Edebiyatımızın öncü kadın yazarlarından Halide Edib Adıvar, üretken kalemiyle yaşadığı çağın gerçekçi bir portresini çizmişti.
Halide Edib Adıvar’ın 1958 yılında yayımladığı Âkile Hanım Sokağı, 1950’lerin İstanbul yaşamının canlı, eğlenceli bir panoramasını çiziyor. Nermin ve Tarık, daha birkaç yıl önce evlenmiş, Ankara’da sakin bir evlilik sürmektedirler. Tarık bir yurtdışı görevi nedeniyle Roma’ya gidince Nermin de İstanbul’a, eniştesinin Beyazıd Âkile Hanım Sokağı’ndaki konağına gidip onu orada beklemeyi uygun bulur. Âkile Hanım’ın konağıyla komşu olan bu ev, içinde birbirinden ilginç sayısız hikâye barındırmaktadır. Çağdaş Türkiye’nin değişen yüzü; modern yaşamın getirdiği yeni ilişkiler, dünyada fırtınalar estiren ve Türkiye’ye yeni yeni giren Rock’n Roll, striptiz, kadınların özgürleşmesi, kuşak farkları, giyim kuşam; modernizmin iyi yanlarına övgü, kötü yanlarına eleştiri. Halide Edib’in bu keyifli romanı her yaştan okurun ilgisini bekliyor.
1 SOKAĞI TAKDİM
Lâleli civarında, oldukça kısa fakat genişçe, orta yeri gayet dikkatle yapılmış, beton bir sokak. Bu, ana caddeye muvazi’ olan sokakların galiba üçüncüsüdür. Bir tarafta Aksaray’a giden dik ve arızalı bir iniş vardır. Öbür tarafı Beyazıd’a çıkar. Birkaçı sokaktan geçen, yer yer ana caddeden inen sarp yokuşlar görürsünüz.
Yanın yumru arka sokaklar arasında bu sokağın beton olması, dümdüz ve muntazam görünüşü herkesin dik katini oraya çeker ve merak uyandırır. O civarlılar bunu şöyle bir düzme veyahut doğru bir rivayetle izah ederler: Güya, orada oturanlardan biri mevki sahibi olan bir şahsın yakın dostu imiş. Her halde bu düzlük o civar çocuklarını buraya çeker.
Burası bütün manasıyla demokrat bir memleket çocuklarının oyun meydanı manzarasını gösterir. Konaklardan, apartmanlardan olduğu kadar izbelerden, gecekondulardan da çocuklar orada birleşirler. Orta yerde ve yaya kaldırımında, her kılık ve kıyafette çocukların top. koşmaca, güreş taklidi sporlarını, hulâsa her nevi oyunların numunelerini görürsünüz. Ayakları çıplak, pantolon ve gömlekleri parça parça, yüz göz toz içinde, sümüklü çocuklar, gömlekleri ütülü. pabuçları pırıl pırıl, saçları dikkatle fırçalanmış, hatta briyantinle şekillendirilmiş çocuklar mutlak bir müsavat’ içinde orada oynar, dolaşırlar. Kavga, gürültü, sövmesayma, el veya dil dalaşı yok gibidir. Evet, oraya “Birleşmiş çocuklar” toplantısı diyebilirsiniz ve her halde Birleşmiş Milletler toplantılarındaki mücadeleden fazla bir mücadele görmezsiniz.
Buradaki evler bugünkü Türkiye’nin, mimarî bakımdan eski ve yeni birbirine benzemeyen üslûplarının bir hulâsası gibidir. Çökmeye mahkûm cumbalı, kafesli, yanları teneke kaplı evcikler, biraz daha içinde yaşanabilecek başka ahşap binalar ve bu eski biçim evlerin aralarında mesela, yüzleri iki metreyi geçmeyen, altı yedi katlı kagir veya beton Hilton karikatürleri de göze çarpar. Her halde, üç, dört yüz yıllık bina usullerinin şaka olsun diye numuneleri karmakarışık bir sergi halindedir.
Hiçbiri fazla büyük değildir, fakat Aksaray’a inen tarafın iki köşesinde karşı karşıya, biri ahşap, öteki kagir iki konak vardır. Bunlar âdeta kibar mahallelerden buraya uçmuş gelmiş gibidir. Bunlardan biri, kagiri, tuğla renginde kırmızı; öteki, boyaları dökülmüş, beyaz bir ahşap konaktır.
Kırmızı konak ve onun sırasındaki evler, arka taraftan sadece bahçelere, küçük camilere, evlere, ön taraftan sokağa bakar. Beyaz konak ve sırasındaki evlerin arka manzaraları çok gariptir: Bir takım daracık, inişli yokuşlu garip izbeler, kulübeler, eski zamandan kalmış yarı yıkık hamam kubbeleri, bunların arasında dolaşan insanlar ve onların arkasında bütün ihtişamıyla mavi deniz! Bu iki konağın arasından İstanbul’un ev toplulukları, yüksek minareler görünür. Bunların arkasından da her akşam güneş batar, göğü ve bulutlan hayale sığmayan gizli renklere bular.
Sokaktan gelip geçenler de kılık kıyafet bakımından, çocuklar kadar birbirine benzemeyen insanlardır. Saçlı sakallı, kellifelli efendiler arasından geçen kadınlar da hiç birbirine benzemez. İşte, askervâri yürüyerek geçen üç güzel kız! İkisinin saçları kesik, birinin saçı bir tarakla tepesine tutturulmuş, ucu bir at kuyruğu gibi sırtında sallanıp duruyor, kollar ve bacaklar çıplak, ayaklarda dümdüz, terlik biçimi ayakkabılar. Üçü de birbirinden güzel, fakat hiçbiri fingirdek değil, gayet ciddîdirler. Bazan konuşarak, bazan gözleri ufuklarda gelip geçerler. Kendilerine dönüp bakan erkeklerde uyandırdıkları alâkadan hiç haberdar değildirler. Tavırları hiç bir erkeğe sulanmak cesaretini vermez. Yüzlerinde boyadan eser yoktur. Bunlar belki üniversite talebesi, belki de münevver aile kızlarıdır.
İşte, boyalı şişman ve zayıf, ancak plajlarda görülecek kadar çıplak kadınlar. İşte. sımsıkı başörtülü, kucağında bir yavru, eteğine yapışmış birkaç yavru daha, koltuğunun altında bir bohça veyahut bir elinde evinin akşam nevalesini yerleştirdiği sepetle geçen bir kadıncağız… İşte. eski İstanbul bakiyesi, yeldirmeli veyahut Anadolu’dan gelmiş çarşaflı, ağzını, burnunu örten bir hatuncağız daha!
Erkeklerin hemen hepsi kolları kısa gömlekli, yakaları açık, belleri kemerli, bazıları sportif ipince gençler, bazıları şişman, karnı dışarıya fırlamış, enseleri okkalı, gözleri fırlak, yeni zamana ayak uydurmaya çalışan yaşları ilerlemiş adamlar. Hiçbirinin başında şapka yoktur.
Bu sokak halkını en çok alâkadar eden, köşedeki karşı karşıya olan konağa gelen misafirlerdir. Bazan hususi arabalarla, bazan taksilerle gelirler. Bunların ekserisi ceketli, boyunbağlı. umumiyetle şapkalıdırlar. Kadınları, yüksek terziler elinden çıkmış şık elbiseli, azametli, sokağa yukarıdan bakan bayanlardır.
Herkes buraya “Âkile Hanım Sokağı” der. Fakat bu isim sokağın başındaki levhada yoktur. Resmi adı “Ahmet Kemal Sokağı”dır. Fakat eski adı olan” Âkile Hanım Sokağı” kimbilir kaç yüz yıldır civar halkın hafızasında yer etmiş olacak ki bir türlü yeni adını benimseyemezler.
Beyazıd Meydanı’na bakan dükkânlar yıkılmadan evvel orada meşhur eski bir bakkal dükkânı vardı. Bir gün. oraya, melon şapkalı, siyah kostümlü bir beyle, lacivert tayyörlü, başında kuş yuvasını andıran avuç içi kadar bir şapkacık, ellerinde naylon eldivenler ve gösterişli bir çanta ile bir hanım girdi. Kapıda gördükleri küçük bir çırağa sordular:
— Ahmet Kemal Sokağı nerede, gösterir misiniz?
— Burada öyle sokak yoh…
— Canım, Lâleli civarında imiş…
— Bilmeyom…
Hanım kasaya doğru yürüdü. Şişman, kellifelli bir kasadar önündeki hesap görmeye gelmiş müşterilerle meşguldü.
— Efendim, postacılar biliyor da acaba neden burada Ahmet Kemal Sokağı’nı sizin çırağınız bilmiyor? Halbuki bana, sizin dükkândan alışveriş ettiklerini, size sormamı yazmışlardı.
Kasadar bu suale cevap vermedi, başını kaldırarak
— Kimi arıyorsunuz?
— Eski Belçika Sefiri Samim Akyürek Bey’in evini…
— O sokağı herkes Âkile Hanım Sokağı diye bilir.
— Acaba neden?
Kasadar gene cevap vermedi, fakat kasanın Önünde sıra bekleyen uzun boylu bir efendi hemen lafa karıştı:
— Akıllı kadınlar eski günlerde de varmış. Hanımefendi. Bu civarda kaç tane tarihe geçmiş kadın vardır. Şair Fitnat…
Kadın sözünü kesti; kasadar başını kaldırmadan ses
— Ahmet, buraya gel. Sen bugün Samim Bey’in evine su götürecektin. Hemen şimdi götür, Hanımefendi’ye de
Samim Bey’in evini arayan eşler, sırtına su damacanasını yüklenerek önlerinde giden çırakla dükkândan çıkıp Âkile Hanım Sokağı’nın yolunu tuttular.
Uzun boylu efendi kasaya yaklaştı:…