Aşkın İhaneti, son derece sürükleyici ve ilgi çekici bir roman. 1950’lerin ortasında Malaya’ya, patronunun kızıyla yaşadığı yasak aşk yüzünden, sürgüne gönderilmiş evli bir çiftin hikâyesini, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Tıpkı, bir Somerset Maugham romanı gibi soluksuz okunacak bir yapıt.
Fakat, Amanda Sington- Williams esere, kendine has kalemini katıyor. Malaya’nın tasviri o kadar canlı ve gerçekçi yaratılıyor ki, insan hiç zorluk çekmeden, kendini o canlı coğrafyada hissediyor. Tasvir edilen sesler ve kokular neredeyse somut ve ortamın politik varoluşu, okuyucuya mükemmel şekilde aksettirilmiş.
Aynı zamanda, yazar yarattığı tüm karakterler için, son derece anlayışlı ve merhametli yaklaşıyor, ördüğü karakter ağı son derece inandırıcı. Bu, özellikle George karakteri için geçerli. Kahramanın, bir açıdan son derece bencil bir yetişkin olduğunu, bir açıdan her insanoğlu gibi hataya kapıldığını düşünüyor ve yaptıklarının gerçek sebebini anlamaya uğraşıyorsunuz. Aynı anlayış ve yaklaşım tarzı, romandaki tüm karakterler için geçerli.
Şiddetle tavsiye edilir.
Stephen Wyatt
(Memorials to the Missing
romanı ile ödül kazanan yazar)
Amanda Sington-Williams; Cambridge ve Liverpool’da yetişti. Japonya, Avustralya ve İspanya’da yaşamış ve ömrünün çoğunu seyahat ederek geçirmiştir. Şuan Brighton’da yaşamaktadır. Kısa hikâyelerinin çoğu, gazetelerde ve antolojilerde yayınlanmıştır. Yaratıcı yazarlık alanında yüksek lisansını tamamlamış; yazarlık derecesini ise Sussex Üniversitesi’nden almıştır. Bu romanı ile Kraliyet Edebiyat ödülüne layık bulunmuştur.
Eser,
Malay’a kolonileri hakkındaki bilgi birikimi ile bu romanın çekirdeğini oluşturan annem,
Priscilla Kent’e adanmıştır.
Bölüm 1
Metro, hızlı bir sarsıntıyla yola koyularak, etrafı salladı. Artçı sarsıntılarla baş etmeye çalışırken, belindeki kayışına sıkı sıkı tutunan George için, tehlikeli dakikalar şiddetini arttırmıştı. Lamba, hızlı hızlı yanıp sönüyor, sağa sola savruluyordu. Elindeki gazeteyi sıkıca kavramış, dışarıda güvenle işlerine gitmekte olan arkadaşlarını seyrediyordu. Chalk Farm’ da birçok koltuk terk edilmişti, tam yanı başında ise koltuğunu kaybetmemek için yağmurluğunu koltuğuna seren, bir adam duruyordu. Diz kapakları, hızlıca birbirlerine çarptı. Homurdanarak birbirlerinden özür dilediler ve yanındaki adam, tekrardan gazetesini okumaya koyuldu. George, bir sigara yaktı. Acaba gerçekten evden işe, işten eve bu kahrı çekmeyi özleyecek miydi? İnanması güçtü ama, bu onun iş seyahatiydi. Bir an düşündü, aslında bu koşuşturmacayı seviyordu; ite kaka koltuk araştırmayı, tanımadığı insanlarla gereksiz münakaşa etmeyi ve işe girdiği andan itibaren, sekreterlerle yaptığı laubali konuşmaları… Aynı zamanda bu yolculuk, ona bir yere ait olma hissini yaşatıyordu. Artık işsiz, güçsüz amaçsız ve sıradan bir insandı. Moorcroft, George’u işten çıkarma kararını aldığında, onunla bir daha karşılaşma olasılığının olmadığını çok iyi biliyordu. Biran, Moorcroft’u canlandırdı gözünün önünde, tek düze ses tonu, içindeki patlamaya hazır volkanı ve belli etmeden gün geçtikçe büyüttüğü para hırsını… George’un firma için önemi, yok denecek kadar azdı, kaldı ki yerine her şeye evet diyen genç ve sevimli bir adam bulunmuştu bile.
İşe yeni gelen arkadaşlarının, tünele doğru yönelmelerini izledi. Kir içindeki kıyafetlerine sinen, pas kokularıyla karışık sigara dumanını içine çekti. Rüzgârda uçuşan mavi paltosu ile içeriye giren kadın ilişti gözüne, etrafı süzüyor boş bir koltuk arıyordu. Solgun yüzü ve arayıştaki iri yeşil gözleri ona, Emma’yı anımsattı. Birden, nefesinin tutulduğunu hissetti, yanında oturan adama rahatsızlık vermeden, ileriye doğru atıldı ve ayaktaki kadına kibarca kalktığı yeri işaret etti. Ve, aklı Dorothy’e anlatacağı haberlerde olması gerekirken, Emma’da takılı kaldı. Emma, hiçbir zaman ona uzak olmamıştı. Disko tavanlarında asılı parlak toplar gibi, renk renk ışığa bürünerek, farklı farklı yerlerde birden aklına geliyordu, rengini sık sık değiştirdiği saçları ile gözünün önünde canlanıyordu.
Metro, gün ışığına doğru süzüldü ve sallanarak Golders Green durağında durdu. George, buz tutmuş yola doğru bir adım attı ve evine doğru yoluna koyuldu. Dondurucu soğuğa aldırmadan, zamanının tadını çıkarıyordu.
Bahçe kapısına vardı, elini kilide attığında parmaklarının soğuktan titrediğini hissetti. Evin dış görünüşünü, perdeleri uzaktan seyredip, Dorothy’nin o anki ruh halini kestirmeye çalıştı. Tam o esnada Dorothy, George’un kapıda dikildiğini hissetmiş olacak ki, ön kapıyı açtı ve hoş bir gülümsemeyle onu içeri çağırdı. Bahçedeki patikayı, bir çırpıda geçti ve ayaklarını kapının önündeki paspasa vurarak, içindeki geri dönüp kaçma dürtüsüne hâkim olmaya çalıştı. Kapının önüne geldiğinde, anahtarı hızlıca kilide soktu ve çevirdi; daha fazla oyalanmanın mantığı yoktu. Kapıyı ittirdi ve üzerinde eriyip halıya düşmekte olan kar taneleri için, yapacağı bir şey olmadığını anlatan bir bakış fırlattı.
‘Sevgilim’ dedi usulca Dorothy’i görünce, ‘kusura bakma biraz geç kaldım.’
‘Ben de seni merak etmeye başlamıştım,’ diye cevap verdi kadın.
Hemen, adamın üzerinden çıkan paltoya uzandı ve şemsiye ile birlikte ikisini merdiven altındaki askılığa taktı. Her şey normal düzeninde ilerliyordu. Acaba bugün George’un Moorcroft ile görüşeceğini unutmuş muydu? Yoksa bu, onun bu sorunla başa çıkma yolu muydu?
Öne doğru eğilerek, yanağından öpmeye çalıştı sevgilisini. Kadının yüzünü, adama doğru çevirmesi, birden adamda bir mutluluk hissi yarattı ve yeniden güçlendiğini, doğrulduğunu hissetti. Oturma odasına kadar onu takip etti, hızla yürüdüğü için diz kapaklarına doğru uçuşan eteğine bakıyordu. Ona arkasını dönerek, iki kadeh şarap koydu. Aklında bin bir tilki dönüyordu. Nasıl olup da konuyu açacaktı. Birden, cebindeki mektubun hala okunabilir olup olmadığını düşündü. Bu ânı, çok daha önceden düşünüp, söze nasıl başlaması gerektiğini kafasında belirlemiş olmalıydı. Şimdi ise, ne söyleyeceğini ve söylediklerinin nasıl bir etki yaratacağını bilmiyordu. Bacak bacak üstüne atıp geriye yaslandı, başparmağıyla halının püsküllerine doğru vuruyordu. Derin bir nefes aldı ve;
‘Eee, Moorcroft ne dedi?’ diye sordu.
Karşısında, konuya nasıl başlayayım diye düşünmesi kadar gülünç bir durum yoktu aslında, her ikisi de biliyordu. Kadın, sigara paketine doğru uzandı, bir sigara çıkardı ve sabırsızca adama doğru bakmaya başladı.
‘Biliyorsun ki çalıştığım firma, tüm Uzak Doğu ile bağlantı halinde’ dedi.
Kafasını, biliyorum anlamında salladı ve elindeki sigarayı kül tabağına, gelişigüzel bir şekilde bıraktı. Boynundaki kolyenin ucunu, parmakları arasında dolandırdı. Sigarasından çıkan duman, küçük halkalar halinde havaya karışıyordu, dumanı dikkatlice izledi. George birden, Dorothy’nin anlattıklarından, hiçbir şey anlamadığını ve bunu kendileriyle ilişkilendiremediğini hissetti.
Dorothy’nin yanına sokuldu. ‘Moorcroft beni Malaya’da, İpoh adında bir şehirde, ithalat işiyle görevlendirdi.’ Evet, oldu işte. Söyleyiverdi bir çırpıda. Omuzlarını geriye doğru çekerek esnedi, bir eliyle de Dorothy’nin yanağına dokunmak için uzandı. ‘Üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm’ dedi. George’un elini ittirdi ve ayağa fırladı.
’Malaya?’
O esnada, Dorothy’nin yüzünden boşalan kanı görebiliyordu.
’Malaya?’ diye tekrar etti.’Yurtdışında bir yer… Ben hiç yurtdışına çıkmadım ki, hayır olmaz!’ dedi sigarayı içine çekerken.
George, zar zor yutkunmaya çalıştı. Gözleri, şöminenin üstündeki raflara takılı kalmıştı, içinde büyüyen şeytanı hissetti o an. Söyleyebileceği tek şeyi zaten söylemişti; özür dilemişti tekrar tekrar.
‘Ne zaman? Peki, Susan ne olacak?’ diye bağıra bağıra tepesine dikilmişti George’un. ‘Başka bir yer, burası olmuyor mu?’ dedi ağlamaklı bir sesle.
Başını iki yana salladı ve karısına doğru uzandı. Dorothy, tek hareketle ondan uzaklaştı. George, elini cebine atarak ‘bir mektubum var’ dedi.
Mektubu cebinden çıkarttı; buruşturulmuş, sağı solu yırtılmış okunmayacak haldeydi.
‘Yakın zamanda buradan ayrılacağız, burada yazılana göre, Ocak ayının 10’unda.’ dedi.
Geriye yaslandı. Adam, bir an milk tray çikolata kutusundan, birkaç paket daha almış olması gerektiğini düşündü ama, dükkânın önündeki uzun kuyruk, sıradaki kadınların boş lakırdıları ve dükkân sahipleriyle gerekli gereksiz çene çalmaları gözünün önüne gelince, bu dileğinden vazgeçti ansızın.
George, Dorothy’nin mektubun içeriğini, dikkatlice gözden geçirmesini seyretti. Saçlarını, göz farı ile aynı tondaki mavi ipek bir eşarp ile toplamıştı. Bir tutam kahverengi saçı ise, eşarptan kaymış ve yanağının üzerine düşmüştü. Mektubu kenara atarken, sinirlerine daha fazla hâkim olamamış ve titremeye başlamıştı. Eğer George, şuan onu sakinleştirmek için yanaşsaydı, Dorothy köpürürdü, bunu adı gibi biliyordu. Birden, evin ne kadar soğuk olduğunu anladı. Ocakta hiç ateş yoktu, rüzgâr boş şöminenin önüne doğru esti, mektubu tekrardan, daha önce durduğu yere savurdu. Acı gerçekler, yerde tüm çıplaklığıyla duruyordu. Moorcroft’un o kızgın hali, gözlerinin önünden gitmiyordu.
‘Peki, bu durumda senin bir seçeneğin var mı?’ dedi.
‘Tabii ki bu teklifi reddedip, şansımı Manchester’da arayabilirim.’
Tekrar sıfırdan başlamak… İmkânsız. Buna izin veremem.’ dedi ve yumruğunu masaya vurdu.
Ansızın bir ferahlık hissetti içinde George. Ya kabul etseydi bu blöfü, ne yapardı acaba? Manchester. Yağmur, puslu gri hava, her yerde su birikintisi, kasvetli binalardaki renksiz ofisler, mizahtan bihaber insanlar. Hayır, hayır Dorothy istese de dönmezdi oraya.
‘Moorcroft bizi cezalandınyor. Yaptıkların yüzünden, Susan’ın ve benim düştüğüm duruma bak, Bencilliğin, düşüncesizliğin yüzünden bu haldeyiz. Acaba bunun farkında mı? O seni değil, bizi cezalandırıyor.’
Söylediği her şey doğruydu. Onu tanıyan herkes, bu yaptıklarından dolayı ondan nefret eder olmuştu. Birkaç saat önce Moorcraft, bunlardan çok daha aşağılayıcılarını söylemişti.
Yere eğildi, mektubu yerden aldı. Katlayarak cebine koydu. Dorothy’nin ne kadar kızgın olduğunu fark etti, parmak uçları soğuktan kızarmıştı. Evi, biraz ısıtması gerektiğini söyledi. Dorothy gözlerini dikmiş, konuşmadan George’un suratına bakıyordu.
’Peki, Susan ne olacak?’ diye sordu tekrardan. ’Okulu, arkadaşları… Onun için ne gibi planların var? Nerede yaşayacağız? Tüm bu ev, bu eşyalar… ’
Dorothy, şarap şişesine yöneldi tekrardan, kendine bir bardak daha şarap koydu. George, sessizce oturuyor, elindeki kadehle diz kapağının üzerine şekiller çiziyordu. Dorothy, ona şarap koymayı teklif etmemişti. Yılbaşı için süslenen çam ağacının etrafındaki boncuklar, ışık değdikçe parlıyordu. Kısa bir süre boncuklara bakakaldı.