Aşk, yerine göre yol olur yürünür, yerine göre iman olur uyulur. Bazen ateş olup yakar, bazen deniz olup boğar. Sultan olur ülke yönetir, şarap olur sarhoş eder. At olup koşar, kuş olup uçar. Hazine olur viran gönüllerde saklanır, kimya olur hakir topraklan altına dönüştürür. Sır olur saklanır, gonca olur açılır. Gül bahçesi olur kokusuyla âşıkları mest eder, güneş olur âşıklarının ümit meyvelerini olgunlaştırır.Aşk olunca gönüller birleşir, aşk olunca kıyamet koparcasma hareketlilik olur. Aşk olunca şimşekler çakar, rahmetler yağar. Âlemler kıyama kalkarsa aşktandır. Hastaların şifa bulması aşktandır. Aşk ile döner gökler, aşk ile durur kâinat. Aşk, Mecnun’dan Leyla’ya bir feryat, Mansur’dan dara bir sır, gözden kalbe bir yoldur.Velhasıl, klâsik edebiyatımızda aşk her şeydir, her şey de aşktır. Bütün bu sayılanlar divan edebiyatına bir aşk edebiyatı dememiz için kâfidir.
içindekiler
fethi ketum için
700 Yılının Şiiri
aşkın Hinden (askın yalın hâli)
Sözün Sultanları
İki Ayet. Birkaç Beyit
Yol Yol Olmuş Mısralar
Klasik Şiirin Dünyalıları
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Şiirde Türk Kimliği
Bezminde Kadeh Kırdığımız Sevgililer Yok
Edirne’de Bir ÂyineI iskender
aşkın dilinden (aşkın e hâli)
Sanat Hüsni Ta’lilden Ibarettir
Divani Hûsn’den Bir Beyit
Habibim Fasm Güldür Bu
Güle Hasret Gidenlere Selâm Olsun!
İslâm’da Sözün Resmi; Hüsni Han
Yarımı; Süveydadan…
TİM Mujgân, Kumarı Ebru
Gamze mi? Neuzübillah
El İste, Gönül Oynaşta
Şairlerin Şehirleri Klâsik Şiirin Esnaf Alayı Nabfnin Demokrasi Gazeli Hele Bir Düşmeye Gör, Hele Bir!..
aşkın hâlinden (aşkın I hâli)
Mum Masalları I
Mum Masalları II
Mum Masalları III
Mum Masalları IV
Mum Masalları V
Mum Masalları VI
aftun yolundan (aşkın de hâli) Divan Şiirinde Boğaziçi Osmanlı’dan Hayal Sahneleri Ah Rintlik!
aşkın elinden (aşkın den hâli)
Ah mine’1Aşk
hatmi kelâm için
Dahleden Dinimize Bari Müselman Olsa
Dizin
700 YILININ ŞİİRİ
*
Osmanlı devletinin hukuku, (elsefesi, dili. mimarisi, musikisi vs. nasıl kendi ulusal kültürünün ürünleri İse, şiiri de aynı medeniyet tecrübesinin birikiminden ilham alan ekinin taneleridir. Her ne kadar formlarını Şarkislâm kültürlerinden devşirmiş olsalar da bütün bu sanatların hepsi, bir zamanlar o ulusal kimlik ekseninde teşekkül ederek toplumun aynası olmuş, bu kimliğiyle en muhteşem eserleri ve estetik şahikası devinimleri gerçekleştirdikten sonra ulusal Hâlızamızın derinlikleri arasındaki yerlerine çekilip tarihe mal olmuşlardır. Buna üzülmek mi gerektiği konusunda zaman ileride hükmünü verecektir. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, burjuva medeniyeti olarak anılan Batı dünyası, aynı süreç İçerisinden günümüze akıp gelirken bütün geçmişini beraberinde taşımış, kültür mirasına dayanan sanatları ile modern kimliğini oluşturmuştur.
Osmanlı devletinin hukuku, (elsefesi, dili. mimarisi, musikisi vs. nasıl kendi ulusal kültürünün ürünleri İse, şiiri de aynı medeniyet tecrübesinin birikiminden ilham alan ekinin taneleridir. Her ne kadar formlarını Şarklslâm kültürlerinden devşirmiş olsalar da bütün bu sanatların hepsi, bir zamanlar o ulusal kimlik ekseninde teşekkül ederek toplumun aynası olmuş, bu kimliğiyle en muhteşem eserleri ve estetik şahikası devinimleri gerçekleştirdikten sonra ulusal Hâlızamızın derinlikleri arasındaki yerlerine çekilip tarihe mal olmuşlardır. Buna üzülmek mi gerektiği konusunda zaman ileride hükmünü verecektir. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, burjuva medeniyeti olarak anılan Batı dünyası, aynı süreç İçerisinden günümüze akıp gelirken bütün geçmişini beraberinde taşımış, kültür mirasına dayanan sanatları ile modern kimliğini oluşturmaktan yüksünmemiştir. Çünkü onlara göre, medeniyetler sistemleşirken bir Önceki medeniyetin eleştirisinden güç alırlar. Bizim problemimiz ise, toplumu bütün zevkleri ve acıları, bütün sosyal ve beşerî çağrışımlarıyla kucaklamış bir edebiyatın binlerce, on binlerce eserini yok saymaktan, kültürel aforizmalar ile gündem dışına itmekten kaynaklanıyor.
Osmanlı toplumunda söze değer verilir, sözün güzel olması, ulu orta harcanmaması gerektiği her fırsatta vurgulanırdı. “İnsanda dil bir, kulak ikidir” sözünü uyduranlar da, bundan “Bir söyle, iki dinle!” kuralını çıkaranlar da onlardır. Onlara göre söz, nötr kabul edilir; üst derecesine kelâm (vahiy, söylev); alt derecesine de laf (değersiz, boş lâkırdı) denilirdi. Şiir, sözün kelâm derecesinde güzelleştirilmesi, süslenmesi ve raCineleştirilmesi demekti. Bu yüzden şiir, sanatların en soylusu kabul edilmişti. Osmanlı şairine göre, sözü güzel leşti rmedikten sonra onu söylemenin ne anlamı olabilirdi ki? Bu yüzden toplum, nesir (düzyazı) yerine şiiri yeğledi; tıp kitabından ansiklopedilere, sözlükten mistik eserlere varana kadar her alanda şiiri kullandı. O kadar ki, nesir yazdığı zaman bile sözü süsleyerek kaydetmekten kendini alamadı.
Osmanlı’nın şiirde sanatlı bir dil kullanmasının temelinde, sanırız, söze verdiği bu değer ile ona neredeyse kutsallaştıracak derecede itibar etmesi yatmaktaydı. Nitekim sözü süsleme merakı, Orta Çağ Şark coğrafyasında yaşayan bütün şairlerde vardır.
Osmanlı şiirini ve dolayısıyla Osmanlı şairlerini kategorize ederek onları divan şairi, halk şairi, tekke şairi, saz şairi gibi isimlerle anmak, Cumhuriyet aydınlarının icadıdır. Halbuki onlar kendilerine yalnızca “şair” derlerdi ve asla ayrımcılık yapmazlardı. Hepsinin muhatapları ayrı idi çünkü. Kimisi tekkelerde sanat gösteriyor, kimisi şehir ve kasaba hayatının okumuş yazmış muhitlerinde kendisine yer ediniyor, kimisi de köylerde, kırlarda dinleyici buluyordu. Bunların zaman zaman birbirlerinin misyonunu yüklendikleri de olmuyor değildi. Yani bir divan şairini tekkede zikrederken (meselâ Şeyh Calip): yahut bir halk şairini gazel yahut aruz ölçüsüyle şiir yazarken (meselâ Âşık Ömer); yahut da mistik bir şairi elinde bağlama ile çığırırken (meselâ Pir Sultan Abdal) görmek mümkün olu-
Bu şairler genelde iki kısma ayrılıyorlardı: Yüksek bir kültür ile şiir yazanlar (çoğunlukla medrese eğitimi almış, ilmiye mensupları ile şehirlerdeki rafine kültürün içinde bulunanlar) ve sırf şairane bir ruh taşıdıkları için dizeler dizenler (Allah’ın şairane bir ruh vererek yarattığı ayrıcalıklı insanlar). Birinci kategoride yer alanlar şiiri ve şiirle ilgili bilim dallarım (belagat, ilm-i aruz, karz-ı şi’r, Farsça, Fars şiiri vb.) eğitim ile öğrenenlerdi. Sırl eğitim gücüyle şiir söyledikleri veya yazdıkları için, büyük ustaları taklit ve tekrardan öteye gidemediler ve orijinal dizelerden uzak yaşadılar. Eskinin şairler sözlüğü diyebileceğimiz tezkirelerde yüzlercesinin isimleri kayıtlı olmasına rağmen bugün kahir ekseriyetinin isimlerini unutmuş olmamız bu yüzdendir.
İkinci kategoride yer alanlar eğitimden uzak. yalnızca duyuş ve hissedişleriyle şiir söylediler (yazmadılar) ve şairane-likleri ölçüsünde isimlerini çağlardan taşırdılar. Yazılı kültürden uzak oldukları için hem şiirleri hem de isimleri zamanın süzgecinden elenip döküldüler. Bugün pek çoğunun adını dahi bilmemekliğimiz işte bu yüzdendir.
Osmanlı’nın itibar gören şairleri, bu iki kategorinin birleşiminden süzülen elit şairler idiler. Yani hem şairane bir ruh ile yaratılmış olup hem de şiir kültürü edinenler… Onlar Fuzûlî oldular, Bakî oldular, Neti, Nedîm veya Gaiib oldular ve gök kubbede bir medeniyetin en görkemli sesini çınlattılar.
Bizce her İki şiir de birer gül idi. Birisi bahçıvan elinde, her gün emek verilerek, dibi çapalamp suyu verilerek, dikenleri budanıp tımar edilerek has bahçede yetiştiriliyordu ve gerektiği zaman vazolara taşınıyordu. Diğeri ise kırların berrak coğrafyasında suyunu yağmurdan, gıdasını rüzgârdan devşirerek, dikeniyle, budağıyla kendi başına yetişiyor ama hiçbir vakit vazoya girme şansı olmuyordu. İkisi de güzel kokuyordu, ikisi de renk renk idi ama insanlar bahçıvanınkine itibar ediyorlardı. Çünkü o, yüksek medeniyeti temsil ediyordu; diğeri ise bozkırı. Biri şehirliliğimizin (medeniyet), diğeri köylülüğümüzün dışa vurumu idi. Ve her köylünün sonunda şehirli olmak istemesi yahut şehre özenmesi kaçınılmaz idi. Bu yüzden olsa gerek, halk şairlerinden hangisi bir parça eğitim görmüş ve mürekkep yalamış ise, aruz ölçüsüyle ve divan şairleri gibi şiir yazmaya yeltendiler. Cönkler arasındaki semaîler, selisler, kalenderîler. satranç yahut vezn-i aharlar bunun sonucunda türetilmiş nazım şekilleridir. Bu da bize, Osmanlı’nın gül-i râ-nâ’yı nesterenden daha kıymetli tuttuğunu göstermeye kâfidir ki, çeyrek asırlık Osmanlı şiir tecrübemin sonunda ben de hakikatin böyle olduğunu itiraf etmeliyim.
Garip olan şu ki, bizim nesil Osmanlının kendisi gibi yüksek kültürünü ve o kültürü taşıyan şiiri de reddetti. Onu halktan uzakmış gibi göstermeye, fildişi kulelerde ahbap-çavuş pazarlıklarının metaı gibi tanıtmaya çaba harcadı. Tek haklı iddiamız, dilinin artık anlaşılmaz olmasıydı ama yazık ki bu da onlardan (şairlerden) değil, bizden (okuyamayanlardan) kaynaklanıyordu.
Klâsik eserler, bugün dünyanın her yerinde birtakım problemlerle karşılaşmaktadır. Söz gelimi Shakespeare’in Hamlet’i bir İngiliz klâsiğidir ve orijinal dilini anlamak her İngiliz’in harcı değildir. Goethe ve Faust için de durum aynıdır. Hangi Hintli yahut İranlı, Beydaba’nın Kelile ve Dimne’smi, “Artık biz Sanskritçe bilmiyoruz” diye dışlamaya kalkar? Bütün bunlar klâsik eserlerin ve klâsik sanatların ortak kaderi iken Fuzûlî” yi, Bakî”yi, NefTyi, Nedim’i. Gallb’i biz neden dışlayalım ve onlara arkeolojik kalıntılar muamelesi yapalım? Hele hele dilden dolayı onları suçlayarak? Aydın olma bilincine ermiş bir insanın oturup 300-500 kelimelik -ki gerçekten de Fuzüiryi. Ne-dîm’i, Bakfyi anlayabilmek için üniversite öğrenimine beş yüz kelimelik bir repertuvarın ilâve edilmesi yeterli olacaktır- bir kültür birikimini edinmesi gerekirken, hemen bu edebiyatın anlaşılmaz olduğunu öne sürerek bir kenara itivermesi ya tembellikten ya da cahillikten olsa gerektir. Üstelik bir yabancı dili öğrenmek için onca parasal ve ruhsal çaba sari eden insanımız, atalarımızın dilinde yer edinmiş, bilemediniz beş yüz kelimeyi öğrenmeye ya niçin eriniyor? Şiir eskiyi hatırlatıyor diye mi? Oysa her şiir az çok geçmişle ilgilidir ve hatta bazıları insanlardan daha ziyade geçmişle ilgilidir. Bugünün Batılı şairleri Yunan ve Hıristiyan mitoslarından faydalanmak için azamî gayret sari ederken, bizlerin eski şiirimizdeki tarihî ve mitolojik birikimden salgın hastalık gibi kaç maki iğim iz anlaşılır şey değildir. Batılı ülkelerde böyle bir dil yahut eski medeniyet endişesi taşıyarak klâsiklerine sırtım çeviren aydın, herhalde çıldırmış sayılır.
Osmanlının yukarıda bahsettiğimiz şehirli şairi, öyle sanıldığı gibi burnu havalarda bir aristokrat olmadığı gibi, ona buna şiir yazarak geçimini temin eden bir asalak da değildi. Onlar kendilerine alçakgönüllülük dairesinde yalnızca “şair”, yazdıkları şiirleri içeren deUerlerine de “divan” diyorlardı, o kadar. Onlar her sınıftan (padişah, bürokrat, alim, din adamı, esnal, asker, işsiz, halk adamı vs. toplumun her kesiminden,seyyar satıcıdan bir kaşık ustasına, okuma yazması olmayan adamdan kadın şairlere kadar geniş bir yelpazede divan şairleri var idi) olabilmekle beraber şiirin genel kurallarına uymak için belli bir kültür seviyesini aşmak zorundaydılar. Şiirin alt yapısını oluşturmak için birtakım gönül ve zihin tecrübelerini edinmeleri gerekiyordu. Yani içinde bulundukları sanat oyununun kurallarını baştan sona öğrenerek entellektüel bir bakış açısı geliştirmek zorundaydılar. Ne yazık ki bu halk çocukları, asırlar sonra, sırf okuryazar oldular, dünyayı öğrenecek bir kültür edindiler diye torunları tarafından “halktan kopmuş” olarak damgalanıyorlar!..
Nerede olursa olsun, bir sözün ebedî olabilmesi için Öncelikle edebî olması gerekir. Edebîlik açısından tarihimizin bütün zamanları içerisinde en müstesna dizeleri Osmanlı şairlerinin dillendirdiğini sanırız zamanımızın en seçkin söz ustaları da kabul ederler. Dili ve dünyası değişmiş olsa da bir Bakîyi, bir Nedim’i inkâr etmek mümkün müdür? Günümüzün seçkin şairleri, bir Fuzûlî beyti okuduklarında, sanırız gizli bir kıskançlık duyuyorlardır. Tıpkı Karacaoğlan’ı yahut Gevhe-r?yi. Yunus Emre yahut Pir Sultan’ı okudukları, dinledikleri, andıkları zaman hissettikleri gıpta gibi.
Derler ki, “Gök kubbenin altında söylenmedik hiçbir söz kalmamıştır.” Ancak bütün sözler yeniden yorumlanmaya muhtaçtır. Bu yorumları lâf ile değil, kelâm ile söylemek için yeni söz ustalarına muhtacız ve onlar klâsik şiirin küllerini savurup hâla sıcaklığını koruyan korları avuçlarına aldıkları zaman acı değil, maziye ait buruk bir hüznü duyan yiğitler olarak isimlerini tarih kütüğüne kazıyacaklardır.
Geliniz, “Osmanlı Şiiri” deyince bir tekerleme gibi yalnızca “fâilâtün, fâilâtün…” demekten vazgeçip bu şiiri tanımaya niyetlenelim. Kulaktan dolma karalamalar ve yüzeysel söylemler ile onu bir kenara itmeden evvel, gerçekten bu şiir neyi anlatıyor, kimi anlatıyor, bir bakalım. Eğer sevmezsek, yine sevmeyelim ama önce onunla tanışalım.
Korkmayınız; tanıştığınız zaman bu dizelerle tarihin satır aralarına girecek, belki de büyük büyük dedelerinizden birine….