Günümüzde bilgi çağından söz etmek artık sıradan oldu. Yirmi birinci yüzyıla yaklaşmakta olduğumuzu vurgulamak da öyle. Hızla değişen bir dünyada geleneksel bilgiler altüst olurken, yeni bilgilere gereksinme duyulması da olağandır. Gelişmiş dünya bu gereksinmeyi karşılayabildiği için bilgi çağını yaşadığını söyleyebilmektedir.
Peki biz bu gelişmenin neresindeyiz? Söz gelimi, üniversitelerinde birçok dersin hala kitapsız yapıldığı bir ülkeyiz. ( En son çocuk psikolojisi yayınının üzerinden yirmi yıldan fazla geçmiş. A. T. Jersild çevirisi için Prof. Dr. Gülseren Günçe’ye teşekkür borçluyuz.) Bu demektir ki, üniversite öğrencileri bilgiyi yalnızca “hoca”nın ağzına bakarak ediniyorlar.
Ancak medreseye yaraşır böyle bir eğitim düzeninde ne bilimden söz edilebilir, ne de çağdaşlıktan. Bu tür bir eğitim ortamında öğretici tek “otorite”dir, öğrenci bağımlıdır, verilen bilgi çok sınırlıdır ve üstelik yanlıdır (tabii, eğer yanlış değilse).
Böyle bir zeminde “yetişen’ bir öğrenci, bir ders için değil bir tek ders kitabı, kütüphaneleri dolduran sayısız kaynaktan (kitaplar, dergiler, filmler, kasetler, bilgisayarlar) beslenen çağdaşlarına nasıl yetişebilecektir? “Talebe” (öğrenici) olmaktan çıkıp, ne zaman “inceleyici” (student) olabilecektir?
Peki, üniversitelerimiz ders kitabı yayınlamazlarsa gençler çağdaş bilgilere nasıl ulaşabilecektir? Kütüphaneler tamtakırsa? Üniversite elemanları ders kitabı yayınlamayı -hele de çevirmeyi!- zaman yitirmek sayıyorlarsa? Sözlü -dolayısıyla tek- bilgi kaynağı olmanın keyfini, ayrıcalığını yaşamak varken, yazmanın, yayınlamanın sıkıntılarına neden katlanmalı diye düşünüyorlarsa?
Daha fazla saymaya gerek yok. Bu satırların yazarı kitapsız eğitimin üniversitenin bir utancı olduğunu düşünegelmiştir. Yüzbinlerce genç birçok alanda bizden yayın beklemektedir. Onları okuma alışkanlığı olmamakla nasıl suçlayabiliriz, kendimiz yazma alışkanlığını hala kazanmamışken?
Bu bir sorumluluktur, görevdir, borçtur! Üstelik iyi bir ders kitabı yalnızca bir öğretim aracı değildir (şişirilmiş, doldurulmuş ticari örnekleri dışında); aynı zamanda sentez gerçekleştiren, ufuk açan, esin veren bir bilgi kaynağıdır. Batıda yıllarca elden düşmeyen böyle ünlü ders kitapları olduğu bilinir. Keşke zamanımız olsa, yüksünmesek, küçümsemesek de bu tür kitapları dilimize çevirebilsek…
Üniversite öğretiminde çağdaşlaşmanın yollarından biri de klasikleşmiş bu örneklerin dilimize kazandırılması olsa gerektir. (Şimdilik “telif” yazabilecek kadar bilgi ve bulgu birikimimiz olmadığını unutmamak gerek.
Bizde neden henüz yerli ders kitabı olamayacağını anlamak için elinizdeki kitabın kaynakçasına bir göz atmak yetecektir.) Gelişim psikolojisi alanında şimdiye kadar üç ergenlik, bir yetişkinlik psikolojisi kitabını yayınlamış biri olarak, şimdi de bir çocuk psikolojisi kitabını sunmaktan gurur duyduğumu saklamayacağım.
Üstelik bu kitap “bir ders kitabı ancak böyle yazılabilir” dedirtecek kadar iyi düzenlenmiş bir kaynak. Önsözde de belirtildiği gibi, kitabın yapısı öğretim ilke ve yöntemlerinin somut bir uygulama örneği sanki; her şey öylesine inceden inceye düşünülmüş ve kotarılmış. (Fotoğrafları, ek bilgi kutularını, salık verilen kaynakları elimizde olmayan nedenlerle kitaba katamadığımız için gerçekten üzüldük.)
Çeviriye gelince, çeviride de en iyisini yapmaya özen gösterdiğimizi belirtmeye gerek yok. Sorunlar varsa, sorumluluğunun bu satırların yazarına ait olduğunu söylemek zorundayım.
GELİŞİMİN TEMELLERİ
İnsan gelişiminin öyküsü geçmiş tarihin ve modern teknolojinin büyüleyici bir kayıtıdır. Yüzbinlerce, belki milyonlarca yıl önce insanların yaşamları kesinlikle aynı biçimde başlamıştır.
Kuşaklar boyunca biriken genetik kodları taşıyan iki mikroskopik hücre birleşerek, kendisi de biricik olan, düşüncede ve duyguda oldukça karmaşık olan insanı yaratmıştır. Bu kitap, yaşamın ilk yirmi yılında yer alan gelişimsel değişimler ve bunların ortaya çıkış süreçleri üzerinedir.
Çocukluk kavramının yaşamın özel ve önemli bir dönemi olarak kabul edilmesi görece yenidir. Birinci Bölüm, çocukluk hakkında tarihsel bir bakış açısı sağlaması yanında, gelişim psikolojisinin ayrı bir disiplin olarak yeni yeni ortaya çıkmasına ilişkin tartışmaya da yer vermektedir.
Film ya da oyun başladıktan sonra sinemaya ya da tiyatroya gittiğiniz oldu mu? Eğer olduysa ne olup bittiğini anlamanın ne kadar zor olduğunu bilirsiniz. Bebekleri ve çocukları izlerken de aynı şey geçerlidir. Her iki durumda da zamanda bir adım geri gidip başlangıçta ne olduğunu düşünme gereksinmesini duyarsınız.
İkinci Bölüm’de yaşamın nasıl başladığına, genetik mirasın olumlu ve olumsuz izlerine değinilmektedir.
Herkes yaklaşık dokuz ayını bu ortamda geçirdiği halde embriyonun ve fetusun rahimiçi dünyasını düşlemek kolay değildir. Üçüncü Bölüm’de ilk çevrenin ve doğum öncesi gelişimde annenin özellikleri, beslenme, hastalık, ilaç kullanımı gibi etkenlerin anlamı araştırılmaktadır.
Son olarak, çocuk doğmakta ve dünyaya katılmaktadır. Dördüncü Bölüm, doğum sürecine, doğal doğum karşısındaki bugünkü eğilimlere, özürlü bir çocuğun doğumunu içeren bazı olası komplikasyonlara göz atmaktadır.
:::::::::::::::::
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
Çoğumuz her şeyin her zaman bildiğimiz gibi olduğunu kabul etme eğilimindeyizdir. Oysa şimdi çocukluk diye bildiğimiz şey oldukça modern bir kavramdır. Daha birkaç yüz yıl önce birçok insan yaşamın ilk on sekiz yılının belirleyici olduğunu, daha sonraki gelişimin ve işleyişin temelini oluşturduğunu düşünmüyordu.
O günden beri çocuk yetiştirme ve çocuklara uygun muamele konusunda birçok tutum geliştirilmiştir. Araştırmalar sonucu bilgi birikimi arttıkça, çocuğu anlama alanı genişledikçe, çocuğun gelişimine olumlu katkı sağlayacak yetenekler geliştirilmiştir. Bundan başka, yeni değerler, kolaylıklar, tıbbi bilgi, daha yüksek yaşam standardı batı toplumunda çocukların yeri ve yetiştirilmesi konusundaki değişimleri hızlandırmıştır.
Bu birinci bölümde çocukluk kavramının evrimini ve çocuk yetiştirmeye ilişkin ilk görüşleri inceleyeceğiz. Bu tarihsel bilgiyi akılda tutarak, daha sonra sizi, çocukları incelememizi ve gelişimlerini anlamamızı sağlayan yöntemlerle tanıştıracağız.
TARİHSEL AÇIDAN ÇOCUKLUK
Geriye dönüp düşündüğünüzde büyük anne ve babalarınızın sizinkinden biraz farklı bir çocuk kavramına sahip olduğunu bulabilirsiniz. Belki onlar çocukların nasıl disipline edileceği, eğitileceği, çocuğa uygun davranışın ne olduğu konusunda farklı düşüncelere sahiptiler. Daha da geriye gittiğimizde, çocukluk ve çocuk yetiştirme kavramlarının yüzyıllar boyunca dramatik bir değişim gösterdiğini farkedebiliriz.
ORTAÇAĞDA ÇOCUKLUK GÖRÜŞÜ
Ortaçağda, yaklaşık olarak beşinci ve on üçüncü yüzyıllar arasında, insanlar çocukluğu yaşamın farklı bir dönemi olarak görmüyor ya da altı ve on sekiz yaş arasındaki yılları belirleyici olarak kabul etmiyor, büyüyen insanın bakım ve beslenme gereksinmesini dikkate almıyorlardı (Aries, 1962). Modern anlamdaki çocuk ve çocukluk terimlerine Ortaçağda rastlanmamaktadır.
Oğlan çocuk bağımlı konumda herhangi bir yaştaki erkek demektir. Çocuk, bebeklik ile ergenlik arasındaki yaşam evresinden çok, yalnızca akraba -‘döl”- olarak ifade ediliyordu (Plumb, 1976). Çocuklar beş-yedi yaşına kadar, yani yetişkin dünyasına girinceye kadar bebek’tiler. Ayrı bir çocukluk dünyası mevcut değildi. Çocuklar görünüşte küçük yetişkinler gibi görülüyorlardı. Bu olgu, çocukları yetişkine özgü giysiler içinde, yetişkinin yüz ifadeleriyle ve bazen yetişkinin beden oranlarıyla betimleyen eski tablolarda canlı bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bundan başka, bugün çocuklara özgü saydığımız oyunlara ve etkinliklere bu tablolarda pek rastlanmamaktadır.
Ortaçağda çocukluğun nasıl algılandığını anlamak için önemli bir anahtar, insanların içinde yaşadığı koşullar hakkında bilgi sahibi olmaktır. Doğum ve bebek ölümü oranları çok yüksek olduğundan altı yaşından küçükler ailenin üyesi kabul edilmemekteydi. Anababalar çocuklarına derinden bağlanmaktan kaçınmaktaydı, çünkü onları sıklıkla kaybediyorlardı. Bebek ölümü oranlarının yüksek olması, sadece tıbbi bilgisizlik ve kötü sağlık uygulamalarından değil, bebeğin gereksinmelerini anlayamamaktan doğan ihmalden ve kaba muameleden kaynaklanıyordu.
Ortaçağda sıradan bir insanın yaşam standardı çok düşüktü. Yiyecek ve barınak için rekabet çok büyüktü. Bebeklerin de içinde olduğu zayıflar ve çaresizler başarıyla rekabet edemiyorlardı. Biçimi bozuk ve gayrimeşru bebekler teşhir ediliyor ya da ölüme terkediliyordu. Her ne kadar Ortaçağda bebek öldürme uygulaması azalmışsa da, bunun onsekizinci yüzyıla kadar sürdüğü kabul edilmektedir. Bazı aşırı yoksulluk durumlarında anababalar, daha acınacak duruma getirmek, dolayısıyla daha başarılı dilenci olmalarını sağlamak için bile bile çocuklarının bir yanını kesiyorlardı (De Mause, 1974).
Parası olan aileler çocuklarını sütanne’ye gönderiyor ya da birlikte yaşayacakları bir sütanne kiralıyorlardı. Sütanne, bebeklerin yaşamının ilk iki yaşından beş yaşına kadar bakımını üstleniyor, onlara süt emziriyor, hatta bebekler için yiyecekleri çiğniyordu. Çocukların gerçek anneleriyle ilişkileri ya çok azdı ya da hiç yoktu. Bazı anneler zamanı geldiğinde çocuklarının sütanneden ayrılmak istememesini bir türlü anlayamıyorlardı.
İlk yıl boyunca bebekleri kundaklamak bir Ortaçağ geleneği idi. Kundaklama bebeğin kollarını ve bacaklarını bedene sıkıca yapıştırarak bezle sarma işlemidir. Anababalar, çocuklarının gözlerini tırmalayacağından ya da onları taşırken uygun olmayan biçimde tutmaları sonucu kol ve bacaklarına zarar vereceklerinden korkarlardı. Kundak, çocukları cinsel organlarını ellemekten ya da “canavar gibi” yerde emeklemekten korumuştu.
Geçmişteki çocuk yetiştirme uygulamalarını ve çocukluk kavramlarını araştıran tarihçi De Mause’a göre kundaklamanın en önemli amacı yetişkinin rahatıydı. Kundaklanan bebekler sessiz ve edilgin oluyordu; daha fazla uyuyorlardı; kalp atışları yavaştır, daha az ağlarlar. Kundaklanmış bebekler “saatlerce sıcak bir fırının arkasındaki duvardaki kancalarda asılı dururdu (De Mause, 1974); bebeğin çevresindeki kimi yetişkinler bebeği “kukla” gibi oynatarak eğlenirlerdi.
Başka bir yaygın eğlence de, basket topu gibi kundaklanmış bebeğin bir yetişkinden diğerine, bazen bir açık pencereden diğerine atılmasıydı (De Mause, 1974). Küçük bir çocuğun anababası ya da bakıcısı bazen çocuğu saatlerce yalnız bırakmanın sakıncalı olabileceğini düşünmüyordu. Eğer onların yokluğunda bebeğe bir şey olursa -ki sıklıkla olurdu- onu koruyabileceklerini akıl edemezlerdi. Olayları diğer birçok talihsizlik gibi kötü şansa, kötü ruhlara ya da Tanrının gazabına yüklerlerdi. Eğer çocuk huysuzluk eder ve ağlarsa yetişkinler çoğu zaman onda kötü bir ruhun olduğunu düşünürlerdi.