Roman (Yerli)

Adı Aylin

adiaylin_turkkitap.de

Aylin Radomisli Cates, 19 Ocak 1995 Perşembe günü, evinin bahçesinde, o sabah evini temizlemeye gelen hizmetçisi tarafından, kendi arabasının altında ölü bulundu. Üstünde ve etrafta nasıl öldüğüne dair hiçbir iz yoktu. Bir hırsızın saldırısına uğramış değildi. Bir katille boğuşmamıştı. Elbisesi yırtılmamış, tırnakları kırılmamıştı. Çorapları bile kaçmamıştı. Kaptıkaçtı tipi arabası, parke taşı döşeli dümdüz avluda, aklın alamayacağı bir nedenle kayarak, dört parmak yüksekliğindeki seti atlamış, meyil aşağı inmiş, ön tekerlekleri yolda, arka tekerlekleri duvara takılı durmuştu. Aylin, arabanın altına çaprazlamasına girmiş, sırtüstü yatıyordu. Üstünde abiye bir gri döpiyes, yakasında yarım ay biçiminde bir elmas broş, parmağında tek taş yüzük vardı. Otopsi raporuna göre, iki gün önce, Salı gecesi ölmüştü. Türkiye’nin tartışmasız en ünlü kitaplarından biri Adı: Aylin, prenseslikten Amerikan ordusuna uzanan baş döndürücü bir hayatın romanı

ÖNSÖZ
“Rüzgâr
yüz kere birden atlayıp
bir anda bütün ipleri biçakla kesilmiş gibi düştü”

Aylin Radomisli Cates, 19 Oızak 1995 Perşembe günü, evinin bahçesinde, o sabah evini temizlemeye gelen hizmetçisi tarafından, kendi arabasının altında ölü bulundu. Üstünde ve etrafta nasıl öldüğüne dair hiçbir iz yoktu. Bir hırsızın saldırısına uğramış değildi. Bir katille boğuşmamıstı. elbisesi yırtılmamış, tırnaklan kırılmamış, saçı bası dağılmamıştı. Çoraptan bile kaçmamıştı. Kaptıkaçtı tipi arabası, parke taşı döşeli dümdüz avluda, aklın almayacağı bir nedenle kayarak, dört parmak yüksekliğindeki seti atlamış, meyil aşağı inmiş, ön tekerlekleri yolda, arka tekerlekleri duvara takılı durmuştu. Aylin, arabanın altına çaprazlamasına girmiş, sırtüstü yatıyordu. Üstünde abiye bir gri döpiyes, yakasında yarım ay biçiminde bir elmas broş…

MERHABA ÖLÜM
(24 Ocak 1995, Sah: 10:30, New york)
Upuzun binaları koyu menekşe rengi ufuğa yaslanmış kente, yağmur bardaktan bosanırcasına yağmış, nefes kesen bir ayaza bırakmıştı yerini. Madison Avenuc’nün 81. Cadde’yle kesiştiği yerde, 1076 numaralı Cambell Funcral Hoırıc’un pencereleri, İnce bir buz tabakasıyla tüllenmİşti. Dışardaki havanın dondurucu ayazına karsın, tören salonunun İçinde görünmez bir yangının sıcağı vardı. Yükseltilmiş sahnede kapağı açık, maun bir tabut duruyordu. Uzun bir sıra oluşturan insanlar, tabutta yatan albay üniformalı Amerikan subayını selamlayıp, içlerinden dua ya da veda ederek, tabutun başından ayrılınca, yanan yürekleriyle gelip salondaki koltuklarda yerlerini alıyorlardı. Herkes, etrafa hâkim olan ordu düzeninin saygınlığını kutsar gibi sessizce ağlıyordu. Duygularını frenlemekte genellikle zorlanan Türkler bile, genci yaşlısı, bu ağırbaşlı törenin haşmetini bozmamaya Özen gösteriyorlardı. Gözyaşları yüreklerinden taşıp, boğazlarını yakarak gözlerine kavuşuyor, sonra bir sel gibi, yine yüreklerine geri akıyordu sessizce. Hepsi de dimdik, hiç kıpırdamadan, konuşmadan, hıçkırmadan, acılarına odaklanmış omuz omuza oturuyorlardı.
Katafalkın üstünde, dört bir yanı rengârenk çiçeklerle donanmış tabutta yatan kişi, bir askerden çok, oraya bir film çekimi için öylece uzanıvermiş bir Hollyvvood yıldızını andırıyordu. Bu albay üniformalı Amerikan subayı, bir Türk kadınıydı. Son derece itinayla taranmış açık kumral saçlarında kızıl röfleleri vardı. Yüzünün biçimi, burnu, dudakları kusursuz güzellikteydi. Dudaklarının hemen kenarında muzip bir kıvrıltı… “Yine hiç beklemediğiniz bir şey yaptım işte,” der gibiydi. İnce uzun parmaklan göğsünün hemen altında birbirine kenetlenmiş, tören üniformasının içinde, bir gül dalı gibi ince, zarit ve kırılgan, teninin pembe buğusunda ölümden hiçbir iz taşımadan uzanıyordu serin satenin üzerinde. Ölüm, rengârenk çiçeklerle bezenmiş tabutta yatan kadına o denli aykırı düşüyor, o denli yakışmıyordu ki, onun huzurlu, muzip ve güzel yüzüne o kadar uzak ve yabancıydı ki, sanki bu bir cenaze töreni değildi de, bir düğündü. Sanki birazdan bir atlı gelecek, dudaklarına bir öpücük konduracak ve o her zaman biraz buğulu bakan gözlerini aralayıp gülü mseyiverecekti kurtarıcısına. Ve inanılmaz yaşam öyküsüne yeni baştan başlayacaktı. Tıpkı bir masal prensesi gibi.
Ve bir rüzgâr esecekti.
“Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” ülkeden kopup, yaşlı Ona Avrupa’da dönüp dolaştıktan sonra Atlantik kıyılarına vurmuş bir deli rüzgâr. Tek bir ülkeye, tekk bir ilkeye sığamayacak kadar güçlü, tek bir eşle, tek bir meslekle ömür tüketemeyecek kadar hızlı esen bir bora. Bir meltem aynı zamanda. Yumuşak, sevecen, sarıp sarmalayan, dinleyen, dinlendiren, şifa veren kocaman yürekli bir Lokman Hekim.
Bir pırıltı. Ele avuca sığmaz, dur durak tanımaz bir cıva. Yorulmak bilmeyen bir yolcu.
Aylin!
Aylin Devrimci; Amerikan subayı üniformasının içinde, Osmanlı geleneğine sahip köklü bir aileden gelen bir Türk kızı.
Salonun büyük bîr bölümünü dolduran insanlar Türktü. Onun yaşama birlikle başladığı, okul sıralarını paylaştığı, asla vazgeçemediği çocukluk arkadaşları, akrabaları, New York’ta görevli Türk diplomatları ve kendi hangi uyrukta olursa olsun, hiçbir zaman kopamadığı Türkler onu uğurlamaya gelmişlerdi.
Aylin Devrimci Radomisli, New York’un en ünlü on ruh doktorundan biri. Onun sayesinde, ruh sağlıklarına, ailelerine ve yaşama geri dönmüş onlarca insan, yani onun yarattığı mucizeler, kurtarıcılarına son teşekkürlerini sunmaya gelmişlerdi.
Aylin Devrimci Radomisli Cates; Amerikan ordusunun, Başarı Nisanı’m kazanmış, İki yıl içinde albaylığa yükselmiş, yeri doldurulmaz subayı. Ordunun değişik rütbelerdeki subayları bu olağanüstü meslektaşlarına son vazifelerini yapmaya gelmişlerdi.
Çocukları… Hiçbirini kendi doğurmadığı halde onu öz ailelerinden de yakın bulan, onun büyüttüğü, yetiştirdiği, etkilediği, derücrini paylaştığı sevgili Tayibe’si ve Misel’in oğulları Tim ile Cîreg, onu son kez kucaklamaya, bağırlarına basmaya, öpmeye gelmişlerdi.
Kocaları, eski ve yeni sevgilileri, platonik aşkları, hayranları, dostları, meslektaşları, hastalan… Bir daha yaşamlarında böylesine coşkulu, renkli, çok sesli bir müziği asla duyamayacaklarının bilincinde, onu tanımış olmanın keyfi ve onu ansızın kaybetmenin acısıyla şaşkın insanlar…
Bu resimler son yolculuğuna uğurlanmakta olan Aylin’in fotoğraflarından sadece birkaçıydı.
Başkaları davardı.
Çok çok yıllar Önce yirmi yaş başındayken, bir Arap prensinin altın kafesine kendi kararıyla kapanıp kısa zamanda o kafesten uçuveren bir deli fişekli.
Partal blucini ayağında özgürlük sarkışı söyleyen çiçek çocuklarının peşinde dolanıp “Savaşma seviş” diye bağırırken, üniversitede doktora yapan bir fizikçiye takılan ve dünyasını değiştiren bir hippi kızdı.
Yirmi altı yaşında fakültelerin en uzununu ve zorunu seçerek op okumaya başlayan kararlı, hırslı bir öğrenciydi.
İnanılmaz rüyaların gerçekleştiği, rekabetin acımasızca uygulandığı, dünyanın o vahşi ve muhteşem merkezinde, New York’ta başarılı bir doktordu.
Babası yaşındaki Afgan şaire çılgınca âşık bir genç kadındı.
Türkiye’den New York’a göç etmiş psikolog Misel Radomisli’nin sevgili karısıydı.
Kentlere, kıtalara yaşantılara sığamayan Aylin… Büyük başarılar, büyük yalnızlıklar, büyük aşklar ve büyük acılar…
Boşanma… arayışlar… yeni aşklar…
Ve Joseph Catcs…
Ve ordu…
Son durak, son koca, son ıstırap… Son!
Selamlama faslı sona erip, herkes salondaki yerini aldıktan sonra, Aylin’in güzel yüzünün üstüne tabutun maun kapağım kapattılar.
Salonun sağ köşesindeki piyanoda bir genç kadın Verdi’nin Requicm’ini çalıyordu.
Konuşmacılar sırayla çıktılar sahnedeki kürsüye. Önce Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi İnal Batu, sonra Ahmet Ertegün konuştu.
Ahmet Ertegün gümüş saplı bastonuna dayanarak yaptığı konuşmaya, Byron’dan bir alıntıyla başladı.

“She waiks in beauty, like the night Ofeloudless dimes and starry skies And ali that’s bat ofdttrk and bright Meet in her aspcct and her eyeı.”
” Yürüyor güzelliklerle o kadın, sanki gecesi bulunuz iklimlerin ve yıldız dolu göklerin Karanlıkta, aydınlıkta en iyi ne varsa hepsi kucaklaşmıştır ifinde o yüzün ve gözlerin.”

Byron, bir baloda görüp vurulduğu Lady Wilmot için yazmıştı bu şiiri. Hayatı boyunca tüm güzellikleri gözlerinde yansıtan Aylin, bu şiirin yeni sahibiydi artık.

Ertegün’ün arkasından da Talat Halman geldi kürsüye.
“İn thîs occatı there is no deatb
No despair, no sadness, no anxiety
Tlıis ottan is bouııdless love
TJiis is the ocean ofbeauty, ofgtnerosity”
“Ölüm diye bir şey yok bu ummanda Umutsuzluk da yok, hüzün de, kaygı da Bu umman sonsuz afk ve sevgi dolu iyiliğin, cömertliğin ummanı bu.”
Talat Halman, Mevlânâ’dan İngilizceye kendi çevirdiği bu satırları okudu önce. Sonra da güzellik, cömerttik ve sevgiyle yoğrulmuş bu kadının Mevlânâ’nm ölümsüzlük denizinde bir damla gibi hep var olacağını anlattı oturanlara.
Aylin’in herkesi etkileyen o tuhaf, kedi bakışlı, yeşilsan gözlerinden söz etti. Bir gözünde coşku ve neşe, ama öbüründe sanki bir gölge gibi ince bir keder, “una fûrtiva lacrima” yani kaçak bir gözyaşı.
Talat Halman, kaçak gözyaşından “una fiırtiva Jacrima”dan…….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Diriliş

Editor

Öç Hikayeleri

Editor

Kirpiklerimin Gölgesi

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası