Uzun süredir yazışıyoruz ve henüz resmi şekilde tanışmış değiliz. Sizi tanıyor gibi hissediyorum. Umarım siz de benim gibi hissediyorsunuzdur.
Münasebetsizlik ediyorsam beni bağışlayın fakat sizi Romney Malikânesi’ni ziyaret etmeniz için davet etmek istiyorum. Umarım, belli bir zaman sonra da birbirimize uyduğumuza karar veririz ve benim eşim olmayı kabul edersiniz.
Sör Phillip Crane
Sör Phillip, Eloise Bridgerton’ın evde kaldığını biliyordu ve evlilik teklifini kabul edecek kadar sıradan ,daha da önemlisi çaresiz olduğunu düşünmüştü. Ve fena halde yanılıyordu. Bu güzel kadın kapısında belirip nefes almadan konuşmaya başladığında tek istediği onu öpmekti.
Bu Sör Phillip denen adam onun çıldırdığını mı sanıyordu? Eloise Bridgerton daha önce karşılaşmadığı bir adamla evlenemezdi! Ancak tekrar düşündü… ve merak etmeye başladı… Öyle ki gecenin bir yarısı bir araba kiralayıp hayalindeki kusursuz erkeğe gidecek kadar. Ve fena halde yanıldı. Hayalindeki adam bu kadar sevimsiz ve kaba değildi. Elbette Phillip yakışıklıydı ama Londra’daki centilmenlerden farklı olarak iri yarı, sert ve bakımsızdı aynı zamanda. Ne var ki gülümsediğinde… ve onu öptüğünde… kendinden geçiyor ve düşünmeden edemiyordu: Phillip gerçekten onun için mükemmel erkek olabilir miydi?
Çok Sevgili Bayan Bridgerton,Uzun süredir yazışıyoruz ve henüz resmi şekilde tanışmış değiliz. Sizi tanıyor gibi hissediyorum. Umarım siz de benim gibi hissediyorsunuzdur. Münasebetsizlik ediyorsam beni bağışlayın fakat sizi Romney Malikânesi’ni ziyaret etmeniz için davet etmek istiyorum. Umarım, belli bir zaman sonra da birbirimize uyduğumuza karar veririz ve benim eşim olmayı kabul edersiniz.Sör Phillip Crane Sör Phillip, Eloise Bridgerton’ın evde kaldığını biliyordu ve evlilik teklifini kabul edecek kadar sıradan ,daha da önemlisi çaresiz olduğunu düşünmüştü. Ve fena halde yanılıyordu. Bu güzel kadın kapısında belirip nefes almadan konuşmaya başladığında tek istediği onu öpmekti.Bu Sör Phillip denen adam onun çıldırdığını mı sanıyordu? Eloise Bridgerton daha önce karşılaşmadığı bir adamla evlenemezdi! Ancak tekrar düşündü… ve merak etmeye başladı… Öyle ki gecenin bir yarısı bir araba kiralayıp hayalindeki kusursuz erkeğe gidecek kadar. Ve fena halde yanıldı. Hayalindeki adam bu kadar sevimsiz ve kaba değildi. Elbette Phillip yakışıklıydı ama Londra’daki centilmenlerden farklı olarak iri yarı, sert ve bakımsızdı aynı zamanda. Ne var ki gülümsediğinde… ve onu öptüğünde… kendinden geçiyor ve düşünmeden edemiyordu: Phillip gerçekten onun için mükemmel erkek olabilir miydi?
GİRİŞ
Şubat 1823
Gloucestershire, İngiltere
Bu kadar güneşli bir günde olması kaderin bir cilvesiydi.
Art arda altı hafta boyunca süren kapalı havaya eşlik eden hafif kar yağışı ve yağmurun ardından gelen ilk güneşli gün. Havanın değişkenliğinden etkilenmediğini sanan Phillip bile kendini keyifli hissediyor, neşeyle gülümsüyordu. Dışarı çıkmalıydı, çıkmak zorundaydı. Güneş bu denli muhteşemken kimse kendini içeri hapsetmemeliydi.
Özellikle bu denli gri bir kışın ortasında.
Bugün, yani olanlardan bir ay sonra bile güneşin hâlâ kendisiyle bu şekilde dalga geçmeye cüret edebildiğine inanamıyordu.
Nasıl bunu tahmin etmeyecek kadar kör olabilmişti? Evlendikleri güne kadar Marina’yla birlikte yaşamıştı. Bir kadını tanımak için sekiz koca sene. Bunu tahmin etmeliydi. Ve doğrusunu söylemek gerekirse…
Doğrusunu söylemek gerekirse, bunu bekliyor olmalıydı. Fakat beklediğini bile kabullenememişti. Belki kendini kandırmaya, hatta korumaya çalışıyordu. Bu kadar bariz şekilde ortada olan durumu görmezden gelerek, belki de hiç gerçekleşmeyeceğini umuyordu.
Ama olmuştu. Hem de güneşli bir günde. Tanrı’nın gerçekten hastalıklı bir espri anlayışı vardı.
Bakışlarını viski bardağına doğru indirdi, bardak boştu. Hiçbir şey hatırlamasa da lanet şeyin hepsini içmiş olmalıydı. Sarhoş hissetmiyordu kendini, en azından olması gerektiği kadar. Ya da en azından olmak istediği kadar.
Pencereden dışarı, ufka doğru alçalan güneşe baktı. Bugün güneşli geçen bir başka gündü. Bu da neden bu denli bunalımlı olduğunu açıklıyordu. En azından öyle olmasını umuyordu. Kendisini ele geçirmeye başlayan bu korkunç yorgunluk için bir açıklama umuyordu, buna muhtaçtı. Bunalım onu dehşete düşürüyordu.
Her şeyden fazla. Ateşten, savaştan, cehennemin kendisinden bile fazla. Kedere teslim olma düşüncesi, onun gibi olma düşüncesi…
Marina bunalımlıydı. Marina ömrünün tamamını, en azından Phillip’in bildiği kadarını depresyonda geçirmişti. Onun gülüşünün sesini hatırlayamıyordu bile. Gerçi nasıl güldüğünü bildiği de pek söylenemezdi.
Güneşli bir gündü ve… Gözlerini sıkıca yumdu, bunu hafızasını canlandırmak için mi yoksa aklını dağıtmak için mi yaptığından emin değildi. Güneşli bir gün olmuştu ve…
“Teninizde yarattığı histen bu kadar hoşlanacağınızı hiç düşünmezdim Sör Phillip?”
Phillip Crane yüzünü güneşe döndü, gözlerini yumarken sıcaklık tenine yayıldı. “Harika,” diye mırıldandı. “Ya da bu kadar soğuk olmasa harika olabilirdi.”
Kâtibi Miles Carter kıkırdadı. “O kadar da soğuk değil. Göl bu sene buz tutmadı. Sadece birkaç donmuş küçük parça.”
Phillip isteksizce yüzünü güneşten çevirdi ve gözlerini açtı. “Bahar da değil sonuçta.”
“Baharı bekliyorsanız belki de takvime bir göz atmalısınız efendim.”
Phillip yan yan baktı. “Sana münasebetsizlik et diye mi para ödüyorum?”
“Aynen öyle. Hem oldukça cömertçe.”
Phillip gülümserken ikisi de duraksayıp bir süre daha güneşin tadını çıkardılar.
Phillip’in serasına doğru yöneldiklerinde, “Gri havalardan rahatsız olmadığınızı sanırdım,” dedi Miles laf arasında.
“Umursamam,” dedi Phillip, bir sporcu gibi uzun adımlarla yol alıyordu. “Ama rahatsız olmamam, güneşli havayı tercih etmeyeceğim anlamına gelmez.” Tereddüt etti, bir an düşündü. “Bakıcı Millsby’ye söyle, bugün çocukları mutlaka dışarı çıkarsın. Ceket, şapka, eldiven falan da giysinler tabii. Biraz güneş görmeleri şart. Uzun zamandır içeri tıkılıp kaldılar.”
“Hepimiz gibi,” diye homurdandı Miles.
Phillip güldü. “Aynen öyle.” Omzunun üzerinden serasına bir bakış attı. Yazım işleriyle ilgilense iyi olurdu elbette ama düzenlemesi gereken birkaç tohum vardı ve Miles ile olan işlerine bir saat içinde dönmemesi için de hiçbir sebep yoktu. “Sen devam et,” dedi Miles’a. “Bakıcı Millsby’yi bul. Biz işlerimizi daha sonra hallederiz. Sen seradan nefret edersin zaten.”
“Yılın bu zamanı değil,” dedi Miles. “Hava bu zamanlarda bir hayli güzel.”
Phillip, Romney Malikânesi’ne doğru giden tepeyi bir kavis çizerek tırmandı. “Sen benim geçmişten kalma yuvama soğuk mu diyorsun?”
“Geçmişten kalan tüm yuvalar soğuktur.”
“Haklısın,” dedi Phillip sırıtarak. Miles’ı çok seviyordu. Onu altı ay önce, küçük arazisini işletirken biriken yığınla evrak işi ve detaya yardım etmesi için işe almıştı. Miles oldukça iyiydi. Genç ve başarılıydı, dahası alaycı espri anlayışı kahkahadan yoksun bu evde hoş karşılanmaktaydı. Hizmetkârlar kesinlikle Phillip ve Marina’yla şakalaşmaya cüret etmezlerdi… Aslında, Marina’nın gülmediğini veya bundan keyif almadığını da söylemek yerinde olurdu.
Ara sıra çocukların Phillip’i neşelendirdiği olurdu ama bu daha farklı bir neşe kaynağıydı, kaldı ki çoğu zaman onlara ne diyeceğini bilemezdi. Denerdi fakat bu ona kendini garip hissettirirdi. Bu yüzden onları bakıcılarına postalayarak kendinden uzaklaştırmaya başlamıştı. Böylesi daha kolaydı.
Phillip muhtemelen kendi yapması gereken bir işe Miles’ı göndererek, “Haydi öyleyse,” dedi. Bugün çocuklarını henüz görmemişti. Görmesi gerektiğini düşündü ama hep yaptığı gibi onlara sert sözler edip günlerini mahvetmek istemiyordu.
Miles onları, bakıcı Millsby ile dışarıda yürüyüşe giderken bulabilirdi. Bu iyi bir fikir gibiydi. Çocuklara bir bitki türü gösterip onun hakkında bilgi verebilirdi. Bu sayede her şey son derece basit ve mesafeli olurdu.
Phillip serasına girdi ve kapıyı ardından kapadı. Nemli havadan bir nefes çekti. Cambridge’te botanik okumuştu. İlk yılını tamamlamıştı, hatta ağabeyi Waterloo’da ölmeyip Phillip’i mülk ve toprak sahibi konumuna mahkûm etmeseydi, akademik bir kariyeri bile olabilirdi.
Daha da kötüsü olabilirdi, diye düşündü. En azından burada botanik merakını az da olsa huzurla sürdürebiliyordu.
İş tezgâhını önüne çekti. En son projesi, tohum yatağının içindeki bir bezelye cinsinin daha iri ve daha tombul şekilde üremesini sağlamaya çalışmaktı. Henüz şansı yaver gitmemişti. Son ektikleri buruşmuş ve sarı renge bürünmüştü – bu kesinlikle olması beklenen sonuç değildi.
Phillip somurttu. Seranın arkasından aletlerini almaya giderken kendi kendine hafifçe tebessüm etti. Deneyleri istediği sonuçları vermediğinde bunu kafasına fazla takmazdı. Buluşları ihtiyaçların doğurduğuna asla inanmazdı.
Tesadüfler. Her şey tesadüflerden ibaretti. Hiçbir bilim insanı kabullenmese de en büyük icatlar, birileri tamamıyla bambaşka bir sorunu çözmeye çalışırken ortaya çıkardı.
Buruşmuş bezelyeleri bir kenara kaldırırken kendi kendine güldü ve işine geri döndü. Tohum koleksiyonunu önüne çekti, her birini inceleyebilmek için buruşukluklarını düzeltti. En iyi örneğe ihtiyacı vardı…
Başını kaldırdı, yeni temizlenmiş camdan dışarı doğru baktı. Gözüne tarlanın karşı tarafında hareket eden bir şey takıldı. Parlak kırmızı bir şey.
Kırmızı. Phillip başını sallarken kendi kendine gülümsedi. Bu Marina olmalıydı. O ne kadar garip bulsa da kırmızı Marina’nın en sevdiği renkti. Marina’yla biraz zaman geçiren herkes onun daha koyu, iç karartıcı bir renk tercih edeceğini sanırdı.
Phillip, onun korulukta kayboluşunu izledi ve işine döndü. Marina’nın dışarıda dolaştığı nadir görülürdü. Bugünlerde yatak odasının dışına fazla çıkmıyordu. Phillip onu dışarıda, güneşin altında görmekten dolayı mutluydu. Belki bu keyfini yerine getirebilirdi. Tamamen değil tabii ki. Phillip, güneşin bile buna gücünün yetmeyeceğini düşünüyordu. Ama belki aydınlık, ılık bir gün onun biraz gülümsemesini sağlayabilirdi.
Tanrı biliyor ya, çocukların buna ihtiyacı vardı. Annelerini neredeyse her akşam odasında ziyaret ediyorlarsa da bu yetmiyordu.
Ve Phillip bu eksikliği kendisinin telafi edemeyeceğine emindi.
Bedenini saran pişmanlık dalgasıyla birlikte iç çekti. Onların ihtiyacı olan türden bir baba değildi. Bunu biliyordu. Kendine, elinden geleni yaptığını, ebeveyn olduğunda yapması gereken en önemli şeyi, yani kendi babası gibi davranmamayı başardığını söylemeye çalıştı.
Ama yine de bunun yeterli olmadığını biliyordu.
Kararlı bir şekilde iş tezgâhının başından uzaklaştı. Tohumlar bekleyebilirdi. Çocuklar da bekleyebilirdi aslında ama bu beklemeleri gerektiği anlamına da gelmezdi. Onları doğa yürüyüşüne kendisi çıkarmalıydı. Basit yapraklıyı iğne yapraklıdan ya da bir gülü papatyadan ayıramayan bakıcı Millsby değil, o götürmeliydi.
Tekrar pencereden dışarı baktı, aylardan şubat olduğunu hatırladı. Bakıcı Millsby bu mevsimde zaten pek çiçek bulamazdı ama yine de bu, çocukları doğa yürüyüşüne kendisinin götürmemesi için bir neden olamazdı. Kaldı ki bu faaliyet, çocuklarla ilgili şeylerin içinde en layıkıyla yaptığıydı ve bu sorumluluktan kaçmamalıydı.
Seradan dışarı çıkmış, yola koyulmuştu ama bir anda durdu, Romney Malikânesi’ne giden yolun üçte birini bile yürümemişti henüz. Eğer çocukları alacaksa onları annelerini görmeye götürmeliydi. Anneleri sadece başlarını okşamaktan başka bir şey yapmasa da ona ihtiyaçları vardı. Evet, Marina’yı bulmalılardı. Bu onlar için doğa yürüyüşünden daha yararlı olurdu.
Ama Marina’nın ruh hali hakkında varsayımlarda bulunmaması gerektiğini biliyordu. Dışarıya çıkmış olması kendini iyi hissettiği anlamına gelmezdi. Ayrıca çocukların onu yıkılmış halde görmesi de hiç hoşuna gitmiyordu.
Phillip geri döndü ve biraz önce Marina’yı ortadan kaybolurken gördüğü koruluğa doğru yöneldi. Marina’nın neredeyse iki katı hızla yürüyordu, az sonra ona yetişip halini gözlemlemesi fazla sürmezdi. Çocuklar bakıcı Millsby ile evden ayrılmadan önce eve dönmeliydi.
Marina’nın gittiği yolu takip ederek ağaçlık alana girdi. Yerler nemliydi ve Marina ağır bir çift bot giymiş olmalıydı, çünkü ayakları toprakta derin izler bırakmıştı. İzler hafif bir yokuştan ağaçlık alanın dışına çıkıyor, çimenlik alana doğru devam ediyordu.
“Kahretsin,” diye söylendi Phillip. Rüzgâr nedeniyle sözleri zorlukla işitiliyordu. İzleri çimlerin üzerinde bulmak imkânsızdı. Elini gözlerine siper etti ve bir kırmızılık emaresi görmek için ufku taradı.
Terk edilmiş kulübenin civarında yoktu. Phillip’in tahıl deneyleri için kullandığı tarlada da yoktu, çocukken tır manmak için saatler harcadığı dev kayanın orada da. Gözlerini kısarak kuzeye döndüğünde onu gördü. Göle doğru ilerliyordu.
Göl.
Phillip onun yavaş yavaş suyun kıyısına ilerleyişini izlerken ağzı açık kaldı. Marina yüzme bilmiyordu. Arazide bir göl olduğunu bildiğinin farkındaydı ama oraya gideceğini hiç kestirememişti. En azından sekiz yıllık evlilikleri boyunca. Sanki ayakları aklının reddettiğini kabulleniyormuşçasına yürümeye başladı. Marina suyun sığ olan kısmına girmeye başladığında Phillip hızlandı. Seslenmekten başka bir şey yapamayacağı kadar uzaktaydı Marina.
Ama işittiyse de hiç tepki vermeden yavaş ve kararlı şekilde derinliklere doğru devam etti.
“Marina!” diye bağırdı Phillip. Koşmaya başlamıştı. Son hızla koşsa da hâlâ uzaktaydı.
Marina’nın belden aşağısı suya gömülmüştü ve hemen sonra tüm bedeni kurşunî yüzeyin altında kayboldu. Kırmızı mantosu suyun derinliklerine doğru batmadan önce yüzeyde birkaç saniye dalgalandı.
Marina artık onu duyamayacak durumda olsa da Phillip tekrar bağırdı. Tökezleyerek ve kayarak göle doğru uzanan tepeden indi. Dondurucu suya dalmadan önce ceketini ve botlarını çıkarmayı akıl edebilmişti. Marina bir dakikadan biraz daha az bir süredir suyun altındaydı, bu boğulması için yeterli zaman değildi ama ona ulaşmak için harcayacağı her saniye Marina’nın ölüme bir saniye daha yaklaşması demekti.
Gölde daha önce birçok kez yüzmüştü. Bu yüzden gölün derinleştiği noktayı tam olarak biliyordu. Aceleyle o yere ulaştı. Üstündeki kalın elbiselere hücum eden suyun farkında bile değildi.Marina’yı bulmalıydı. Bulmaya mecburdu. Çok geç kalmadan. Phillip dibe daldı, bulanık suyu taradı. Marina’nın zeminde bastığı yerlerden kum yükselmiş olmalıydı, tabii kendinin bastığı yerlerden de. Çevresinde ince bir çamur tabakası oluşmaya başlamıştı ve görüşünü engelliyordu. Phillip en dibe kadar, Marina’nın kırmızı mantosunu can-sız bir uçurtma gibi süzülürken görene kadar daldı. Yukarı çekerken Marina karşılık vermedi, bilincini kaybettiği için bir kütükten farksızdı.
Suyun yüzeyine çıktılar. Phillip yanan ciğerlerini art arda derin birkaç nefes ile doldurdu. Bir süre soluklanmaktan başka bir şey yapamadı. Marina’ya yardım edebilmek için öncelikle kendine gelmeliydi. Onu kıyıya sürüklemeye başladı. Her ne kadar Marina nefes alıyor gibi görünmüyor idiyse de yüzünü suyun üzerinde tutmaya dikkat etti. Nihayet kıyıya ulaştılar. Phillip onu kıyıdaki çamur ve çakıldan oluşan, gölü çimenlik alandan ayıran dar kıyı şeridine kadar sürükledi.
Ne yapacağını bilmiyordu. Daha önce kimseyi boğulmaktan kurtarmamıştı. Aklına gelen en mantıklı şeyi uygulamaya koyuldu. Marina’yı yüzükoyun kucağına yatırdı, sırtına şiddetle vurmaya başladı. Marina önce hiçbir tepki vermedi. Ama sırtına inen dördüncü şiddetli darbenin ardından bir anda öksürdü. Ağzından bulanık su boşaldı.
Phillip, Marina’yı hızlıca kendine doğru çevirdi. “Marina?” dedi yüzüne hafif tokatlar atarak. “Marina?”
Marina yine öksürdü, vücudu nöbet geçirir gibi ani şe kilde kasılıp gevşiyordu. Sonunda ciğerlerine bir nefes çekebilmişti. Aksini arzulamış olsa da ciğerleri onu yaşamaya zorluyordu.
“Marina,” dedi Phillip, büyük bir rahatlamayla. “Şükürler olsun.” Marina’ya aşkla bağlı değildi Phillip. Gerçek anlamda âşık değildi, ama ne olursa olsun onun karısı, çocuklarının annesiydi. Ve aslında Marina’nın çevresine ördüğü o hüzün duvarının altında iyi ve hoş bir insan yatıyordu. Phillip onu sevmemiş olabilirdi ancak ölmesini de istemiyordu.
Marina gözlerini kırpıştırdı, gözleri bir noktaya sabitlenemiyordu. Nihayet nerede ve kim olduğunu anlayarak fısıldadı: “Kahretsin.”
“Eve geri dönmeliyim,” dedi Phillip sert bir şekilde. O tek kelime yüzünden ürkmüştü.
Kahretsin.
Kurtarılmayı nasıl istemezdi ki? Sadece üzgün olduğu için kendi hayatından vazgeçebilir miydi? Bunalımı, sahip oldukları o iki evlattan da mı önemliydi? Kötü bir ruh hali, onların annelerine duydukları ihtiyaçtan daha mı mühimdi?
Phillip, Marina’yı sıkıca tutarak, “Seni eve götürüyorum,” dedi. Artık düzenli nefes alabiliyordu ve eşinin ne yapıp ne yapamayacağının son derece farkındaydı.
Marina sessizce ağlayarak, “Hayır,” dedi. “Lütfen, istemiyorum. Gitmek istemiyorum… İstemiyorum…”
“Gideceksin,” dedi Phillip, tepeyi ağır adımlarla tırmanırken. Dondurucu soğuğun ıslak kıyafetlerini buza çevirmesine aldırış etmiyordu. Çıplak ayaklarının altındaki taşlı zemin bile umurunda değildi.
Gücü tamamıyla tükenmeden önce, “Yapamam,” diye fısıldadı Marina.
Phillip yükünü eve taşırken tek düşündüğü, o sözün ne kadar yerinde olduğuydu.
Yapamam.
Bir bakıma, bu Marina’nın hayatının özetiydi zaten.
***
Akşama doğru yükselen ateş, gölün yapamadığını başaracak gibi görünüyordu. Phillip, Marina’yı eve elinden geldiğince hızlı taşımıştı. Kâhyası Bayan Hurley’nin de yardımıyla soğuktan buza dönmüş elbiselerini çıkarmışlar ve onu, çeyizinin en nadide parçası olan sekiz yıllık kaz tüyü yorganın altına sokup sıcak tutmaya çalışmışlardı.
Bayan Hurley, Phillip’in mutfak kapısından sendeleyerek girdiğini gördüğünde, “Neler oldu?” diye şaşkınlıktan nefesi kesilerek sormuştu. Phillip çocukların onu görebileceği ana girişi kullanmak istememişti, hem mutfak kapısı neredeyse yirmi metre daha yakındı.
“Göle düştü,” diye yanıtlamıştı Phillip.
Bayan Hurley, Phillip’e işin aslının ne olduğunu bilirmiş gibi şüpheyle ama anlayışla bakmıştı. Evlendikleri günden beri Crane Ailesi’nin yanında çalışıyordu ve Marina’nın ruh halinin farkındaydı.
Marina’yı yatağa yatırdıklarında Bayan Hurley, Phillip’i odadan çıkarıp, iş işten geçmeden onun da kıyafetlerini değiştirmesi konusunda ısrar etmişti.
Phillip daha sonra Marina’nın yanına geri döndü. Yani kocası olarak ait olduğu yere. Burasının geçen yıllarda bulunmaktan kaçındığı yer olduğunu pişmanlıkla düşündü.
Marina’yla olmak üzücüydü, çok zordu.
Fakat şimdi sorumluluktan kaçma zamanı değildi. Sa bahtan akşama kadar Marina’nın başucunda bekledi. Terlediği anlarda alnını sildi, nispeten daha iyi olduğu zaman ılık et suyu çorbası içirmeye çalıştı.
Sözlerini işitmeyeceğinin farkında olsa da ona mücadele etmesini söyledi.
Marina üç gün sonra öldü.
İstediği de buydu zaten ama Phillip için çocuklarına, henüz yedi yaşlarına basmış ikizlerine annelerinin vefat ettiğini anlatmaya çalışmak çok zordu. Onların odasında oturdu, cüssesi onların ufak sandalyeleri için çok büyük olsa da yine de oturdu. İki büklüm duruyordu. Yürek burkan konuşmayı yaparken çocukların gözlerine bakmaya gayret etti.
Pek bir şey söylememeleri garipti. Ama şaşırmış gibi de görünmüyorlardı. Bu Phillip’i biraz rahatsız etmişti.
Konuşmasının sonuna geldiğinde, “Özür… Özür dilerim,” dedi yutkunarak. Çocuklarını çok seviyordu ve onları birçok konuda hayal kırıklığına uğratmıştı. Zaten zar zor babalık edebiliyorken bir de annelik rolünü nasıl üstlenecekti?
“Senin hatan değil,” dedi Oliver, huzursuz bir şekilde kahverengi gözleriyle babasının bakışına karşılık vermişti. “Sonuçta göle düştü, değil mi? Onu sen itmedin ya.”
Phillip nasıl cevap vermesi gerektiğini bilemeyerek, sadece başını sallayarak onayladı onun sözlerini.
Amanda sakince, “Artık mutlu mudur peki?” diye sordu.
“Sanırım öyledir,” dedi Phillip. “Artık sizi cennetten izleyecek, o yüzden mutlu olmalı.”
İkizler bunun farkında gibi görünüyorlardı. “Umarım mutludur,” dedi Oliver. Sesi göründüğünden daha kararlı çıkıyordu. “Belki de artık ağlamaz.”
Phillip’in nefesi boğazında düğümlendi. Çocukların, Marina’nın ağlamalarını duymuş olduklarının farkında değildi. Marina’nın durumunun yalnızca gece geç saatlerde ağırlaştığını düşünürdü. Çocukların odası, Marina’nın odasının hemen üstünde olsa da annelerinin ağlama krizi tuttuğunda, onların çoktan uykuya dalmış olduklarını sanıyordu.
Amanda, minik sarı saçlı başını onay verir şekilde bir aşağı bir yukarı salladı. “Eğer şimdi kendini mutlu hissediyorsa, gitmiş olmasından memnunum,” dedi.
“Gitmedi,” diyerek onun sözünü kesti girdi Oliver, “Sadece öldü.”
“Hayır, gitti işte,” diye diretti Amanda.
“İkisi de aynı şey,” dedi Phillip basitçe. “Ama sanırım şimdi mutludur.”
Aslında bir bakıma bu doğru sayılırdı. Marina’nın istediği buydu ne de olsa. Belki de onca zamandır tek isteği buydu.
Amanda ve Oliver bir süredir sessizdi. İkisi de gözlerini yere dikmiş, yatağın kenarından aşağı bacaklarını sallıyorlardı. Onlara büyük gelen bu yatakta otururlarken çok minik görünüyorlardı. Phillip homurdandı. Bunu nasıl olmuştu da fark edememişti? Yataklarının daha alçak olması gerekmez miydi? Ya uykularında yere düşselerdi?
Belki yataktan düşecek yaşı da geçmişlerdi. Belki artık düşmüyorlardı ya da hiç düşmemişlerdi. Ya da belki Phillip gerçekten berbat bir babaydı ve bu tip ayrıntıların farkında olmalıydı.
Belki… belki… Gözlerini kapadı ve iç çekti. Belki artık bu kadar düşünmeyi bırakıp elinden geleni yapmaya çalışmalı ve bununla yetinmeliydi.
Amanda, “Sen de uzaklara gidecek misin?” diye sordu başını yerden kaldırarak.
Phillip, Amanda’nın gözlerine baktı. Masmavi, tıpkı annesininkilere benzeyen gözlerine. “Hayır,” dedi şiddetle. Önünde dizlerinin üstüne çöktü ve minik ellerini avucunun içine aldı. Amanda’nın minik elleri, kendi avucunun içinde minicik ve narin görünüyorlardı.
“Hayır,” diye tekrarladı Phillip. “Hiçbir yere gitmiyorum. Hiçbir zaman da gitmeyeceğim…”
Phillip viski kadehine baktı. Yine boştu. Bir kadehi dört kere doldurduktan sonra hâlâ boş olabilmesi garipti. Hatırlamaktan nefret ediyordu. O suya dalmak mı yoksa Bayan Hurley’nin dönüp, “Öldü mü?” diye sorması mı daha kötüydü bilemiyordu.
Ya da çocukların yüzlerindeki hüzün, gözlerindeki korku mu?
Son damlaları da ağzına yuvarlamak için kadehi dudaklarına götürdü. En kötü kısmı kesinlikle çocuklar olmalıydı. Onları asla terk etmeyeceğini, edemeyeceğini söylemişti ama bunun yetmeyeceğini biliyordu. Daha fazlasına ihtiyaçları vardı. Nasıl gerçek bir ebeveyn olunacağını bilen birine ihtiyaçları vardı. Onlarla nasıl konuşması gerektiğini ve anlamayı bilen, varlıklarını umursayıp buna göre davranan birine.
Onlara başka bir baba bulamayacağıma göre, belki de bir anne bulabilirim, diye düşündü. Tabii henüz bunun için çok erkendi. Yas süresi boyunca kimseyle evlenemezdi ama bu araştıramayacağı anlamına da gelmiyordu.
Sandalyesinde kayarak iç geçirdi. Bir eşe ihtiyacı vardı. Herhangi bir eş bile olurdu. Nasıl göründüğü umurunda değildi. Parası olup olmadığı umurunda değildi. Kafadan hesap yapıp yapamaması ya da Fransızca konuşup konuşmaması, hatta ata binip binememesi bile önemli değildi.
Sadece mutlu olması yeterdi. Bunu bir eşten beklemek fazla mıydı? Bir gülücük, en azından günde bir kez. Hatta belki bir kahkaha sesi.
Ayrıca çocuklarını da sevmeliydi. Ya da en azından öyleymiş gibi davranmalıydı ki çocuklar aradaki farkı anlayamasınlar. Bu kadarını beklemek fazla olamazdı, değil mi?
“Sör Phillip?”
Phillip kafasını kaldırdı, çalışma odasının kapısını aralık bıraktığı için kendine kızdı. Kâtibi Miles Carter kafasını içeri uzatmıştı.
“Ne var?”
“Mektup geldi efendim,” dedi Miles. İçeri girdi ve mektubu uzattı. “Londra’dan.”
Phillip onun elindeki mektuba baktı. Kaşlarını kaldırarak, açıkça bir kadına ait olduğu belli olan el yazısını süzdü. Başıyla Miles’a çıkmasını işaret etti ve mektup açacağını alıp zarfın üzerindeki mührün altında kaydırarak açtı. Tek bir parça kâğıt dışarı uzandı. Phillip kâğıdı parmaklarının arasında okşadı. Son kaliteydi. Pahalı. Ayrıca ağırdı da. Bu da gönderenin posta masraflarını hiç umursamadığını gösteriyordu.
Çevirdi ve okumaya başladı:
No:5, Burton Sokağı, Londra
Sör Phillip Crane
Size, eşiniz ve kuzinim Marina’nın vefatından ötürü baş sağlığı dileklerimi iletmek için yazıyorum. Onu son görüşümün üze rinden uzun yıllar geçmiş olsa da kendisini sonsuz sevgiyle anıyor, vefatından dolayı derin elem duyuyorum. Lütfen acınızı hafifletmek adına yapabileceğim bir şey varsa bana bildirmekten çekinmeyin.
Saygılarımla,
Bayan Eloise Bridgerton
Phillip gözlerini ovaladı. Bridgerton… Bridgerton. Marina’nın Bridgerton Ailesi’nden kuzenleri mi vardı? İçlerinden biri böyle bir mektup yolladığına göre öyle olmalıydı.
İç geçirdi ve hiç düşünmeden kâğıt ve tüy kalemine uzandı. Marina öldüğünden beri pek fazla başsağlığı mektubu gelmemişti. Evlendiğinden bu yana ailesi ve arkadaşları onu unutmuş gibilerdi. Bunu yadırgamaması gerektiğini düşündü Phillip. Marina yatak odasından dışarı adımını atmıyordu, insanın görmediği birini unutması her zaman daha kolaydı.
Bayan Bridgerton bir cevabı hak ediyordu. Nezaket gereği cevap vermeliydi (Phillip birinin eşi öldüğünde nasıl davranması gerektiğinden tamamen habersiz olsa da) ya da en azından yapılması gereken şeyin bu olduğunu düşünüyordu.
İsteksizce derin bir nefes aldı ve tüy kaleminin ucunu kâğıda değdirdi.
1. Bölüm
Mayıs 1824
Londra’dan Gloucestershire’a giden yol üzerinde bir yerlerde. Gece yarısı.
Sayın Bayan Bridgerton
Eşimin vefatı üzerine yazmış olduğunuz mektup için teşekkür ederim. Daha önce hiç tanışmadığınız birisine mektup yazmak için vakit ayırmanız çok düşünceli bir davranış. Size teşekkürlerimi sunmak adına mektubun arasına bu çiçeği sıkıştırıyorum. Sadece basit bir kızıl karanfil (Silene dioica) ama bu sene de erken filizlendiklerinden tüm Gloucestershire civarını süslemektedirler. Ayrıca bu çiçek Marina’nın da en sevdiği kır çiçeğiydi.
En içten dileklerimle,
Sör Phillip Crane
Eloise Bridgerton gayet güzel yazılmış bu mektubu eliyle düzeltti. At arabasının penceresinden içeri süzülen dolunayın parlak ışığına rağmen, okumaya yetecek miktarda ışık yoktu. Gerçi önemli de değildi. Ne de olsa tüm mektubu kelimesi kelimesine ezberlemişti ve kızıldan zi yade pembemsi renge sahip çiçeği de agabeyinin kitaplığından aldığı bir kitabın içinde muhafaza ediyordu.
Sör Phillip’ten cevap gelmesine fazla şaşırmamıştı. Görgü kurallarının en asil temsilcisi olan annesi, bu yazışmayı fazla ciddiye aldığını düşünse de Eloise terbiyesinin bunu gerektirdiğine inanmıştı.
Eloise’in konumundaki hanımların, her hafta birkaç saatlerini yazışmaya ayırmaları normaldi. Fakat Eloise bu zamanı her gün harcamayı âdet haline getirmişti. Mektup yazmaktan hoşlanıyordu. Özellikle yıllardır görmediği insanlara yazmaktan (zarfı açtıklarında yaşadıkları sürprizi hayal etmekten zevk duyardı). Bu sebeple doğum, ölüm, kazanılan başarılar gibi kutlanacak ya da taziye iletilecek durumlarda tüy kalemini eline alırdı.
Niye uzun mektuplar yazmayı tercih ettiğinden emin değildi. Londra’da bulunmayan kardeşlerinin hepsine yazıyor, bunun için oldukça fazla zaman harcıyordu. Halbuki yazı masasında otururken uzaktaki akrabalarına kısa mektuplar yazmak daha kolay görünüyordu.
Herkesin kısa da olsa bir cevap göndermesine rağmen (sonuçta o bir Bridgerton’dı ve kimse bir Bridgerton’ı rencide etmek istemezdi), kimse mektubuna hediye -özellikle de çiçek- iliştirmemişti.
Eloise gözlerini yumdu, zarif pembe yaprakları gözünde canlandırdı. Bir erkeğin böylesine hassas bir çiçeğe dokunduğunu düşünmek zordu. Eloise’in dört ağabeyi de iri yarı, güçlü adamlardı. Geniş omuzları ve kocaman elleriyle zavallı çiçeği anında paramparça edebilirlerdi.
Eloise, Sör Phillip’in cevabından, özellikle Latinceyi kullanımından etkilenmiş, derhal kendi cevabını kaleme almıştı.
Sevgili Sör Phillip
Size bu muhteşem çiçek için çok teşekkür ediyorum. Zarfın içinden çıkması hoş bir sürprizdi. Ayrıca Marina’dan da çok kıymetli bir hatıra kalmış oldu.
Çiçeğin bilimsel ismini bildiğinizi fark ettim. Botanikçi misiniz?
Saygılarımla,
Bayan Eloise Bridgerton
Mektubunu kurnaz bir şekilde soruyla bitirmişti. Şimdi zavallı adam tekrar cevap vermek zorunda kalacaktı.
Yanılmamıştı da. Eloise’in istediği cevabı alması sadece on gün sürmüştü.
Sevgili Bayan Bridgerton,
Aynen öyle. Ben Cambridge’de eğitim görmüş bir botanikçiyim ama şu an herhangi bir üniversite ya da bilimsel kurumla ilişkim yok. Burada, Romney Malikânesi’ndeki kendi seramda deneyler yapmaktayım. Siz de bilimle alâkadar mısınız?
Saygılarımla,
Sör Phillip Crane
Bu yazışmanın heyecan verici bir yanı vardı. Eloise kendisiyle bir bağı olmayan birinin yazışmaya hevesli olmasından dolayı heyecan duymuştu. Sebep ne olursa olsun, Eloise derhal cevapladı.
Sevgili Sör Phillip,
Hayır, maalesef ben bilim yolunda ilerlemiyorum. Aslında bakarsanız, hesap kitap işlerinden de pek anlamam. Ben daha çok beşerî bilimlerle ilgileniyorum. Dikkatinizi çekmiştir zaten, mektup yazmaktan çok hoşlanırım.
Dostça dileklerimle,
Eloise Bridgerton
Eloise mektubu bu kadar gayri resmi noktalayıp noktalamama konusunda kararsızdı ama hata yapıyorsa da bunu göze almaya karar vermişti. Sör Phillip’in de bu yazışmadan Eloise kadar hoşlandığı belli oluyordu. Yoksa neden mektubunu bir soruyla bitirmiş olabilirdi ki?
Cevabını iki hafta sonra alacaktı.
Çok sevgili Bayan Bridgerton,
Ah bu da bir çeşit arkadaşlık, değil mi? Ben buralarda yalnız olduğumu söyleyebilirim. Kaldı ki baktığımda karşımda gülümseyen bir yüz göremiyorsam, en azından böyle içten bir mektupla idare edebilirim, haksız mıyım?
Sizin için zarfa başka bir çiçek daha koydum. Bu seferki Geranium pratense ya da bilinen adıyla yaban sarmaşığı.
Sonsuz saygılarımla,
Phillip Crane
Eloise o günü çok iyi hatırlıyordu. Yatak odasındaki pencerenin kenarındaki sandalyesinde oturmuş, o dikkatlice düzleştirilmiş mor renkli çiçeğe gözlerini dikmiş, sanki sonsuzluk kadar bir zaman boyunca o çiçeğe bakmış gibi hissediyordu kendini. Yoksa Phillip ona mektup vası-tasıyla kur mu yapıyordu?
Ve bir gün, öncekilerden daha farklı bir mektup geldi.
Çok Sevgili Bayan Bridgerton,
Uzun süredir yazışıyoruz ve henüz resmi şekilde tanışmış değiliz. Kendimi sizi tanıyor gibi hissediyorum. Umarım siz de benim gibi hissediyorsunuzdur.
Münasebetsizlik ediyorsam beni bağışlayın fakat sizi Romney Malikânesi’ni ziyaret etmeniz için davet etmek istiyorum. Umarım, belli bir zaman sonra da birbirimize uyduğumuza karar veririz ve benim eşim olmayı kabul edersiniz.
Elbette siz buradayken size uygun şekilde refakat edilecek. Eğer davetimi kabul ediyorsanız, dul halamı derhal Romney Malikânesi’ne çağırmak için harekete geçeceğim.
Umarım teklifimi değerlendirirsiniz.
Daima size ait olan,
Phillip Crane
Eloise Phillip’in teklifini hiç düşünmeden mektubu derhal bir çekmeceye tıkıştırdı. Henüz tanımadığı biriyle evlenmeyi nasıl isteyebiliyordu?
Aslında bu o kadar da doğru sayılmazdı. Çünkü birbirlerini tanıyorlardı. Birçok evli çiftin birbirleriyle evlilik hayatları boyunca konuştuklarından çok daha fazlasını, bir yıllık yazışmalarında konuşmuşlardı.
Ama yine de henüz tanışmış değillerdi.
Eloise onca senedir reddettiği evlilik tekliflerini hatırladı. Ne kadar olmuştu? En az altı tane olmalıydı. Şimdi ise bazılarını neden reddettiğini bile hatırlayamıyordu. Hiçbir sebebi yoktu. Sadece hiçbiri… mükemmel değildi.
Bu kadarını beklemek abartılı mıydı?
Başını salladı. Düşündüklerinin küstah ve şımarıkça olduğunun farkındaydı. Ama mükemmel birini değil, sadece kendisi için mükemmel sayılacak birini istiyordu.
Çevrelerindeki kadınların onun hakkında düşündüklerinden haberdardı. Çok fazla şey istemesinin ahmaklıktan da beter olduğunu, evde kalacağını söylüyorlardı. Hayır, artık bunu da söylemiyorlardı çünkü çoktan evde kaldığını düşünüyorlardı ki bu doğruydu. Yirmi sekiz yaşına gelen ve arkasından bu tarz laflar edildiğini duymayan bir kişi olamazdı.
Ya da bunların doğrudan yüzüne söylendiğini.
Ama işin komik tarafı, Eloise bu durumu önemsemiyordu. Ya da en azından şimdiye kadar.
Evde kalacağını hiç düşünmemişti ve ayrıca hayatından da oldukça keyif alıyordu. Bir insanın sahip olabileceği en muhteşem aileye sahipti. Kızlı erkekli, tam sekiz kardeş. Hem de her birine alfabetik sırayla isim verilmiş şekilde. Bu Eloise’i E harfiyle orta sıraya yerleştiriyordu. Dört büyük üç küçük kardeş. Annesi pek tatlıydı. Hatta Eloise’e evlenmesi için dırdır etmekten de vazgeçmişti artık. Eloise’in sosyete içerisinde hâlâ saygın bir yeri vardı. Bridgertonlar herkesçe sevilen, saygı gören (bazen de korku duyulan) bir aileydi. Eloise de artık evde kalmış sayılacak yaşta olmasına rağmen, canlı ve kıpır kıpır kişiliği sayesinde herkes tarafından talep edilen biri olmuştu.
Ta ki son zamanlarda…
Eloise iç çekti ve sanki yirmi sekiz yaşından daha yaşlıymış gibi hissetti kendini. Son zamanlarda o kadar da mutlu olduğu söylenemezdi. O huysuz ihtiyar kadınlar kendime bir eş bulamayacağım konusunda haklı olabilirler, diye düşünmeye başlamıştı. Belki çok fazla seçiciydi ya da her biri eşleriyle (başlangıçta öyle olmasa da) son derece derin ve tutkulu bir aşk yaşayan ağabeylerini ve kız kardeşini örnek alma konusunda aşırı titiz davranıyordu.
Belki de karşılıklı saygı ve arkadaşlığa dayalı bir ilişki, hiç ilişki yaşamamaktan daha iyiydi.
Ama bu tip hisleri herkesle konuşmak pek o kadar da kolay sayılmazdı. Annesi yıllarca Eloise’i bir eş bulmaya özendirmeye çalışmıştı ama annesini ne kadar severse sevsin, tükürdüğünü yalayıp onu dinlemesi gerektiğini kabullenmek oldukça zor olurdu. Ağabeylerinin de pek yardımı dokunamazdı. En büyükleri olan Anthony, büyük ihtimalle Eloise için kendi kafasına göre uygun bir eş seçip zavallı adamı da bu fikrine itaat etmeye zorlardı. Benedict tam bir hayalperestti. Ayrıca artık Londra’ya gelmiyor, taşrada sessiz sakin bir hayat sürüyordu. Colin ise başlı başına ayrı bir hikâyeydi.
Daphne ile konuşsa iyi olabilirdi ama ne zaman onu ziyarete gitse, ablasını hep aşırı derecede mutlu ve kocasına derin bir aşkla bağlı bir anne olarak buluyordu. Bu haldeki bir insan, Eloise konumundaki birine nasıl doğru düzgün akıl verebilirdi ki? Ayrıca Eloise de ablasını saçma sapan dertleriyle sıkmak istemiyordu. Kız kardeşi Francesca ise yirmi üç yaşında dul kalmıştı. Eloise’in endişeleri Francesca’nın çektiklerinin yanında son derece önemsiz kalıyordu.
Belki de tüm bunların sebebi, Sör Phillip ile yazışmalarının eğlenceli ama sıradan bir olaya dönüşmesiydi. Bridgertonlar geniş ve ağızlarında pek bakla ıslanmayan bir aileydi. Bir şeyi sır olarak saklamak neredeyse imkânsızdı, hele ki kız kardeşlerinden. Özellikle en küçükleri Hya-cinth, Napolyon’a karşı olan savaşta casusluk yapsaydı, galibiyet kaçınılmaz olurdu.
Fakat bir şekilde Sör Phillip’ten Eloise’in dışında kimsenin haberi yoktu. Bu kimseyle paylaşmadığı tek şeydi.
Mektuplarını deste haline getirip mor bir kurdeleyle bağlamış, masasının orta gözündeki çekmecenin en dibine, mektup yazarken kullandığı kâğıt ve zarfların altına saklamıştı.
Phillip onun sırrıydı. Sadece onun.
Onunla hiç tanışmadığından adamı zihninde canlandırabiliyordu. Ana hatlarını kendisine yazdığı mektuplarla oluşturuyor, diğer ayrıntıları da kendi uygun gördüğü şekilde kafasında tamamlıyordu. Eğer gerçekten mükemmel erkek varsa, bu kesinlikle Eloise’in hayalinde yarattığı Phillip Crane olmalıydı.
Ve şimdi de görüşmek istiyordu, öyle mi? Görüşmek? Deli miydi bu adam? Böylesine kusursuzca devam eden bu karşılıklı kur yapma sürecini mahvetmek mi istiyordu?
Bütün bunlar olurken bir gün imkânsız olan gerçekleşti. Eloise’in yaklaşık on iki senedir en yakın arkadaşı olan Penelope Featherington evlendi. Hem de Eloise’in kardeşi Colin ile! Gökteki ay arka bahçelerine düşse herhalde Eloise bu kadar şaşırmazdı.
Penelope adına mutlu olmuştu. Colin için de seviniyordu. Şu dünyada en sevdiği iki insandı onlar ve onların mutluluğa ermesinden büyük sevinç duyuyordu. Bunu en çok hak eden iki kişi onlardı.
Ne var ki bu durum Eloise’in hayatında büyük bir boşluk yaratmıştı.
Evde kalmış bir kadın olmayı benimsediği ve bu tarz yaşantının gerçekten istediği şey olduğuna kendini inandırdığı zamanlarda, Penelope evde kalmış bir diğer kadın olarak her zaman yanında olmuştu. Eloise için yirmi sekiz yaşında olup da hâlâ evlenmemiş olmak, Penelope de aynı yaşta ve kendisi gibi bekârken kabul edilebilir, hatta cesaret verici bir durumdu. Penelope’nin bir eş bulmasını istemiyor değildi ama bunun olabileceğine hiç ihtimal vermemişti. Kibar, akıllı ve espritüeldi fakat aradığı doğru erkeği bulamamıştı. Penelope cemiyette geçirdiği onca sene içerisinde (toplam on bir sene) tek bir evlenme teklifi bile almamıştı. Hatta onunla ilgilenildiğine dair en ufak bir işaret bile olmamıştı.
Bir bakıma Eloise, onun sadece kendisinin arkadaşı ve kız kurusu yoldaşı olarak kalacağına güvenmişti.
Ve işin en kötü yanı, Eloise aralarından ilk kendisinin evleneceğini hayal eder tabii mucizelere bağlıydı bu ve Penelope’nin ne hissedeceğini hiç aklına getirmezdi.
Artık Penelope’nin Colin’i vardı. Eloise evliliğin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu görebiliyordu fakat kendisi yalnızdı. Londra’nın orta yerinde, kalabalık ve sevgi dolu ailesinin içinde yapayalnızdı.
Ve bundan daha yalnız olmayı hayal bile edemiyordu.
Birden Sör Phillip’in cesur teklifi (orta gözdeki çekmecenin dibinde yeni alınmış bir kasanın içindeki destelerin en altına saklamıştı, bu sayede günde en az altı defa açıp okumaya yeltenmesi mümkün olmayacaktı) daha ilgi çekici görünmeye başlamıştı.
Günler geçip Eloise içinde bulunduğu durumu kabullenmeye başladıkça daha da rahatsız oluyor, bu da teklifi daha da cazip hale getiriyordu.
Günlerden bir gün Penelope’yi ziyarete gidip, Bay ve Bayan Bridgerton’ın o anda müsait olmadıklarını (öyle açıkça ifade edilmişti ki Eloise bile bunun ne anlama geldiğini biliyordu) öğrendiğinde bir karar verdi. Artık, ardı ardına davetlere katılıp da mükemmel erkeğin bir anda önünde belirivermesini beklemektense, hayatını kendi ellerine almalı ve kendi kaderine yön vermeliydi. Zaten artık Londra’da tanışmadığı yeni biri kalmamıştı. Cemiyette geçirdiği on senenin ardından, kendisine uygun yaş ve cinsiyete sahip herkesi tanıyordu.
Kendisine Sör Phillip ile evlenmek zorunda olmadığını hatırlamayı tembihledi. Sadece uygun görünen bir fırsatı araştıracaktı. Eğer birbirlerine uymuyorlarsa zaten evlenmemeliydiler. Hem ona bir söz de vermemişti zaten.
Fakat Eloise’in tek kötü huyu, bir karar verdiği zaman çok aceleci davranmasıydı. Aslında bu etkileyici bir dürüstlük göstergesiydi (en azından kendi böyle düşünüyordu). Hızlı davranmayı seviyordu ve çok kolay vazgeçmeyen, azimli bir yapısı vardı. Peneleope bir keresinde onu ağzında kemik olan bir köpeğe benzetmişti. Ve şaka da yapmıyordu.
Eloise bir fikre saplandığında, Bridgerton Ailesi’nin gücü bile onu fikrinden caydırmaya yetmezdi (ki Bridgertonlar’ın esaslı bir güç olduğu aşikârdı). Büyük ihtimalle hedeflerinin şimdiye kadar ailesinin menfaatleriyle, en azından önemli bir konuda hiç çakışmamış olması sadece şans eseriydi.
Eloise, daha önce tanışmadığı bir adamla hiç düşünmeden buluşmaya gitmesini ailesinin tasvip etmeyeceğini biliyordu. Anthony, Sör Phillip’in Londra’ya gelip bütün aileyle topluca tanışmasını talep ederdi ve Eloise, bu kadar umut vaat eden bir talibi korkutup kaçırmak için daha uygun bir yol hayal edemiyordu. Ona daha önce talip olan erkekler en azından Londra’ya aşinalardı ve neye bulaştıklarının farkındaydılar. Mektuplarında belirttiği üzere, Londra’ya okul yıllarından beri adımını atmamış, hiçbir sosyal etkinliğe katılmamış Sör Phillip için ise bu bir tuzak olurdu.
Tek çare Eloise’nin Gloucestershire’a gitmesiydi. Birkaç gün üzerinde ayrıntılı biçimde düşündükten sonra, bunu gizlilik içinde yapması gerektiğini anladı. Ailesi planlarından haberdar olursa gitmesine engel olurdu. Gerçi Eloise dişli bir rakipti ve ailesiyle bir çatışmaya girerse sonunda kazanan o olurdu. Fakat bu uzun ve sancılı bir savaş demekti. Konu hakkında esaslı bir mücadeleden sonra gitmesine izin verecek olsalar bile, en azından aralarından iki kişinin daha Eloise’e eşlik etmesi için ısrar ederlerdi.
Eloise ürperdi. O iki kişi çok kuvvetli bir ihtimalle annesi ve Hyacinth olurdu.
Hiç kimse o ikisi etraftayken âşık olamazdı. Hatta Eloise’in bu gezisinde gerçekleşmesini umduğu türden ufak ama istikrarlı bir yakınlaşma bile yaşayamazdı.
Kaçışını kardeşi Daphne’nin balosunda gerçekleştirmeye karar verdi. Yığınla davetlinin katılacağı büyük bir organizasyon olacaktı. Yeterli miktarda gürültü ve karmaşa Eloise’in hiç fark edilmeden altı saat ya da hatta daha fazla süreyle ortadan kaybolmasını sağlayabilirdi. Annesi her zaman, eğer ailelerinin bir ferdi davet veriyorsa, dakik olmaları ve hatta biraz erkenci davranmaları konusunda ısrar ederdi. Bu yüzden Daphne’ye saat sekizden önce varmış olurlardı. Eğer erkenden sıvışabilirse ve balo da sabahın erken saatlerine kadar sürerse, gittiğini birileri fark edene kadar Gloucestershire yolunu yarılamış olurdu. Yarısı olmasa da en azından izini takip etmelerinin pek kolay olmayacağı bir mesafeyi kat etmiş olacaktı.
Sonuçta her şey inanılmaz kolay oldu. Tüm ailesinin dikkati, Colin’in yapmayı planladığı bir duyuru yüzünden dağıldı, onun da tek yapması gereken tuvalete gitmek için müsaade istemek ve arka taraftan sıvışarak çantalarını arka bahçesine sakladığı eve kadar yürümek oldu. Oradan da sadece sokağın köşesine kadar yürüdü ve önceden ayarladığı at arabasına bindi.
Dış dünyaya açılmanın bu kadar kolay olacağını bilseydi, bunu yıllar önce yapmış olurdu.
Ve işte yoldaydı. Gloucestershire’a, daha önce hiç tanışmadığı bir adama, birkaç parça elbise ve yazılmış mektuplarla sürükleniyordu. Kaderine doğru gidiyordu.
Hiç tanışmadığı ama sevmeyi umduğu adam. Heyecan vericiydi. Hayır, dehşet vericiydi.
Daha önce yaptığı aptalca şeyler olsa da bunun şimdiye kadar yapmış olduğu en çılgınca şey olduğunu kabul ediyordu. Ya da mutlu olmak için tek şansı bu olabilirdi.
Eloise yüzünü buruşturdu. Boş hayallere kapılıyordu ve bu iyiye işaret değildi. Bu maceraya düz ve akılcı biçimde yaklaşmalıydı. Vazgeçmek için hâlâ zamanı vardı. Dahası bu adam hakkında gerçekten ne biliyordu ki? Bir yıllık yazışmaları boyunca birçok detay vermişti.
Otuz yaşındaydı. Eloise’den iki yaş büyüktü. Cambridge’de botanik okumuştu. Eloise’in dördüncü kuzeni Marina ile sekiz yıl süren bir evlilik yaşamıştı. Bu da yirmi bir yaşında evlendiği anlamına gelirdi. Kumraldı. Ağzındaki bütün dişleri hâlâ yerindeydi. Bir baronetti. 18. Yüzyılda Tetbury yakınlarındaki Gloucestershire’da inşa edilmiş taştan bir yapı olan Romney Malikânesi’nde yaşıyordu. Bilimsel makalelerden ve şiirden hoşlanıyordu fakat edebi ve felsefi eserlerle hiç ilgilenmiyordu. Yağmuru seviyordu. En sevdiği renk yeşildi. İngiltere’den dışarı adımını atmamıştı. Balık sevmiyordu.
Eloise gülmemek için kendini zor tuttu. Balık sevmiyordu demek. Onun hakkında bildiği bundan mı ibaretti yani?
“Evlenmek için hakikaten çok sağlam bir sebep,” diye mırıldandı, sesindeki endişeyi duymazdan geldi.
Peki ya o Eloise hakkında neler biliyordu? Onu hiç tanımadığı birisine evlenme teklif etmeye iten ne olabilirdi? Mektuplarında kendisi hakkında Phillip’e bahsettiği şeyleri anımsamaya çalıştı.
Yirmi sekiz yaşındaydı. Kumraldı (saçları tam olarak kestane rengiydi) ve tüm dişleri yerindeydi. Gözleri kül rengiydi. Kalabalık ve sevgi dolu bir aileden geliyordu. Ağabeyi vikonttu. Babası o daha küçük bir çocukken, anlaşılmaz bir şekilde arı sokmasından ölmüştü. Çok konuşmaya meyilliydi (mektuplarında bundan bahsetmek zorunda mıydı?). Şiirden ve edebi eserlerden hoşlanırdı ama bilimsel ve felsefi çalışmalara ilgi duymuyordu. Sadece İskoçya’yı görmüştü. En sevdiği renk mordu. Koyun etini sevmiyor, domuz sosisinden aşırı derecede tiksinti duyuyordu.
Aniden bir kahkaha daha atacak gibi oldu. Kendisinin bu iş için cidden sağlam bir aday olduğunu düşündü. Pencereden dışarı baktı. Sanki o an Londra – Tetbury yolu üzerinde tam olarak hangi noktada olduğunu anlaması mümkünmüş gibi.
Yeşil tepeler diğer yeşil tepelere, onlar da başka yeşil tepelere benziyorlardı. Şu an Galler’de olsa aradaki farkı anlayamazdı.
Kaşlarını çatarak kucağındaki Sör Phillip’in mektubuna baktı ve mektubu bir kez daha katladı. Valizine, kurdeleyle bağlanmış destenin içine iteledi ve parmaklarını asabi bir şekilde bacaklarına vurdu.
Gergin olmakta haklıydı. Evini, alışık olduğu ortamı terk etmişti ne de olsa. Ve kimsenin haberi olmaksızın İngiltere’nin diğer ucuna gidiyordu. Kimsenin. Sör Phillip’in bile.
Londra’yı çok ani terk ettiği için ona geldiğini bildirememişti. Unuttuğundan değil ama iş işten geçene kadar bunu yapmayı sürekli ertelemişti. Eğer ona söylemiş olsaydı, plana sadık kalmak zorunda kalacaktı. Diğer şekilde ise istediği zaman vazgeçme şansı vardı. Kendini, birden fazla seçeneğe sahip olmanın iyi bir şey olduğuna inandırmıştı fakat aslında oldukça endişeliydi ve cesaretini yitirmekten korkuyordu.
Ayrıca görüşmeyi isteyen Phillip’ti. Eloise’i gördüğüne sevinmeliydi. Değil mi?