün Denizli’de, Eskihisar ile Goncalı köylerinin arasındaki bir bölgede bulunan ve Goncalı Kilisesi adıyla da bilinen kilisedir; M.S. 4. yüzyılda ekümenik konseyin toplandığı, önemli bir din merkezi olmuştu. Burada gönderme yapılan yer İncildeki Koloseliler 4:17 kısmıdır. Pavlus, Laodikya Kilisesi’nin yöneticisine, onu “melek” diye anan bir mektup yazmıştır. Aslı kaybolmuş olan mektup ayrıca Vahiy 3:17 bölümünde geçmektedir ve “ılık” göndermesi burada yer alır. Pavlus bu mektupta İncil inancının eski ve yerel başka inançlarla karıştırılarak ılıtılmaması, yani devrimci ya da yenilikçi özünden çıkarılmaması için uyarıyordu. Zamyatin, Rus Devrimi’nin Mesihçi yorumlarından yola çıkarak, bu iki tarihsel momenti iç içe geçiriyorç “Ilık entropi” durumu, yani entropinin azaldığı durum, atalet durumudur. Metnin kaynağı Εвгений Замятин и култура ХХ века: Исследования и публикации (Yevgeni Zamyatin ve XX. Yüzyıl Kültürü: Araştırma ve Yayınlar, 2002); bu önsözü saptayan ve Moskova’dan ulaştırarak kitabın eksiksiz hale gelmesine yardımcı olan Mustafa Yılmaz’a sonsuz teşekkürler.
1. Kayıt
özet:
Duyuru. Çizgilerin En Bilgesi. Şiir
Devlet Gazetesi’nde bugün yayınlanan duyuruyu -kelimesi kelimesine- aktarıyorum.
120 gün içinde İNTEGRAL’in yapımı tamamlanacak. İNTEGRAL’in dış uzaya yükseleceği o büyük, tarihi an yakındır. Kahraman atalarınız bin yıl önce tüm yeryüzünü Tek Devlet’in egemenliği altına aldılar. Şimdi ise sizin önünüzde daha yüce bir kahramanlık duruyor: camdan yapılmış, elektrikli ve ateş soluyan İNTEGRAL‘in Kainatın sonsuz denklemini çözeceksiniz. Diğer gezegenlerde yaşayan, belki de hâla ilkel özgürlük ortamında bulunan meçhul varlıkları aklın iyilikçi boyunduruğu altına almanız gerekiyor. Eğer bizim kendilerine matematiksel, hatasız mutluluğu getireceğimizi anlamazlarsa, onları mutlu olmak zorunda bırakmak bizim borcumuzdur. Ama silahtan önce sözü deneyeceğiz.
Tek Devlet’in tüm Numaralarına İyilikçi adına duyurulur:
Yeteneği olan herkes Tek Devlet’in güzelliği ve büyüklüğü konusunda tezler, şiirler, manifestolar, methiyeler veya başka yazılar yazmakla yükümlüdür.
İNTEGRAL’in taşıyacağı ilk yük bu olacak.
Yaşasın Tek Devlet, yaşasın Numaralar, yaşasın iyilikçi!”
Bunu yazarken hissediyorum: yanaklarım alev alev yanıyor. Evet: devasa kainat denkleminin integralini yapmak. Evet: yabanıl eğriyi dağıtmalı, onu kesen -asimptotu olan- düz çizgiye göre düzeltmeliyiz. Çünkü Tek Devlet’in çizgisi düz çizgidir. Büyük, ilahi, şaşmaz, bilge bir düz çizgidir, çizgilerin en bilgesidir…
Ben, İntegral‘i inşa eden D-503, Tek Devlet’in matematikçilerinden sadece biriyim. Benim sayılara alışık kalemim uyumlu seslerin ve kafiyelerin şarkısını yazmaya muktedir değildir. Ben yalnızca gördüklerimi, düşündüklerimi, daha doğrusu bizim düşündüklerimizi (tam da öyle: biz, hem izin verin kayıtlarımın başlığı da bu “BİZ” olsun) yazmayı deneyeceğim. Ama bu kayıtlar, ne de olsa bizim yaşamımızın, Tek Devlet’in matematiksel mükemmel yaşamının bir türevi olacaktır. Eğer böyleyse, peki bu, benim irademin dışında kendi kendine bir şiir olmayacak mı? Olacaktır, inanıyorum ve biliyorum.
Bunu yazarken hissediyorum: yanaklarım alev alev yanıyor. Galiba bu bir kadının yeni, henüz minnacık olan, kör bir insanın kalp atışlarını içinde ilk kez hissetmesine benziyor. Bu hem benim, hem de ben değilim. Aylarca onu kendi suyumla, kanımla beslemem, sonra da acıyla kendimden koparıp Tek Devlet’in ayaklarına sermem gerekiyor.
Ama ben de herkes gibi veya içimizden hemen hemen herkes gibi, hazırım. Ben hazırım.
2. Kayıt
özet:
Bale. Karesel Uyum. X
İlkbahar. Yeşil Duvar’ın arkasından, görünmeyen vahşi ovalardan birtakım çiçeklerin sarı, ballı tozlarını getiriyor rüzgar. Bu tatlı toz yüzünden dudaklar kuruyor (sık sık onları dilinle ıslatıyorsun) ve karşılaşılan her kadının (hiç şüphesiz erkeğin de) dudakları tatlı oluyor. Bu durum mantıklı düşünmeye bir miktar engel oluyor.
Ama, ya gökyüzü! Mavi, tek bir bulutla bile bozulmamış (o saçma, intizamsız, aptal bulut kümeleri antik çağlardaki şairlere ilham vermişse eğer, eski insanların zevkleri ne kadar da ilkelmiş). Ben sadece bunun gibi steril ve pürüzsüz gökyüzünü severim (biz severiz dersem, yanlış söylemiş olmayacağıma inanıyorum). Böyle günlerde tüm dünya, Yeşil Duvar ve tüm yapılarımız gibi hep aynı değişmez ve sonsuz camdan yoğrulmuştur. Böyle günlerde nesnelerin en mavi derinliklerini, o güne kadar farkına varılmamış şaşırtıcı denklemlerini görürsün ve bunları bugüne kadarki, en alışıldık, en gündelik şeylerde görürsün.
En azından bu kez böyle oldu. Sabah, İntegral’in inşa edildiği hangardaydım ve birden aygıtları gördüm: kapalı gözlerle, kendinden geçercesine dönüyordu regülatörlerin küreleri; pervaneler parıldayarak bir sağa bir sola bükülüyordu; dengeleyici gururla omuzlarını sallıyordu; torna tezgahının çelik kalemi duyulmayan bir müziğin ahengiyle iniyordu. Birden açık mavi güneşin altına serilmiş bu devasa makine balesinin tüm güzelliğini görüverdim.
Sonra kendi kendime sordum: neden güzel? Dans neden güzel? Cevap: çünkü bu özgür olmayan bir hareket, çünkü dansın tüm derin anlamı mutlak ve estetik boyun eğişte, ideal özgürlüksüzlükte yatıyor. Eğer atalarımızın yaşamlarının en heyecanlı anlarında (dinsel konulu dramlar, askeri geçitler) kendilerini dansa verdikleri doğruysa, bu tek bir anlama gelir: özgürlüksüzlük içgüdüsü çok eski zamanlardan beri organik olarak insana özgüdür ve bizler, şimdiki yaşantımızda -fakat bilinçli olarak…
Daha sonra bitirmek gerekecek: numaratör şakladı. Baktım: O-90, tabii. Yarım dakika içinde burada olacak: arkamdan yürüyüşe gelecek.
Sevgili O! Bu kızın kendi adına benzediğini düşünüyorum hep: Annelik Standardı’ndan 10 cm. daha kısa ve bundan dolayı her şeyi yusyuvarlak tornalanmış gibi, pembe O biçimindeki ağzı her söylediğim sözü karşılamak için açık durur. Ve ayrıca: ellerinin üzerinde ancak çocuklarda görülen o yuvarlak, tombul boğumlar.
İçeriye girdiğinde içimdeki mantık çarkı uğulduyordu ve ben ataletle hem hepimizin, hem makinelerin hem de dansın içinde yer aldığı ve az önce oluşturduğum formülü anlattım.
“Mucizevi değil mi?” diye sordum.
“Evet, mucizevi. İlkbahar,” diyerek pembecik gülümsedi O-90.
İşte, buyrun bakalım: ilkbaharmışmış… İlkbahar diyor. Kadınlar… Sustum.
Aşağıdayız. Bulvar dolu: Böyle havalarda öğlen yemeğinden sonraki kişisel saatimizi genellikle tamamlayıcı yürüyüşlerle geçiririz. Her zaman olduğu gibi, Müzik Fabrikası bütün borazanlarıyla Tek Devlet Marşı’nı çalıyordu. Mavimsi üniflerini ¹ göğüslerine devletin bütün kadın ve erkeklere verdiği numaraları gösteren altın rozetlerini takmış olan Numaralar, yüzlerce, binlerce Numara, dörder kişilik sıralar halinde aynı tempoyla, müziğin ahengine uygun olarak yürüyordu. Ve ben, biz, dördümüz, bu kudretli insan seli içindeki sayısız dalgadan biriyim, biriyiz. Solumda O-90 (eğer bunu bin yıl önce kıllı atalarımdan biri yazsaydı, herhalde onu şu komik sözcükle çağırırdı: “benimki”); sağımda biri kadın, diğeri erkek tanımadığım iki Numara vardı.
İlahi mavi gökyüzü, künyelerin her birinin üzerinde minnacık çocuk güneşler, düşüncelerin çılgınlığıyla bulanmamış yüzler… Işınlar diye anlayın: Tümü tek, ışıltılı, gülümseyen bir maddeden yapılmış. Bakırdan bir ahenk: “Tra-ta-ta-tam. Tra-ta-ta-tam,” bunlar güneşin altında parıldayan bakır basamaklar ve her bir basamakla yükseğe, daha yükseğe, baş döndürücü bir maviliğe çıkıyorsunuz…
İşte, sabahleyin hangarda olduğu gibi, yeniden, sanki hayatımda ilk defa şimdi görüyormuşum gibi, her şeyi gördüm: değişmez, düz sokaklar, ışınlarla parıldayan kaldırım camları, şeffaf konutların ilahi paralel yüzleri, gri-mavi yürüyüş sıraların kare ahengi. Şöyle ki: adeta bütün bir nesil değil de ben -özellikle ben- eski Tanrıyı ve eski yaşamı yendim ve özellikle her şeyi ben yarattım ve dev bir kule gibi çarpıp, duvarların, kubbelerin ve makinelerin parçalanıp etrafa saçılmaması için dirseğimi oynatmaktan korkuyorum…
Sonra bir anda +’lı yüzyıllardan -’li yüzyıllara bir sıçrama oldu. Hatırladım (besbelli zıtlığın yarattığı çağırışım), aniden müzedeki bir tabloyu hatırladım: o zamanların, yirmili yüz
———
1) Herhalde, antik “Uniforme”den